Metrobüsün Asya’yı Avrupa’ya bağlamasına binaen düzenlenen törenin sürpriz konuğu “Son Osmanlı Padişahı”ydı. Törende, Başbakan’ın “Son Osmanlı Padişahı Kadıköy’e hoş geldiniz!” pankartlarıyla karşılanması yeni tartışmaların da başlangıcı oldu. İflâs eden BOP projesinin ardından “Osmanlı geri mi geliyor?” sorusu eşliğinde başlatılan bu tartışmalar gündemi epeyce meşgul edeceğe benziyor. Meselâ; Oktay Ekşi’nin tarihe duyulan nefretin ve cehaletin en derin ideolojik yaklaşımını gözler önüne seren yazısına Mustafa Armağan'ın köşesinde cevap vermesi bunun ilk işaretleri olarak algılanabilir. Şeref levhalarıyla dolu koskoca altı asrı bir Sinan’a ve üç padişaha indirgeyen Ekşi için söylenecek bir söze vaktimiz yok. Ben meselenin farklı bir boyutuna dikkat çekmek istiyorum.
Başbakan’ın ve AKP’lilerin hoşlandığı bir söylem olan “Son Osmanlı Padişahı” ve “1. Recep Tayyip Erdoğan” yakıştırmaları yalnızca Davos çıkışıyla açıklanamaz. Toplumumuzda, genel olarak dünyada, sevgi ve barış medeniyetine karşı duyulan iştiyak ortadadır. Kurduğu hoşgörü medeniyetiyle bunu başarmış olan bir Osmanlı özleminin yaygınlaşması elbette ki yadırganacak bir durum değildir. Oktay Ekşi gibiler meseleyi ideolojik platforma taşımak isteyerek bu özlemi Cumhuriyetin bazı temel değerlerini hâlâ hazmedememeye bağlasa da gerçekler bunun çok ötesindedir. Gerçek; Osmanlıya—aslında dine—ait değerleri yok sayan, bunları dışlayan ve altı asırlık güzellikler manzumesini yok ettikten sonra yerine yenisini de koyamayan bir cumhuriyet anlayışının iflâs etmiş olduğu gerçeğinin hazmedilemeyişidir. İyisiyle kötüsüyle, günahıyla sevabıyla Osmanlı bizimdi, Osmanlı bizdik; ancak bugünkü halimizle Osmanlı’nın medeniyet algısının çok uzağında olduğumuzu düşünenlerdenim. Bu bağlamda benim özlemim ne “Yeni Osmanlı”dır, ne de “son padişah”tır. Son padişah yakıştırmalarından rahatsız olmak bir yana buna heveslenenlerle, o padişahın teb’ası olmayı eşi benzeri görülmemiş biat örnekleriyle gurur vesilesi sayanlara birkaç hatırlatmada bulunmak isterim.
Osmanlının muhterem padişahları; soylu, güçlü ve kudretli bir hanedanın ve imparatorluğun temsilcileri olmakla birlikte, tarih boyunca bunu bir gurur vesilesi yaptıklarını, imparatorluğun kazanımlarını, mal ve mülkünü saltanatlarının devamı uğrunda pervasızca çarçur ettiklerini, yöneticilere ya da evlâd u iyale peşkeş çektirdiklerini ben hatırlamıyorum; varsa da böyle bir Osmanlılıktan istifa ediyorum. Abdülhamid’in Filistin meselesindeki duruşunu Davos’la karşılaştırmak da aymazlığın yeni modası olmalı. Hz. Ömer idareciliğinden istifa edip kapital zihniyetin değer tanımaz prensiplerini hayat tarzı haline getiren bir algının Osmanlının “os..”u bile olabileceğinden şüpheliyim.
Osmanlıyı Osmanlı yapan tebasından ayrı düşünebilir miyiz? “Emri bil maruf -Nehyi anil münker” toplumunun egalesi zor bir medeniyet kurmasına şaşılmamalıdır. Temel çatışmamız da burada başlamaktadır. Toplumu yozlaşmış, temel değerlerini yitirmiş, yanında bir Edebali’si bile olmayan bir Son Padişah espirisi bir ütopyadan ibarettir.
Şu bir gerçek ki, dünya dönüşüyor, Türkiye değişiyor. Dünya yeni bir medeniyetin sancılarını çekerken Türkiye’nin rotasını çevireceği yön önem kazanmaktadır. Türkiye ne Osmanlı’ya dönebilir ne de Cumhuriyetin kokuşmuş felsefesiyle ayakta durabilir. Türkiye “yeni Osmanlı” safsatasıyla ABD’nin bir eyaleti gibi davranmaktan vazgeçmeli, aynaya dikkatli bakmalıdır. Türkiye’nin padişahça davranan bir liderden ziyade, Türkiye’yi demokratik hukuk devletine dönüştürebilen, barışı ve huzuru temin edebilecek adımları cesurca atabilen çağdaş bir lidere ihtiyacı vardır. Son padişahımıza “Çok da mağrur olma kim meyhane-i ikbalde / Biz hezârân mest-i mağrûrun humârun görmüşüz” mısralarıyla ithaf olunur.
10.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|