|
|
Hadis-i Şerif Meâli
Müslüman kişi, din kardeşine doğru yolunu daha iyi aydınlatacak veya kendisini bir kötülükten sakındıracak hikmetli bir sözden daha üstün bir hediye vermemiştir.
Câmiü's-Sağîr, No: 3377
|
12.03.2009
|
|
Yağmura neden ‘rahmet’ denilir?
Yağmuru zâhiren intâc eden esbâb, hayvanâtı düşünüp, onlara acıyıp, merhamet etmekten ne kadar uzak olduğu mâlûmdur. Demek, hayvanâtı halk eden ve rızıklarını taahhüd eden bir Hâlık-ı Rahîmin hikmetiyle imdada gönderiliyor. Hattâ, yağmura “rahmet” deniliyor. Çünkü, çok âsâr-ı rahmet ve faydaları tazammun ettiğinden, güyâ yağmur şeklinde rahmet tecessüm etmiş, takattur etmiş, katre katre geliyor.
Sözler, s. 621
***
Yağmurun vakt-i nüzulü bir kaideye merbut olmadığı için, doğrudan doğruya meşiet-i hassa-i İlâhiye ile bağlı ve hazine-i rahmetten hususî iradeye tâbi olduğunun bir sırr-ı hikmeti şudur ki:
Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymettar mahiyet vücut, hayat, nur, rahmettir ki, bu dört şey perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i İlâhiye ve meşiet-i hassa-i İlâhiyeye bakar. Sair masnuâtta zâhirî esbab kudretin tasarrufâtına perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete hicap oluyor. Fakat vücut, hayat, nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünkü perdelerin sırr-ı hikmeti o işte cereyan etmiyor.
Madem vücutta en mühim hakikat rahmet ve hayattır. Yağmur, hayata menşe ve medar-ı rahmet, belki ayn-ı rahmettir. Elbette vesâit perde olmayacak, kaide ve yeknesaklık dahi meşiet-i hassa-i İlâhiyeyi setretmeyecek. Tâ ki, her vakit, herkes, herşeyde şükür ve ubudiyete ve sual ve duâya mecbur olsun. Eğer bir kaide dahilinde olsaydı, o kaideye güvenip, şükür ve rica kapısı kapanırdı.
Güneşin tulûunda ne kadar menfaatler olduğu malûmdur. Halbuki muttarid bir kaideye tâbi olduğundan, güneşin çıkması için duâ edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî, o kaidenin yoluyla yarın güneşin çıkacağını bildiği için, gaipten sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz’iyâtı bir kaideye tâbi olmadığı için, her vakit insanlar rica ve duâ ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî vakt-i nüzulünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hassa telâkki edip hakikî şükrediyorlar. İşte bu âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzulünü Mugayyebât-ı Hamseye ithal ediyor.
Rasathanelerdeki âletle bir yağmurun mukaddemâtını hissedip vaktini tayin etmek, gaibi bilmek değil, belki gaipten çıkıp âlem-i şehadete takarrubu vaktinde bazı mukaddemâtına ıttıla suretinde bilmektir. Nasıl en hafî umur-u gaybiye vukua geldikte, veyahut vukua yakın olduktan sonra, hiss-i kablelvukuun bir nev’iyle bilinir. O gaybı bilmek değil, belki o, mevcudu veya mukarrebü’l-vücudu bilmektir. Hattâ ben kendi âsâbımda bir hassasiyet cihetiyle, yirmi dört saat evvel, gelecek yağmuru bazen hissediyorum. Demek yağmurun mukaddemâtı, mebâdileri var. O mebâdiler, rutubet nevinden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hâl, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin gaipten çıkıp daha şehadete girmeyen umura vusule bir vesile olur. Fakat daha âlem-i şehadete ayak basmayan ve meşiet-i hassa ile rahmet-i hassadan çıkmayan yağmurun vakt-i nüzulünü bilmek, ilm-i Allâmü’l-Guyûba mahsustur.
Lem’alar, s. 162, (yeni tanzim, s. 280)
intâc: Netice verme.
esbâb: Sebepler.
âsâr-ı rahmet: Rahmet eserleri.
tazammun: İçinde bulundurma, içine alma.
tecessüm: Cisimleşme, maddeleşme.
takattur: Damlama, damla damla akma.
vakt-i nüzul: Yağma, inme, gelme vakti.
merbut: Bağlı. Rabtedilmiş.
meşiet-i hassa-i İlâhiye: Allah’a ait, O’na mahsus meşiet, dilek, arzu ve işler.
muttarid: Devamlı, kesintisiz.
mugayyebât-ı hamse: Beş bilinmeyen gaybî şeyler. (Kıyametin vakti, yağmurun yağma vakti, ana rahmindeki çocuğum mâhiyeti, insanın yarın ne olacağı/kazanacağı, insanın nerede öleceği.)
takarrub: Yaklaşma.
ıttıla: Haberdar olma, bilgi sahibi olma.
hafî: Gizli.
umur-u gaybiye: Gaybî işler, Allah ve Onun bildirdiği kişiler dışında hiç kimsenin bilmediği işler.
hiss-i kablelvuku: Bir şeyi vukuundan önce hissetmek.
mukarrebü’l-vücud: Vücuda gelmeye yakınlık.
|
Bediuzzaman Said Nursi
12.03.2009
|
|
Can yoldaşım Yeni Asya
Yeni Asya gazetesini çıktığı günden bugüne kesintisiz olarak okumaktayım. 1992 yılında 10 ay Erzurum’un ücra bir köyünde asker öğretmen olarak çalıştım. Kar yolları kapattığı ve köyümün şehre uzaklığı 210 km olduğu için gazetemi düzenli olarak alıp okuyamadım. Zaten 4 ay maaşımı bile alamadım. Bu zaman diliminin dışında gazetemiz çıktığı müddetçe devamlı okudum ve ömrüm oldukça da okumaya devam edeceğim inşallah.
Gazetemizin 40. yaşı dolayısıyla gazetemizin çok değerli okurlarının birbirinden güzel hatıralarını okuyorum. Söyleyebileceğim her şeyi daha güzel bir şekilde ifade ediyor ve hislerime tercüman oluyorlar. Allah hepsinden razı olsun, iman ve Kur’ân dâvâsında gayretlerini devam ettirsin.
Gençlik yıllarımda, insî ve cinnî şeytanlarla beraber nefs-i emmaremin bana çok şiddetli hücum ettiği yıllarda, eğer uzak bir yolculuğa çıkmışsam veya yalnız başıma yabancı bir yerde bulunuyorsam, hücum daha çok şiddetleniyor, benim ya farzları yerine getirmemi zorlaştırıyor veyahut günah işlemeye zorluyorlardı. Eğer yanımda bir Nur Talebesi var ise direnmem kolay oluyor, onun desteğiyle vartaya düşmüyordum. Yalnız başıma olduğunda ise çok zorlanıyordum. İşte o en sıkıntılı anlarımda (Allah çıkaranlardan razı olsun) gazetem imdadıma bir Hızır gibi yetişiyordu.
Nasıl derseniz; hemen bir Yeni Asya gazetesi alıyordum. Bulunduğum ortamda gazetemi gururla, bütün çevremdekilerin ismini görebileceği bir pozisyonda tutuyor, başlıyordum okumaya. Tabii şeytan vesvese vermeye, nefsim ise ona yardım etmeye devam ediyordu. Kendi kendime diyordum; “Ey Necdet, sen harama bakmazsın çünkü çevrendeki bütün insanlar senin Yeni Asya gazetesi okuduğunu gördüler. Bu bir Yeni Asya okuyucusuna yakışmaz.” Böylece o sıkıntıdan kurtuluyordum. Ezan okunmuş, hava soğuk, ayağımda botlarım var. ‘Abdest al gurbet elde, namaz kıl, kalsın şimdi’ telkinlerine karşı ‘Bak ezan okundu, bütün çevrendekiler, hemen kalkıp senin namaza koşacağını düşünüyorlar. Onları yalancı çıkaramazsın’ diyor. Sevinç ve huşu içerisinde namaza koşuyordum.
Örnekleri çoğaltabilirim. Davranışım, yürüyüşüm konuşmam daha vakur, daha ciddî oluyordu. Gazetem günahlara karşı bana çelik bir zırh oluyordu. Eğer o fırtınalı yıllarda günahı kebâir işlememiş, en azından farzları terk etmemiş isem bunda Yeni Asya’nın çok büyük desteği olmuştur.
Şimdi yaşım 52. Sıkıntılı dönemleri büyük ölçüde atlattık. Allah’a binler şükür olsun. Sabahları gazetemi elime aldığımda bir vefalı dosta kavuşmuş gibi sevinir, çok duygulu bir şekilde gazetemi okurum. O gün bana günahlara karşı çelik bir zırh olan gazetem, hâlâ bugün de beni tembellikten ve köşeme çekilmekten koruyor. Anladım ki benim gibi zayıf insanların ölünceye kadar bu gazeteyi okumaya ihtiyacı var. Allah hepimize ziyadesiyle istifade etmeyi nasip etsin.
|
AHMET NECDET HOCAOĞLU
12.03.2009
|
|
Vefa
Dosta sırtını dayayabilme ya da ona dayanak olabilme; sevdiğine sadakat, sevginin ve muhabbetin devamlılığı, verilen sözün yerine getirilmesi, bağlılığın sürdürülmesi, ihânet etmemek ve bütün bunların icabı olan davranışı ortaya koymak “vefâ”dır.
Hakkı teslim etmek “vefâ”dır. Haklının yanında yer almak da öyle…
Vefâ, insandan beklenen samimiyetin neticesi ve şahsiyetin şâhididir.
Sözlerin senet olduğu devirlerin yaşandığı günlere göre, senedin bile iş görmediği günümüzde “vefâ” kavramının sözü bile edilmez oldu.
Ama “vefâ”, bir borçtur.
Zor gününde, dar gününde bir dost elinin uzandığını görmek, dünyalara değer doğrusu.
Mutlu günlerini “vefâ”lı dostlarıyla paylaşır insanlar.
Başımızın dara girdiği; hastamızın, mevtâmızın olduğu günler az değil. İşte burada, dost aranır doğrudan.
Zâten düşman, düşmandır!..
İnsanın, bir dostunun ya da bir yakınının sıkıntılı, ihtiyaçlı, bunalımlı gününde yanında olması “vefâ”dır. Bu “yanında” oluş; ona destek olmak, hasta ise ziyaret ederek hatırını sormak, ihtiyacı olduğunda küçük bir yardımla da olsa sıkıntısını gidermek, “vefâ”dır.
Zaman olur, telefonun karşı ucundaki bir dost sesinin varlığı bile huzur verir insana. Hatırlanmaktır, kâle alınmaktır çünkü o…
“Demek, unutmamış!” dedirtir.
Vefâdarlık, vefâkârlık: Sözünden, sevgisinden, dostlarından geçmeyen hakîkatli insanların vasfıdır.
Bediüzzaman Hazretleri dostlarına, talebelerine hitaben yazdığı birçok mektubunun başında “sıdk”tan, “sadakat”ten hemen sonra “vefâdar”lık, “vefâkâr”lık kavramını kullanıyor. Çünkü bu, bir dosttan, bir kardeşten umulan, beklenen yakınlık hakkıdır.
Toplum hayatı içinde de “vefâ”nın, “vefâlı” olmanın ehemmiyeti büyük. Şöyle geçerken, bir dosta uğrayıverip hatırını hoş etmek, “vefâ”dır. Verilen sözde durmak, senedini çekini, borcunu harcını vaktinde ödemek “vefâ” olduğu gibi; verilen randevuya gitmemek ya da bulunmanızı arzu eden dostlarınızın, yakınlarınızın davetine mazeretsiz olarak icabet etmemek ise, “vefâsızlık”tır.
Bunu, fert ve toplum ilişkileri bazında olduğu gibi, ülkelerarası münasebetler seviyesinde düşünmek de mümkün.
Verdiği sözden inhiraf edenin hâli makbul değildir; zarar verir insana.
Dahası: “Vefâ”, İlâhî bir söz veriştir “bezm-i elest”te.
Gelmiş, geçmiş ve gelecek bütün insanların ruhlarının yaratıldığı o günde, Rabbimizin ruhlara hitaben: “Elestü birabbiküm (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?)” sorusuna bütün ruhların “Kalû belâ (Evet, sen bizim Rabbimizsin)” diye verdikleri cevap bir kulluk sözüdür.
İnsanın, sözünü fikriyle, fiiliyle hayatına tatbik etmesi, “vefâ” değilse nedir?
Allah’ın bir ve tek oluşunu, Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâmın da O’nun resûlü olduğunu ikrar etmek bir “söz”dür.
Sözde sebat ise “vefâ”dır.
İbni Abbas’tan (r.a.) rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (asm): “Allah’ın üzerinizdeki hakkını yerine getirin. Çünkü Allah vefâya en lâyık Zâttır” buyurmaktadır.
Yıllar boyu edebiyatçılara konu, şairlere ilhâm kaynağı olan “vefâ” umuttur, ummaktır; umulur.
“Vefâsızlık”, cefâ olur gönülde…
***
Gülde vefâ yoksa bülbül neylesin
Zâri zâri ağlar selvi dalında.
Goncası yok, gönlün nasıl eylesin
Ummadığı hâl, hâlllenir başında.
(A.R.A.)
|
ALİ RIZA AYDIN
12.03.2009
|
|
|
|