Avusturya’da İslâm dersi öğretmenlerine sunulan bir ankette, belli bir oranda, demokrasinin İslâmiyetle bağdaşmadığı iddia edilmiş. Gerçi bu anket sonuçlarının doğruluğu tartışılıyor. Bu ankete istinaden devletçe alınmak istenen tedbirler de “antidemokratik” bulunuyor. Her ne ise..
Acaba, demokrasi ismine duyulan antipati; onun tatbikatında ve yaygınlaşmasında, onun yakasını bırakmayan, onu adım adım takip eden ve onu tehdit eden tehlikelerle, rizikolarla, vartalarla ve mânâsına taban tabana zıt dönüşümlerle iç içe, yana yana yol almasından mıdır? Ki, demokrasinin düşmanları diyebileceğimiz bu zıt kavramlar, demokrasiyi hiç de kendi haline bırakmazlar. Adım adım, sinsice takip ederler. En küçük bir fırsatta onun ayağını kaydırmaya, yere yatırıp ona zıt bir elbiseyi giydirmeye çalışırlar. Bundandır ki, onu “su-i tefsir” edenler kervanına Batının sosyolog ve filozofları da katılmıştır.
Thomas Hobbes’e, “Demokrasi, nutuk atanların egemen olduğu bir aristokrasiden başka birşey değildir” dedirten de, olsa olsa, yine bu demokrasiyi rahat bırakmayan, onun hoşgörüsünden ve toleransından faydalanıp onu yolundan saptırmaya çalışan fesat komiteleridir.
“Demokrasi despotizme dönüşür” diyen eski Yunan filozofu Eflatun, kendi felsefesinde târif ettiği, ancak hayalde mümkün olabilen fazîlet şehrine acaba hangi sistemle ulaşılabileceğini tasavvur etmiş? Elbette ki onun tasavvuru Bediüzzaman’ın tasavvur ve tefsirine yetişemezdi ki, bakınız ne diyor:
“İslâmiyet ise, insaniyet-i kübra ve şeriat ise, medeniyet-i fuzla (en faziletli medeniyet) olduğundan, âlem-i İslâmiyet, medîne-i fazıla-i Eflatuniye olmaya sezadır.”
Bu sözün sahibi Bediüzzaman’ın takip ettiği çizgiye ve eserlerindeki apaçık beyanlara bakıldığında, o neticeye hangi yolla varılacağını anlamak hiç de zor olmuyor. Saltanat, istibdat, hürriyet, meşrutiyet, cumhuriyet ve demokrasi dönemlerinde onun takındığı tavır ve yazdıkları meydandadır. Su-i tefsire (yanlış yoruma) hacet yoktur. Onun, “Hürriyeti su-i tefsir etmeyiniz (yanlış yorumlamayınız), tâ elimizden kaçmasın ve müteaffin (kokuşmuş) olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın” şeklindeki ikazına istinaden, biz de, “Demokrasiyi su-i tefsir etmeyiniz” diyemez miyiz? Ve birşey daha soralım kendimize:
Demokrasinin handikapları, vartaları ve rizikoları vardır diye, ondan vaz mı geçmeli, yoksa ıslahına çalışarak, hakiki mânâsıyla hayata mı geçirmeli? Eğer Üstad Hazretleri bunu yapmaya çalışmışsa, ki öyledir, talebelerine de aynı vazife düşmez mi?
Üstadımızın, “hürriyet, meşrutiyet ve demokratlık” adına serapa hakikat olan beyanlarının, demokrasi meselesine tatbiki neden hakikata aykırı düşsün ki.. İşte, “Cumhuriyet ve demokrat mânâsındaki meşrutiyet” ifadesi de Bediüzzaman’a aittir. İsim ister meşrutiyet, ister demokrasi olsun, müsemma ve mânâ aynıdır. Hatta demokrasi, meşrutiyetin daha ilerisindedir, denilebilir. Meşrutiyette, Meclis-i Meb’usan, Padişahın gölgesinde kalıyordu. “Eski hal muhal..” diyen Üstad ise, bize daima ileri hedefleri göstermişti. Demokrasinin bir adım ötesinin İslâmiyet olduğunu ise, Kur’ân’ı ve Asr-ı Saadetteki uygulamaları dikkate alan İngiliz filozof Bernard Shaw söylüyor. Ki, Üstad da, "hakaik-ı meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu" ifade buyuruyor.
Yine onun, "Hususan oradaki eski tahribatı tamirata başlayan hakikî vatanperverler olan Demokrat namında hamiyetli Ahrarlar, yani hürriyetperverler, Nur ve Nurcuları takdir etmelerine çok minnettarım. Onların muvaffakiyetine çok dua ediyorum. İnşaallah, o Ahrarlar istibdad-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olacaklar" beyanı da bize apaçık bir yol gösteriyor. Yani dünya, İslâmiyet hakikatına bu zamanda demokratik zeminde ulaşabilir.
Bundan olsa gerektir ki, Osmanlının demokrasiye geçişi, başka milletlerin, bilhassa Batı dünyasının demokrasiye geçişinden çok daha kolay olmuştur. Ama önce meşrutiyet istasyonundan yola çıkılmıştır. Ülkelerin hiçbiri aynı yoldan demokrasi istasyonuna vâsıl olmamışlardır. Amerika neredeyse zahmetsizce, Almanya ve İtalya yıkımdan sonra, Japonya işgalden sonra, vesaire..
«««
O büyük Üstadın, İstanbul’daki ve Ankara’daki şa’şaalı hayata, Van’daki sade ve saf hayatı, hatta Van’daki şehir hayatına Erek dağındaki mağarayı neden tercih ettiği bugün daha iyi anlaşılıyor. Neden devlet adamlarıyla, komutanlarla ve ulema ile beraberliğine, oradaki samimi dost muhatapları tercih ettiği daha iyi anlaşılıyor. Hatta savaş ve esaret yıllarından öncesine gidersek, onun, İstanbul’daki hürriyet ve meşrutiyet çalışmalarına katıldıktan sonra, doğuya gidip dağ havasını soluklayan o insanlara hürriyet ve meşrutiyet dersleri vermesinin sırrı şimdi daha iyi anlaşılıyor.. O zaman ona, “Bize ne getirdin?“ diye soranlara da, “Size müjde getirdim“ dememiş miydi?
O derslerdir ki, “Münazarat“ adını alıp, bütün dünyada, milletiyle barışık devlet olmak isteyenlere yardımcı olacak bir eser olarak meydandadır.
Ve yine Hz. Üstadın, hürriyet ve meşrutiyeti en güzel mânâsıyla takdim etmesine ve istikbal müjdelerine itiraz eden muasırlarına, "Öyleyse sizinle konuşmuyorum, şu tarafa dönüyorum" diyerek, istikbalde onu gerçekten anlayanlara hitap etmesinin sırrı şimdi daha iyi anlaşılıyor.
Ne mutlu onu hakikaten anlayanlara!
12.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|