Küresel ekonomik krizin ailevî problemleri gün yüzüne çıkarmaya başladığı, aile facialarının yaşandığı, intiharların ve cinnetlerin arttığı bir döneme girdik. Yurdun farklı yörelerinden gelen cinnet haberleri, günlük hayatımızın büyük bir bölümünü meşgul eden siyasetin acımasızlığı içinde eriyip giderken aslında kapımızı çalan bir gerçeğin de üstünü örtüyor: Toplumsal cinnet.
Kapitalist toplumların “Life is fun” diyerek simgeleştirdiği hayat felsefesinin masumca gözüken ayak oyunlarından birini daha gördük 14 Şubat’ta. Küresel krizin hissettirdiği çaresizlik çığlıkları tüm dünyayı sararken, cinnet haberleri yürekleri dağlarken “Hayat eğlencedir” anlayışının dayattığı tüketim çılgınlığı, değer tanımayan hayat felsefesi, nefisperestliği kutsallaştıran anlayış “sevgililer günü” bahanesiyle bir kez daha gün yüzüne çıktı. Hazlarını ne pahasına olursa olsun ertelemek istemeyen, keyif almayı hayatının merkezine yerleştiren yeni bir nesille karşı karşıyayız ve bu bizi asıl cinnetimiz olan hedonistik bir topluma doğru götürüyor.
Bizim toplumsal cinnetimiz burada başlıyor. Hayatın anlamını sorgulamayan, varlığı hakkında fikir sahibi olmayan bir nesil, ne kadar şikâyetçi olursak olalım, bu toplumun bir eseri olarak içimizde yaşıyor. BOP’un rafa kaldırılmasından sonra uluslararası stratejistlerin Türkiye’ye yüklediği yeni misyon “Yeni Osmanlı”ymış. Makro âlemlerin liderliğini kovalarken, Ergenekonların peşinde koştururken özümüzü, çocuklarımızı ihmal ettiğimizin farkında bile değiliz. Batı, hayatı bir eğlence olarak gören zehirli hastalığını bizim nesillerimize de bulaştırmış durumdadır. Bu durumda, biz kendi çocuklarımıza bile hâkim değilken nasıl oluyor da başka toplumların liderliğine soyunuyoruz sorusunun cevabını aramak, “yeni Osmanlı”nın padişahlığına soyunmaktan daha önemlidir.
Kısa bir zaman önce gündemimizde 367 krizi, bunalımlı seçimler vardı. Anayasal krizler, bombalamalar, Cumhuriyet mitingleri, seçimler, yeni anayasa arayışları… Bugünlerde Ergenekon’un sulandırılıp sulandırılmadığını, Diyarbakır’ı kimin kazanıp kazanamayacağını tartışırken kısa bir mola veriyoruz. Makro gündemin “sevgililer günü” molası… Sonra kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bir iki hafta içinde 28 Şubat sürecini tekrar gündemimize taşıyıp hararetle konuşacağız. Bu muammaların çözümü hayatımızın en önemli gayesi olmuş sanki. Pek itiraf etmesek de iç dünyamızı altüst eden, bizi ümitsizliğe iterek bezdiren tartışmaların içinde nefes alamaz hâle geldik. Bu karmaşa içinde tüketilen bir ömür, ihmal edilen nesiller, yitirilmiş bir gelecek… En önemlisi Yaratıcı-kul ilişkisini zedeleyen insanların tehlikeye attığı sonsuz bir hayat… Sürekli ertelenen asıl gündem…
İnsanın ebede uzanmış emellerinin onun ebed için yaratıldığını ve ebede gideceği gerçeğini gözler önüne serdiğini görebilenlerin, bu dünyanın bir misafirhâne olduğunun farkına varabilenlerin, “Kâinatın neticesi hayat olduğu gibi, hayatın neticesi olan şükür ve ibâdet de, kâinatın sebeb-i hilkati ve maksud neticesi olduğu” hakikatini okuyabilenlerin sorumlulukları her geçen gün fazlalaşıyor. “Bu hayatın gayesi rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârâne nimetlenmektir” diyerek hayata karşı bir küfran-ı nimetle toplumumuzu hazcılık cinnetine doğru sürüklemek isteyenlere karşı Risâle-i Nur müellifinin reçetelerine ne çok ihtiyacımız var. Üzerimizde oynanan oyunları bozmak, yeni nesillerimizi bu hakikatlerle tanıştırmak; hayatı “Şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi, hem en büyük neticesi, hem en parlak nuru, hem en lâtif mayası, hem gayet süzülmüş bir hülâsası, hem en mükemmel meyvesi, hem en yüksek kemâli, hem en güzel cemâli, hem en güzel ziyneti” şeklinde tarif ederek hayatın gayesini ve neticesini hayat-ı ebediye olarak belirten, bize hayatı bahşeden Zât’a şükür, ibadet ve muhabbetti hatırlatana en azından bir minnet borcudur.
17.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|