"Gerçekten" haber verir 17 Şubat 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Kazım GÜLEÇYÜZ

İsrail'le imtihan



Türkiye’nin en tecrübeli dışişleri bakanlarından merhum İhsan Sabri Çağlayangil bir sohbetimizde konu açıldığında Yahudileri “korkunç bir afet” olarak nitelemişti.

Yahudiler, tarih boyunca yaşadıkları serencamda ne kendileri rahat eden, ne de başkalarını rahat ettiren bir millet. Bunun en önemli sebebi ise, Kur’ân’da da defaatle vurgulandığı gibi, içlerindeki aşırı dünya sevgisi ve yaşama hırsı.

Doymak bilmez bir tamahkârlıkla mütemadiyen mal ve servet biriktirmeleri; sırf bunun için icad ettikleri faiz ve banka sistemiyle kapitalist sömürü çarkının temelini atarak emek-sermaye çatışmasını tetiklemeleri; ahlâkı bozan faaliyetlerde başı çekmeleri; iktidar tutkusuyla dünyanın her yerindeki ihtilâllere parmak karıştırmaları hep bu dizginleyemedikleri hırsın neticeleri.

Karşılığında, dönem dönem katliam boyutuna varabilen husumetlere maruz kalmaları da.

Bütün bunların iç dünyalarında bir fâsit daire oluşturarak meydana getirdiği “hırs-intikam” karışımı psikolojinin daha da “bilenerek” devamı, İsrail’in vahşi katliam politikaları, dünyadaki Yahudi lobisinin ona kayıtsız şartsız desteği ve buna yönelik eleştirilerin de farklı yöntemlerle “cezalandırılması” şeklinde tezahür ediyor.

Onun için Erdoğan’ın büyük yankı uyandıran ve özellikle İslâm toplumlarında farklı bir Türkiye rüzgârı estiren Davos restinin, madalyonun diğer yüzünde bizi birtakım faturalar ödemek zorunda bırakabileceği yönünde dile getirilen kaygılar, bu sorunlu psikolojiyi iyi tanıyan bir tecrübenin ifadesi olarak yabana atılmamalı.

Gerçi İsrail’in resmî tavrı, Davos restinin ilişkileri etkilemesine geçit vermemek şeklinde tezahür ettiyse de, içe işleyen derin bir hazımsızlığın her fırsatta açığa vurulduğu gözlenmekte.

Olay sonrasında Erdoğan’ı arayıp özür dilediği açıklanan Peres’in bilâhare “Özür dilemedim, üzüldüğümü söyledim” şeklinde bir “düzeltme” yapıp “Bu olayın ilişkilerimizde bir sorun haline getirilmesine müsaade etmeyiz” mesajı vermesi, İsrail’in resmî politikalarını ifade eden işaretler.

Seçim sonrası oluşan belirsizlik ve kaos tablosu içinde görevi kime devredeceği hâlâ belli olmayan Olmert’in, bakanlarını Türkiye’ye karşı tepkilerde dikkatli olmaya ve gerilimi tırmandırmamaya çağıran beyanları da bu eksendeydi.

Ama bu çağrının muhataplarından ve seçimi bir sandalye farkıyla önde bitiren eski MOSSAD ajanı Tzipi Livni’nin “İsrail Türkiye’den saygı bekliyor” sözü, o hazımsızlığın dışavurumuydu.

Davos’un hemen akabinde Amerika’daki Yahudi lobilerinin peş peşe veya ortaklaşa yaptıkları tepki açıklamaları da zincirin bir halkasıydı.

Bu zincire eklenen son halka, hepsinden daha provokatif bir içerik ve üslûpla İsrail Kara Kuvvetleri Komutanından geldi. Türkleri Ermeni ve Kürt katliamı yapmak ve Kıbrıs’ın kuzeyini işgal etmekle suçlayan komutanın sözleri, Türk Genelkurmay’ını da alışılmadık bir tepkiye yöneltti.

İsrail ordu sözcüsünün, “Komutanın sözleri kişisel, orduyu bağlamaz” açıklaması ne derece inandırıcı? Kuvvet komutanı düzeyinde bir yetkilinin sözü orduyu bağlamıyor; olacak şey mi?

İsrail’le askerî ilişkilerin artarak devamını millî menfaatlerle açıklayagelen Genelkurmay, İsrailli komutanın sözlerinin bu menfaatlere zarar verebileceğini bildirdi. Ama aynı gün Başbakanın şu sözleri medyada çıktı (Sabah, 15.2.09):

“İsrail’le karşılıklı menfaatlere dayalı ilişkiler, askerî ilişkiler, siparişler devam ediyor. Eski-yeni birçok anlaşma var, yürürlüğünü sürdürüyor.”

Davos sonrasında İsrail’le ilişkilerin menfaat esasına dayalı olarak süreceğini açıklayan taraf Genelkurmay olmuştu. Şimdi roller değişmiş; asker İsrail’e tepki gösterirken ilişkilerin süreceği mesajını vermek Erdoğan’a kalmış görünüyor.

Bu karışık tablodan nasıl bir sonuç çıkacağını, İsrail’le ilişkilerin bize zarar vermeyecek ve Filistin’i rahatlatacak bir dengeye oturtulup oturtulamayacağını kestirmek ise şu an için çok zor.

17.02.2009

E-Posta: [email protected]




Ahmet DURSUN

“Life is fun” mı dediniz?



Küresel ekonomik krizin ailevî problemleri gün yüzüne çıkarmaya başladığı, aile facialarının yaşandığı, intiharların ve cinnetlerin arttığı bir döneme girdik. Yurdun farklı yörelerinden gelen cinnet haberleri, günlük hayatımızın büyük bir bölümünü meşgul eden siyasetin acımasızlığı içinde eriyip giderken aslında kapımızı çalan bir gerçeğin de üstünü örtüyor: Toplumsal cinnet.

Kapitalist toplumların “Life is fun” diyerek simgeleştirdiği hayat felsefesinin masumca gözüken ayak oyunlarından birini daha gördük 14 Şubat’ta. Küresel krizin hissettirdiği çaresizlik çığlıkları tüm dünyayı sararken, cinnet haberleri yürekleri dağlarken “Hayat eğlencedir” anlayışının dayattığı tüketim çılgınlığı, değer tanımayan hayat felsefesi, nefisperestliği kutsallaştıran anlayış “sevgililer günü” bahanesiyle bir kez daha gün yüzüne çıktı. Hazlarını ne pahasına olursa olsun ertelemek istemeyen, keyif almayı hayatının merkezine yerleştiren yeni bir nesille karşı karşıyayız ve bu bizi asıl cinnetimiz olan hedonistik bir topluma doğru götürüyor.

Bizim toplumsal cinnetimiz burada başlıyor. Hayatın anlamını sorgulamayan, varlığı hakkında fikir sahibi olmayan bir nesil, ne kadar şikâyetçi olursak olalım, bu toplumun bir eseri olarak içimizde yaşıyor. BOP’un rafa kaldırılmasından sonra uluslararası stratejistlerin Türkiye’ye yüklediği yeni misyon “Yeni Osmanlı”ymış. Makro âlemlerin liderliğini kovalarken, Ergenekonların peşinde koştururken özümüzü, çocuklarımızı ihmal ettiğimizin farkında bile değiliz. Batı, hayatı bir eğlence olarak gören zehirli hastalığını bizim nesillerimize de bulaştırmış durumdadır. Bu durumda, biz kendi çocuklarımıza bile hâkim değilken nasıl oluyor da başka toplumların liderliğine soyunuyoruz sorusunun cevabını aramak, “yeni Osmanlı”nın padişahlığına soyunmaktan daha önemlidir.

Kısa bir zaman önce gündemimizde 367 krizi, bunalımlı seçimler vardı. Anayasal krizler, bombalamalar, Cumhuriyet mitingleri, seçimler, yeni anayasa arayışları… Bugünlerde Ergenekon’un sulandırılıp sulandırılmadığını, Diyarbakır’ı kimin kazanıp kazanamayacağını tartışırken kısa bir mola veriyoruz. Makro gündemin “sevgililer günü” molası… Sonra kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bir iki hafta içinde 28 Şubat sürecini tekrar gündemimize taşıyıp hararetle konuşacağız. Bu muammaların çözümü hayatımızın en önemli gayesi olmuş sanki. Pek itiraf etmesek de iç dünyamızı altüst eden, bizi ümitsizliğe iterek bezdiren tartışmaların içinde nefes alamaz hâle geldik. Bu karmaşa içinde tüketilen bir ömür, ihmal edilen nesiller, yitirilmiş bir gelecek… En önemlisi Yaratıcı-kul ilişkisini zedeleyen insanların tehlikeye attığı sonsuz bir hayat… Sürekli ertelenen asıl gündem…

İnsanın ebede uzanmış emellerinin onun ebed için yaratıldığını ve ebede gideceği gerçeğini gözler önüne serdiğini görebilenlerin, bu dünyanın bir misafirhâne olduğunun farkına varabilenlerin, “Kâinatın neticesi hayat olduğu gibi, hayatın neticesi olan şükür ve ibâdet de, kâinatın sebeb-i hilkati ve maksud neticesi olduğu” hakikatini okuyabilenlerin sorumlulukları her geçen gün fazlalaşıyor. “Bu hayatın gayesi rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârâne nimetlenmektir” diyerek hayata karşı bir küfran-ı nimetle toplumumuzu hazcılık cinnetine doğru sürüklemek isteyenlere karşı Risâle-i Nur müellifinin reçetelerine ne çok ihtiyacımız var. Üzerimizde oynanan oyunları bozmak, yeni nesillerimizi bu hakikatlerle tanıştırmak; hayatı “Şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi, hem en büyük neticesi, hem en parlak nuru, hem en lâtif mayası, hem gayet süzülmüş bir hülâsası, hem en mükemmel meyvesi, hem en yüksek kemâli, hem en güzel cemâli, hem en güzel ziyneti” şeklinde tarif ederek hayatın gayesini ve neticesini hayat-ı ebediye olarak belirten, bize hayatı bahşeden Zât’a şükür, ibadet ve muhabbetti hatırlatana en azından bir minnet borcudur.

17.02.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Başka bahara



Uzun süredir Türkiye’nin gündemini meşgul eden ‘yeni anayasa’ hazırlanması konusunda yeni bir taahhütte bulunuldu. Başbakan, “Bizi bu darbe anayasasından ne zaman kurtaracaksınız?” şeklindeki bir soruya “Nisan...” karşığını vermiş.

Bu cevap sonrasında “Bunca yıl bekledik, iki ay daha bekleriz” demek mümkün. Fakat netice olarak beklediğimize değecek mi? “Nisan”da demek, “29 Mart’taki mahallî seçimlerden sonra” anlamına geliyor. Böyle bir çalışma başlasa bile kısa sürede neticeye varması mümkün görünmüyor. Çünkü hatırlanacağı üzere daha önce de benzer çalışmalar yapıldı, ‘yeni ve sivil bir anayasa taslağı’ da hazırlandı. Ancak bu çalışmalar neticeye ulaşamadı.

Bu çalışmaların neticeye ulaşamamasında elbette ana muhalefet partisi CHP’nin öncülük ettiği ‘her şeye karşı’ cephesinin büyük payı vardır. Sivil anayasanın gecikmesini, sadece CHP’nin sırtına yüklemek de doğru değildir. CHP’nin varlık sebebinin zaten ‘iyi’liklere karşı çıkmak olduğu bellidir. Türkiye’de iş yapmak isteyen CHP ya da onun temsil ettiği cenaha değil, milletin taleplerine kulak vermelidir.

Unutmamak lâzım ki ‘tek başına iş başına’ gelen hükumet ilk günden itibaren ‘acil eylem planı’ açıklamış ve yeni anayasa hazırlamayı o günlerde vaad etmişti. Aradan yıllar geçti, seçimler geçti ve hâlâ bu konuda bir arpa boyu yol alınabilmiş değil. Son aylarda ‘acil eylem planı’ da unutulmuş gibi görünüyor. Vaad edilen konuların yüzde kaçının geçrekleştirildiğine dair bir istatistik de yayınlanmıyor. Tam bir unutma ve unutturma sözkonusu.

Yeni anayasa hazırlanması konusundaki geçmiş ihmalleri bir yana bıraksak bile, Nisan 2009’da yapılması düşünülen çalışmaları CHP’nin ‘uzlaşma’sına bağlamak başlı başına bir hatadır. Çünkü CHP’nin Türkiye ve dünya şartlarına uygun, sivil ve demokrat yeni bir anayasaya ‘evet’ demesi kolay değil. Bu partinin son aylarda ortaya koyduğu tavır, muhtemel bir ‘uzlaşma’nın daha sıkıntılı bir anayasayla ancak mümkün olabileceğini düşündürüyor.

Hükümet gerçekten de sivil ve Türkiye’nin ihtiyaçlarını karşılayabilecek demokrat bir anayasa hazırlamak istiyorsa milletle uzlaşmayı esas almalıdır. Aynı zamanda AB üyeliği yolundaki kararlılığını da muhafaza etmelidir. Nihayetinde dünya da bir ‘köy’ hükmüne geçtiğine göre, ‘AB/Kopenhag Kriterleri’yle bu yolda yürümek daha kolaydır.

Çok geç kalmış olmakla birlikte yeni anayasa hazırlanmasıyla ilgili ‘vaad’i müjdeli bir haber olarak değerlendiriyoruz. Tek endişemiz, ‘daha sivil bir anayasa yapacağız’ diye yola çıkanların, 12 Eylül 1980 ‘ihtilâl anayasasını aratır bir anayasa’ yapma ihtimalidir. Uzak bir ihtimal olmakla beraber, böyle bir hataya düşülmesi de mümkündür. Eğer, “CHP ve temsil ettiği anlayışla uzlaşalım, şunları-bunları küstürmeyelim” denilecekse böyle bir ihtimal gerçekleşebilir.

Nisan 2009’daki maddî baharla birlikte, demokrasi ve hürriyet çiçeklerinin açmasına ne kadar da arzu ederiz. Yasaksız ve yasakçısız bir ülkede yaşamak hepimizin hakkı...

17.02.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Davos yerini buldu” mu?



Davos sonrası Türkiye’nin tam da başta ekonomik kriz, vâhim boyutlara ulaşan işsizlik, “Ergenekon dâvâsı” ve mahallî seçimlerle gerçek gündemine yöneldiği bir sırada, İsrail seçimlerinin ardından İsrail Kara Kuvvetleri Komutanının “çıkışı”na Ankara’nın “tepkisi”, gündemi yeniden dışa kaydırdı.

Bu arada İsrail seçimleriyle ortaya çıkan tabloyu değerlendiren Başbakan Erdoğan, seçim meydanlarında partililerin “Bize Davos’u anlat!” tempolarına, “Davos’u zaten televizyonlarda günlerce izlediniz; İsrail’de seçimler yapıldı, Davos yerini buldu” cevabı doğrusu şaşırtıcı oldu.

Davos’un nasıl yerini bulduğunu bir türlü anlatmayan Erdoğan, herhalde 27 Aralık’ta başlayıp 22 gün süren, yarısından fazlası çocuk ve kadın olmak üzere bin dört yüz Filistinli’nin katledilmesi ve beş binin üstünden insanın yaralanmasıyla sonuçlanan Gazze saldırısı öncesi görüştüğü İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in seçimlerde geride kalmasını kastetmekte.

Erdoğan’ın sözkonusu “operasyon”dan önce veda için Ankara’ya gelen Olmert’le altı saat boyunca başbaşa neyi görüştüğü muamması dururken, İsrail’deki seçim sonuçlarını, Ankara’nın en ufak bir diplomatik tavır ve tepki göstermediği Davos’taki “çıkışı”na bağlaması, seçmeni yönlendirmeye yönelik bir iç siyasî propaganda olduğu anlaşılmakta.

Çünkü İsrail’deki seçim sonuçları hiç de sevinilecek gibi değil. Olmert dördüncü sıraya düştü, ama Filistin’e acımasızlıkta ve zulümde birbiriyle yarışan Olmert hükümetinden daha ileri partilerin karmaşık katliamcı koalisyon ihtimalleri ortaya çıktı…

DAVOS’U SEÇİM RANTINA

DÖNÜŞTÜRMENİN AKIBETİ…

Tablo şu: Her fırsatta gerekirse en basit bir “roket” bahanesiyle yeniden Gazze’ye saldıracaklarını ve bu defa hiç acımayacaklarını açıkça söyleyen İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni’nin Kadima Partisi 28 milletvekiliyle birinci; Savunma Bakanı olarak bütün Gazze şeridini işgal edip Filistinlileri toptan imha taraftarı Ehud Barak’ın Likud’u 27 milletvekiliyle ikinci oldular.

Ancak bu her iki partinin sayısı tek başına iktidara yetmiyor. Görünen o ki her halûkârda İsrail’de bir koalisyon hükümeti kurulacak. Ve son “Dökme Kurşun Operasyonu” sırasında Gazze’ye atom bombası atılmasını öneren, Araplara “İsrail’e bağlılık sadakat yemini” yaptırmayı plânlayan aşırı ırkçı Avigdor Lieberman’ın 15 milletvekiliyle üçüncü olan “Yisrael Beitenu (İsrail Evimiz) Partisi” her iki durumda koalisyonun ortağı oluyor.

Eski Sovyetler’den gelen bir “Rus göçmeni” olan Lieberman, İsrail’de Yahudi oranını yüzde 100’e çıkarmak için nüfusun yüzde yirmisini oluşturan Arapların İsrail’den tamamen sürülmesini siyasî amacının başına koymuş. İsrail’in 67 savaşlarıyla Filistin’in yüzde 70’ini işgali yetmemiş gibi ilâveten Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimcileri için karşılıklı toprak takasını istiyor ve Siyonist İsrail’i yeterli bulmayıp daha da saldırgan olmasını savunuyor.

İsrail’de bile seçim afişlerinde “20. yüzyılın diktatörleri”yle kıyaslanan, “Mussolini’yi, Stalin’i sevip kaçırdıysanız ona aşık olacaksınız!” diye tanıtılan Lieberman’ın partisinin yanısıra, İsrail ordusunun mülteci kamplarını bombalamasını ve Gazze katliamını yetersiz gören “aşırı dinci” bilinen “Şas” ve “Yahudi Evi” gibi partiler de kurulacak koalisyonun ortakları olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü başta Lieberman olmak üzere soykırım ve vahşet programlarıyla övünen bütün bu partiler iktidar ortağı olmak için pazarlığa oturmuş…

Kısacası İsrail Parlamentosu Knesset’te iki devletli çözümü reddeden, Filistinlilere hayat hakkı tanımayan soykırım taraftarı aşırı ırkçı ve daha da siyonist partiler yüzde 70’i bulmuş. Bunlara nazaran bir derece “ılımlı” kalan sol partiler yüzde 30’da kalmış...

Bu durumda Erdoğan’ın, “Davos yerini buldu” te’vili, seçmenin gözünü boyamaktan başka hiçbir anlam ifâde etmiyor. Davos sonrası İsrail’le hiçbir anlaşma ve ihâleyi iptal etmeyen, askıya almayan, üstelik Ankara-Telaviv ilişkilerini ve işbirliğini daha da derinleştirip attıran AKP sadece seçim meydanlarında “akıbetsiz Davos”u seçim ve oy rantına dönüştürme peşinde…

ANKARA YİNE “KINAMAK”LA

GEÇİŞTİRMEMELİ…

Gerçek şu ki Davos sonrası onca çağrıya rağmen AKP siyasî iktidarı en ufak bir yaptırımda bulunmadı. Ne İsrail’le “stratejik askerî işbirliği”ne ara verildi, ne de savunma sanayii ve silâh ihâlelerinden vazgeçildi. Dışişleri’nden İsrail’e bir “nota” dahi iletilmedi, Telaviv’deki Türkiye Büyükelçisi geçici bir süre için de olsa Ankara’ya çağrılmadı. Ankara’daki İsrail Büyükelçisi, “yanlış anlaşılır” mülâhazasıyla Dışişleri’ne davet edilmekten çekinildi…

Dahası Davos sonrası ilk bakanlar kurulu toplantısından “İsrail’le stratejik ilişkilerin daha da arttırılması” kararı çıktı. Başbakan Yardımcısı ve hükûmet sözcüsü Cemil Çiçek, İsrail’le her türlü işbirliği ve askerî anlaşmaya devam etme kararlığında olduğunu açıkladı. O denli ki İsrail, “Ne yaparsam yapayım, yanımda kâr kalıyor” zehâbına kapıldı, daha da cür’etlendi… Sonunda İsrail Kara Kuvvetleri Komutanı Tümgeneral Avi Mizrahi, açık açık Türkiye Başbakanına küstahça saldırdı; Türkiye’yi “soykırım yapmak”la itham etti…

Erdoğan’ın Davos’ta MOSSAD eski ajanı ve terörist Peres’e, “Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” sözüne nâzire yaparcasına Türkiye Başbakanına, “Önce aynada kendine baksın!” diye cevap veren, Osmanlının ve verâsetini taşıyan Türkiye’nin zamanında Ermenileri katlettiğini ve bugün de Kürtleri öldürdüğünü ileri süren İsrail’li komutanın görüşleri hakkında İsrail hükümetinden hâlâ ciddî ve resmî bir açıklama gelmiş değil.

Bir tek İsrail ordu sözcüsü, bir nevi Türkiye ile alay edercesine Tümgeneral Avi Mizrahi’nin Türkiye ile ilgili görüşlerinin “kurumsal olmadığını” ve İsrail ordusunu bağlamadığını açıkladı. Lâkin hemen peşinden de “General Mizrahi “Dökme Kurşun Operasyonu”ndan İsrail asker ve subaylarının gösterdiği moral ve profesyonel davranışlarından övgüyle sözetmiştir” denilerek, büyük bir pervâsızlıkla İsrail’in Gazze katliamının arkasında olduğunu âdeta Ankara’nın gözüne sokmakta. Güya “tavzih” ederken bile “stratejik işbirliği” içindeki Türkiye’ye saygısızlıktan çekinmemekte…

Ve bütün bu olanların ortasında Ankara daha yeni yeni İsrail’den izâhât istemekte; daha önce İsrail’le ilişkileri devam ettirme kararını açıklayan hükümet sözcüsü Çiçek, ilk kez bunun “kabul edilemez olduğunu” dile getirmekte. Gazze saldırısında ve Davos sonrasında Dışişlerine çağrılmayan İsrail’in Ankara Büyükelçisi Gabi Levi Dışişleri’ne çağrılmakta…

Özetle Ankara’nın beslediği karga, Türkiye’nin gözünü oymaya devam etmekte. İsrail’in küstahlığına karşı artık birkaç cümlelik “kuru kınamalar”la geçiştirilmemeli. Mutlaka başta silâh ihâleleri olmak üzere askerî işbirliklerinin iptalini gündeme getirmeli. Zira İsrail’e alttan aldıkça daha da şımarmakta…

17.02.2009

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Yol arkadaşlarımızı tanıyalım



Koca Yunus ne güzel söylemiş. “Gelin tanış olalım işi kolay kılalım.” Demek ki tanış olmakla, birbirimizi yakından tanımakla zorlukların üstesinden kolaylıkla gelmek mümkün olacaktır. Bugün bir çok zorlukla karşılaşıyor ve bunları aşmakta zorlanıyorsak, yeteri kadar tanışmıyoruz demektir.

İnsan, kendisine verilen akıl, kalp, gönül, göz, kulak ve dil gibi nimetlerle, başka varlıkları bilir, öğrenir ve tanır. Merak duygusu insanın gözünü gökyüzünde gezdirir, elini gezegenlere uzatır, hayalini yıldızlara yollar. Denizlerin diplerinde, dağların zirvelerinde, ormanların derinliklerinde, buzulların burudetinde ne var ne yok merak eder. Eğer varsa, oraların sakinleri ile tanışmak ister. Karıncalardan kuşlara kadar, bütün mahlukatın dilini öğrenmeye çalışır. Tek gayesi, onlarla konuşmak, onların hayatını ve mahiyetini yakından bilmektir.

Tanışmaya, bilmeye ve öğrenmeye bu kadar meraklı olan insan, her nedense kendi hemcinsleri olan diğer insanlarla tanışmak konusunda o kadar meraklı ve istekli değildir. İnsanlar gerçekten tanışmış olsalar, birbirlerini yakından tanısalar, yeryüzünde ne fitne ve fesat çıkar, ne de bu kadar kan dökülürdü. Ayda, Merihte ve başka gezegenlerde kendisine komşu arayan insanlar, aynı apartmanda yaşadığı komşusunun adını bilmiyor, hâlini anlamıyor, derdine ve sevincine ortak olmuyor. Ondan sonra da başka dünyalarda başka canlılarla tanışmaya çalışıyor.

İnsanları tanımak için önce yakın çevremizi tanımak gerekiyor. Yakın akrabalarımızı, aile fertlerimizi, hatta kendimizi tanımakla işe başlamalıyız ki, Yunus Emre’nin murad ettiği gibi “tanış” olabilelim. Acaba kendimizi ne kadar tanıyoruz? İstidatlarımızın ve ihtiyaçlarımızın ne kadar farkındayız ? “Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum?” sorularına makul ve mantıklı cevaplar verebiliyor muyuz? Cebimizden nüfus kağını çıkartıp da, “Benim adım şu, falandan olma, filandan doğma, falan yerin nüfusuna kayıtlı” diyerek kendimizi tanımaya çalışırsak, hiç bir zaman tanıyamayız. Öyleyse ne yapmalıyız?

Evvelâ sağ elimiz ile sol elimizi bir tutalım, “Merhaba kendim” diyelim. Hatta kollarımızı göğsümüze kavuşturup kendimizi şöyle bir kucaklayalım. Aynanın karşısına geçip, gözlerimizin içine bakalım. Yüzümüzdeki güzelliğin, azalarımızdaki âhengin, bedenimizdeki sanatın farkına varalım. Bizi bu kadar hikmetle yaratıp, bu kadar nimetle donatan Hâlıkımız bizden ne istiyor, bizi bu dünyaya niçin göndermiş, buradan nereye nakledecek, bu soruların cevabını arayalım.

Yunus Emre, “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir” derken, gerçek ilmin insanın kendini bilmesi olduğunu ifade ediyor. Bediüzzaman da, “Ey kendini insan bilen insan, kendini oku” diyerek, insan olmanın kendini bilmekle mümkün olduğunu belirtiyor. İnsanın kendini bilmesi için kendini okuması gerekir. Her insan, Cenâb-ı Hak’kın bir mektubudur. Beden zarfına yerleştirilmiş, yüzüne “tevhid” mührü vurulmuş, hayat postası ile dünyaya gönderilmiştir.

Kendini okuyan bir insan, Cenâb-ı Hak’kın isim ve sıfatlarının cilvelerini yansıtan bir ayna olduğunu, ruhlar âleminden gelip, dünyadan, kabirden, haşirden ve sırattan geçerek ebed diyarına doğru uzun bir yolculukta bulunduğunu anlayacaktır. Bu uzun yolcuğunda yalnız olmadığını, kendisi gibi diğer insanların ve kâinatın da aynı şekilde bir seyeran ve seyahat halinde olduğunu görecektir. Öyleyse, bizimle birlikte aynı istikamete doğru yol alan bütün varlıklar bizim yol arkadaşlarımızdır.

İnsan yol arkadaşları ile tanışmak, anlaşmak, sohbet etmek ve birlikte güzel bir yolculuk yapmak ister. En yakın yol arkadaşı ise, eşi ve çocuklarıdır. Sonra akrabaları, komşuları, hemşehrileri ve vatandaşları gelir. Daireyi biraz daha büyütürse, bütün insanların kendisi ile birlikte seyahat eden yolcular olduğunu görür. Biraz daha dikkatli bakarsa, insanlardan başka hayvanların, bitkilerin ve tüm canlıların aynı yolun yolcusu olduğunu anlar. İnsan kendisi ile tanıştıktan sonra, çevresindeki insanlarla da, hemşehri ve vatandaşları ile de, başka milletlere mensup olanlarla da tanışmak gereğini hisseder. Onları anlamak, kendini onlara anlatmak, dünya gemisindeki nimetleri bütün yolcularla paylaşmak ihtiyacını duyar.

Bu dünya gemisinde sadece insanlar yolculuk yapmıyor. Hayvanlar, bitkiler ve cansız varlıklar da bulunuyor. İnsan, onların da yol arkadaşıdır. Yolculuğu esnasında onların da hakkını gözetmek, onlarla da iyi geçinmek zorundadır. İşte o zaman yolculuğu rahat ve huzur içinde geçer. Mahall-i maksuduna selâmetle ulaşır.

Öyleyse gelin yol arkadaşlarımızla yeniden tanış olalım, yolculuğumuz kolay kılalım.

17.02.2009

E-Posta: [email protected]




Fatma Nur ZENGİN

Kahire’de huzur dolu anlar



Aslında bu hafta Türkiye’den yazmayı planlıyordum, ama Mısır’a dair yazacak birkaç şey birikti. Sanki tam gitmeden önce Mısır yine kendini sevdirecek bir yan buldu. Akşama kadar yara-mazlık yapmasına rağmen, masumane bir şekilde annesinin eteğine yapışan ve kendini affettiren bir çocuk gibi, “Kahire'siz de olmaz” dedirtti bir kere daha.

Kahire’nin sevimliliklerinden bahsetmeden evvel, burada Türklerin yaşadığı sorunlardan birine değinmek istiyorum. Mısırlılar, daha önce de bahsettiğim gibi, yeni tanıştıkları bir insana iki-üç dakikalık bir sohbetten sonra, hemen çok özel sorular sorabiliyorlar. Bunların içinde de, en başta dinle ilgili sualler geliyor. Türklerin yüzde 99’unun Müslüman kimliğine sahip olduğunu bilmemelerini bir zaman sonra mazur görmeye başlayabiliyor insan, ama başörtülü bir bayanın Müslüman kimliğinden de şüphe edilmeye başlandığında, bazen insanın sinirlerine hâkim olması güçleşiyor.

Okulda tek tük yabancı öğrenci olduğumuzdan dolayı, kalabalık nüfusa rağmen hemen fark edilebiliyoruz. Bu yüzden hemen hemen tüm hocalar, öğrenciler isimlerimizi biliyorlar. Geçen yıl okul koridorunda yürürken arkamdan “Fatma, Fatma” diye birinin seslendiğini işitmiştim. Ama bana genelde “Fatma Nur” yahut “Nur” diye hitap ettiklerinden ve Mısır’da çok fazla “Fatma” ismi olduğundan üze-rime alınmamıştım. En sonunda arkamdan gelip çekiştirmek suretiyle beni durduran arkadaşım “Senin adın ne?” diye bir soru yöneltti. Adımı tekrarlamama rağmen, “Hayır, ilk adını soruyorum” diye sordu. “İlk adım ‘Fatma,’ ama benim iki ismim var, ve ikincisi de ‘Nur’ “ dediğimde ise, ismimin pasaportumda nasıl yazıldığını sordu. Bir nevi bu vakitsiz sorgu sualden sıkılmıştım, fakat öte yandan da hem okul arkadaşımı kırmak istemiyordum, hem de Türklerin imajını muhafaza görevimi sabırla korumaya gayret ediyordum. Tüm bunların üzerine bu soru geldiğinde de, tam adımı söyledim. Bunun üzerine arkadaşım, “Onu değil, Müslüman olmadan önceki ismini merak ediyorum” dediği zaman, bıçak kemiğe dayanmışçasına “Sen bu dünyaya gelmeden de ben Müslümandım” diye cevap verdim kendisine. Çeşitli ırklara benzetmeleri, Türklere yönelik doğrudan ve keskin eleştiri yahut hükümlerini insanların yüzüne söylemeleri bir yana, bu bazen (belki de öyle olmaması gerekliydi ama) bir hakaret derecesinde beni rahatsız eder hal alıyordu.

Gerçi sonra Mısır’da Türk halkının ve Türkiye’deki hayatın nasıl lanse edildiğini de göz önünde bulundurarak, insanlara daha açıklayıcı bilgiler vermeye çalışma kararı aldım ve sorularına sabırla cevap verme azmi gösterdim. Ama bazen insanın sabrı son noktasına da gelmiyor değil. Fakat birkaç gün önce kardeşimle yaşadığımız bir olay, hem kızgınlığımı aldı, hem de neden biz Türklere dair böyle sorular sorduklarına kısmen cevap da olmuş oldu. Kahire’nin turistik çarşısı Han el Halili’den dönerken, o rengârenk, cıvıl cıvıl ve neşe dolu ortamın vermiş olduğu psikolojinin etkisiyle, Ezher Camiinin önüne doğru taksiye binmek üzere yürümeye başladık. Altgeçide girerken çok güzel bir Kur’ân-ı Kerim yayını olduğunu duyduk ve içimizi bir huzur kapladı. Ama hiçbir yerde hoparlör göremeyince, şaşkınlığımızı gizleyemedik. Biraz yürüdükten sonra, altgeçidin ortasında, fiziksel engelli Mısırlı bir amcanın, yerde oturarak Kur’ân okuduğunu fark ettik. Bütün altgeçidi kaplayan gür sesi, tüm kıraat kurallarına uyan okuyuşuyla tüylerimizi diken diken eden amcayı Mısırlılar da büyük bir huşuyla dinliyorlardı. Gözlerimizin kenarında biriken bir damla yaş, aklımıza, “Türkiye’de böyle birşey olsa acaba ne olurdu?” sorusunu da getirdi. Ama o an için, bize Kahire’yi ve Mısır’ı bir kere daha sevmek ve dolu dolu yaşamak düşüyordu sadece. Kimi zaman sorgulamadan... Kimi zaman da sorgulayanlara kızmadan…

17.02.2009

E-Posta: [email protected]




Umut YAVUZ

Seçimlerin galibi Herzl mi?



İsrail’de Gazze savaşının gölgesinde erken genel seçimler yapıldı. Seçimlerin sonucunda hiçbir parti tek başına iktidar olabilecek koltuk sayısına erişemedi. İsrail siyasetinin iki büyük partisi Likud ve Kadima ise neredeyse başabaş bir sonuç elde ederek, koalisyona giden yolu açtılar.

Seçim sonuçlarına göre Tzipi Livni’nin Kadima’sı 28 sandalye, Benyamin Netanyahu’nun Likud’u 27 sandalye, Lieberman’ın “İsrail Evimiz” Partisi 15 sandalye ve aşırı radikal Şas partisi de 11 sandalye kazandı. Ayrıca Ehud Barak’ın İşçi Partisi de 13 sandalye elde etti.

Bu sonuçlara göre İsrail’de kurulacak herhangi bir hükümetin muhakkak sağ kanat partilerinin ağırlığı ve yönetiminde olacağını anlayabiliriz. Zira Knesset’te toplam 120 sandalye bulunuyor. Hükümet kurmak için gerekli olan sandalye sayısı ise 61... Dolayısıyla Livni ve en büyük rakibi Netanyahu’nun ikisinin büyük bir koalisyon kurması halinde bile bir üçüncü partiye ihtiyacı olacağı aşikar.

Bu iki partinin bir araya gelip bir ulusal birlik hükümeti kurması için çeşitli görüşmeler yapılsa da, bundan sonuç çıkmayacaktır. Livni’nin aşırı sağcı diğer partiler ile üçlü bir koalisyona yanaşmayacağı da göz önünde bulundurulunca, geriye Netanyahu başkanlığında ciddi mânâda radikal bir koalisyon ihtimali kalıyor.

İsrail’de en çok bu koalisyona şans tanınıyor. Netanyahu’nun Likud’u yanına “Evimiz İsrail” ve “Şas” partilerini de alarak yeni hükümeti tesis edebilir.

Kadima ise muhalefette kalabileceklerini, zira bunu aşırı sağcı bir koalisyonda yer almaya yeğleyeceklerini açıkladı. Nitekim son olarak Kadima’nın lideri Tzipi Livni, aşırı sağcı Benyamin Netanyahu’nun Başbakan olacağı bir hükümette yer almayacağını açıkladı. Livni, hükümette ikinci adam olmaktansa muhalefette yer almayı tercih ettiğini söyledi. Livni’nin bu açıklamasıyla merkez sağdaki Kadima ile aşırı sağcı Netanyahu liderliğindeki Likud’un ulusal birlik hükümeti kurabileceği yönündeki beklenti de boşa çıkmış oldu.

Şimdi aşırı sağcıların 65 sandalye kazandığı seçimde, hükümeti, ikinci parti olan Likud’un lideri Netanyahu’nun kurması bekleniyor.

Bu seçimlerin kilit partisi ise Avigdor Lieberman’ın başını çektiği “Evimiz İsrail” partisi ile Eliyahu Yişai’nin Şas partisi. Bu iki parti de İsrail’de aşırı kanatları temsil ediyor. Özellikle bu seçimlerde yükselişe geçen Evimiz İsrail partisinin başkanı Lieberman’a dikkat etmek gerekiyor. Zira bir Moldova göçmeni olan Lieberman’ın fikirleri oldukça keskin ve zalimce. Siyasete girdiği ilk günden beri radikal söylemlere sahip olan Lieberman, savaşın gölgesinde yapılan seçimlerde, saldırganlığın zirve yaptığı bir iklim sayesinde bu kadar güçlü bir sonuç elde etti. Neticede de İsrail’de yönetimi etkileyecek ve belirleyecek bir güç kazanmış oldu. Zira Netanyahu’nun kuracağı herhangi bir hükümette bu iki partinin söyleyecekleri çok etkili olacaktır. Zira varlıkları hükümetin devamını, çekilmeleri ise dağılmasını sağlayacaktır.

Bu bakımdan siyasi analistlerin bir çoğu İsrail’de yapılan seçimleri bir nevi Siyonizmin zaferi olarak yorumluyorlar. Yani halihazırda saldırgan politikaları benimseyen İsrail’de önümüzdeki dönemlerde Siyonist arkaplanı oldukça güçlenmiş bir hükümet ile karşı karşıya kalınabilir.

Dünya ve Orta Doğu politikaları Bush’tan sonra Obama ile bir yumuşama sürecine gidecekken, İsrail’den bu şekilde radikal bir sonuç çıkması durumu ne yönde etkiler bunu zamanla göreceğiz.

Ancak seçim değerlendirmelerinin bir çoğu, bu seçimin sonuçlarının İsrail’i, Siyonizmin fikir babası Theodor Herzl’in fikirlerine yaklaştıracağı yönünde. Zira sözgelimi Lieberman’ın Araplara yaklaşımı ile Herzl’in yaklaşımı arasında kesinlikle bir fark görünmüyor. Dolayısıyla İsrail seçimlerinin galibi ne Livni ne de Netanyahu’dur. Seçimlerin asıl galibi Herzl’dir denilebilir.

Şimdi kimileri “ne fark eder?” diye sorabilir. Zaten seçimlerin yapıldığı gün Gazze’lilere İsrail seçimleri ile ilgili fikirleri sorulduğunda “Bizim için kimin kazandığı önemli değil. Hepsi aynı. Hepsi sonunda gelip bizim evlerimizi bombalayacaklar” diyorlardı. Bu konuda pek de haksız sayılmazlar.

Ancak bunun tam tersini düşünenler de var. Bunlar İsrail’de zaman zaman Siyonist fikirlerden uzaklaşılıp, daha barışçıl ve uzlaşmacı politikalar izlendiği dönemler yaşandığını öne sürüyorlar.

Ancak Gazze’de 18 aylık bir ateşkesin konuşulduğu bu günlerde İsrail’de yükselen bu radikalizm, sözkonusu ateşkesin ne denli kalıcı olacağı hususunda ciddi manada soru işaretlerine sebep oluyor...

Diğer değişle İsrail önümüzdeki dönemde daha da saldırganlaşabilir...

17.02.2009

E-Posta: [email protected]




Ali OKTAY

Müzikbir Meslek Birliği kuruldu



Geçtiğimiz yıllarda telif hakları ve korsanla mücadele konusunu birçok yazımızda işlediğimizi hatırlayan okurlarımız vardır sanırım. Bu yazılarda, müzik sektörünün özellikle manevî, dinî müzik ve yayın yapan camianın çok zor şartlar altında yeni bir şeyler yapmaya çalıştığını, ayakta kalmak için uğraştığını, ama artık bunun da dayanılmaz bir noktaya geldiğini belirtmiş, okurlarımızı halkımızı uyarmış bu çabaya destek olmalarını istemiştik. Gerçekten duyarlı destek mesajları kadar , “ama albümler de çok pahalı” ya da “ mademki bu da bir hizmet yarışıdır niye engelliyorsunuz” gibi tepkilerde almadık değil. Yani ne yazık ki bazı dinleyicilerimiz için ilâhî CD’lerini izinsiz çoğaltıp dağıtmak ya da bu tür yayınları 1-2 TL ye alıp sağa sola vermek, internet sitelerinde bunun yayılmasına zemin hazırlamak bir nevi “hizmet”ti ve “Bunu yapmayın, maddî-manevî emeğini buna harcayan üreten sanatçıların yapımcıların şevkini kırıyorsunuz” diyen bizler ise “İslâma hizmete” mani oluyorduk. Demek ki vermek istediğimiz mesaj yeterince anlaşılamamıştı veya anlamak istenmemişti. Nihayet günden güne kötüye gidiş hızlandı. Bugün “bizim camiada” dinî hassasiyetle eser üreten birçok firma kapandı, birçok insan işsiz kaldı. Sanatçıların çoğu artık sahnelerde yer almıyor. Çünkü yeni bir şeyler yapmak artık neredeyse imkânsız gibi. O zamanlar söylediğim bir şey vardı: “Nasreddin Hoca’nın yaptığı gibi (elbette mesaj vermek amaçlı) bindiğimiz dalı kesmeyelim.” Şimdi dal koptu ve yere düştük ne yazık ki.

Bu ve bunun gibi yaşadığımız sıkıntılar karşısında elbette elimizi kolumuzu bağlayıp durmak doğru olmayacaktı. 2006 yılına kadar belli aralıklarla toplanıp fikir üretmeye çalışan çözüm yolları aramak için uğraşan pek çok yapımcı ve sanatçı arkadaşımızla birlikte nihayet 4 Eylül 2006’da Müyader’i yani Müzik ve Sinema Yapımcıları Sanatçıları Dağıtımcıları Derneğini kurmuştuk. Bu dernekte Azim Dağıtım, Marmara Müzik, Beyza Müzik, Berekât, Moral Prodüksiyon, Nil Sesli Yayıncılık, Ajans Yıldırım, Adım Prodüksiyon, Semerkand, Metropol, Atlas Yayıncılık gibi bir çok önemli yapımcımızın yanı sıra Mustafa Demirci, Eşref Ziya Terzi, Hakan Aykut, Alper gibi sanatçı dostlarımız da vardı. Toplantılar sürerken bu çabanın daha ileri düzeyde, kurumsal olarak yapılması fikri belirginleşti ve “Neden biz de bir müzik meslek birliği kurmuyoruz” sorusu toplantılarımızın ana gündem maddesini oluşturmaya başladı. Kuracağımız Meslek Birliğinin hukukî altyapısını oluşturmak üzere değerli hukukçu meslektaşım Av. Dr. Cahit Suluk’la çalışmalara başladık. Beyza Müzik'in kurucusu ve sanatçı dostumuz Mustafa Demirci’nin önemli gayret ve çabaları ile yine büyük katkı yapan birbirinden değerli yapımcı üyelerimizle defalarca toplandık. Fikir ve Sanat Eserleri Kanununda istenen yeterli sayısal çoğunluğa ulaşınca resmî başvurumuzu yaptık. Önümüze çıka(rıla)n engelleri de Cenab-ı Hakkın yardımıyla aştıktan sonra Ankara'dan müjdeli haberi aldık. Meslek Birliğimizin kuruluşu Kültür Bakanlığınca onaylanmıştı. 14 Nisan 2008 tarihinde resmen faaliyet izni verilen Müzikbir Meslek Birliği’miz bu suretle faaliyete geçti. Müzikbir’in 2008 yılında yapılan genel kurul sonucu başkanlığa Mustafa Demirci, Yönetim Kurulu üyeliklerine ise Mehmet Burhan Genç (Zaman Yapımcılık), Tevfik Arslan, (Nil Sesli Yayıncılık), Gültekin Alihocagil (Moral Prodüksiyon), Eşref Ziya Terzi (Marmara Müzik), Murat Avanoğlu (Berekât), Hasan Taştan Yıldız (Azim Dağıtım) seçildi. Ayrıca Altınoluk, Erkam, Damla, Medya Ofis, Marşandiz, Mina, TFM Müzik gibi camianın önemli yapımcıları durumundaki 35 üye ile yola çıkan Müzikbir henüz birkaç ay geçmeden üye sayısını 45'e çıkarmaya başardı. Meslek Birlikleri içinde tabiri caizse ışıl ışıl parlayan, camia için bir umut kaynağı olmayı başaran Müzikbir inşaallah çok güzel işlere imzalar atacaktır. (Müzikbir’in merkez adresi: Fevzipaşa Cd., Bilgili Apt., No:42, Fatih-İstanbul, Tel: 0212 532 57 52, www.muzikbir.org)

17.02.2009

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Şaban DÖĞEN

En büyük günah: Şirk



“İnsanoğlunun işleyebileceği en büyük günah nedir?” diye sorulsa “Şirktir” dense çok doğru cevap verilmiş olur.

Çünkü şirk, yani Allah’a ortak koşmak en büyük haksızlıktır. Kur’ân’ın ifadesiyle, “Şirk, en büyük zulümdür.”1

Şirk Allah’ın ortağı, yardımcısı olduğuna inanmak; başka ilâhlar kabul etmek; sadece putlara inanmak değil, Allah yerine tabiata, sebeplere tesir ve yaratıcılık vermek, yaratıkları tesadüfe havale etmek, kendi kendine olduklarını iddia etmektir.

Şirk affedilmez bir günahtır. Kur’ân, “Muhakkak ki Allah, Kendisine ortak koşulmasını affetmez; bundan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Allah’a ortak koşan ise, pek büyük bir günah ile iftirada bulunmuştur”2 buyurur.

Gerçekten şirk koşan, pek büyük bir günah işlemekte, iftiraya girmektedir.

Herşeyden önce Esmâ-i Hüsnâya karşı hakarettir, iftiradır şirk. Zerreden kürelere kadar herşey Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerini, sıfatlarını gösteren bir aynadır, mesajlar yüklü birer mektubudur. Ayna nasıl hangi şeye tutulursa onu özellikleriyle gösteriyorsa herbir yaratık da Allah’ın varlık, birlik, rahmet, ilim, hikmet, kudret, kerem gibi güzel sıfatlarını yansıtmakta, nice isim ve sıfatlarını göstermekte, ilân etmektedir. Hangi varlığa bakılırsa bakılsın bu isim ve sıfatların bir kısmını ağırlıklı olarak görmek mümkündür.

Tarihte örnekleri de görüldüğü gibi bir hükümdarın mektubuna yapılan bir hakaret, onu yırtıp atma savaş sebebi olmaktadır. Herbiri birer sanat harikası olan yaratıkları bir hiç saymak, sahipsiz görmek ondan daha mı az hakarettir?

Şirk aynı zamanda kâinatın hukukuna tecavüzdür, hakarettir; varlıkları mânâsızlıkla suçlamak, Allah’ın varlık ve birliğine olan şahitliklerini reddetmek, onları yalanlamaktır. Herbir yaratık kendi diliyle, “Bizim sonsuz kudret ve hikmet sahibi bir Sanatkârımız var; Onun birer mucizesi, harika birer sanat eseriyiz” derken o bütün bunları şuursuz tabiata, sebeplere ve tesadüfe vermekte; herbiri Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerini gösterdikleri halde bunları inkâr etmektedir. Onun için şirk sayısız varlıklar sayısınca bir iftiradır, cinayettir, zulümdür. Sayısız yaratığın mağduriyeti söz konusudur burada. Onun için de Cenâb-ı Hak onların hukukunu koruma adına inkârcıyı affetmemekte, cezalandırmaktadır. Bugün mağdurun hukukunu koruma, beşerî hukuk sistemlerinin de vazgeçilmez prensipleri arasına yerini almıyor mu?

Demek şirk ve inkâr, dönüş yapılmadıkça, tevbe edilmedikçe affedilmez bir suçtur.

Dipnotlar:

1- Lokman Suresi: 13.

2- Nisa Suresi: 48.

17.02.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kıyamet alâmetleri nelerdir?-1



Ümit Bey: “Kıyamet nedir? Alâmetleri nelerdir?”

Lügatte ayağa kalkmak, kıyama geçmek demek olan kıyamet, terim olarak kâinât düzeninin Allah’ın emriyle bozulması, her şeyin alt üst olması ve yine Allah’ın emriyle her şeyin yeniden yaratılması, ölenlerin diriltilerek ayağa kalkıp mahşere doğru, Allah’ın huzuruna doğru yönelmesi demektir. Bu durumda kıyamet hem genel bozuluşu, genel yıkılışı, hem de yıkılıştan sonra genel dirilişi ifade etmektedir.

Kıyamet, insanlığın gündemine Kur’ân ile girmiş ve zihnine Kur’ân ile nakşolmuş bir gelecek olayıdır. Kur’ân’da kıyamet bir sûreye de ad olmanın yanında, bir çok âyette bahsi geçen bir konudur. Önceki peygamberler ve kitaplar, bir büyük olay olarak Son Peygamberin (asm) gelişini ana haber konusu yapmışlardı. Kur’ân ise kıyametin geleceğini ana haber konusu yapmıştır.

Kur’ân’da kıyamet saati için, vâkıa (kesin meydana gelecek olay), saat (kesin gelecek saat), Et-Tâmmetü’l-Kübrâ (en büyük felâket), hâkka (gerçek olacak olay), gâşiye (şiddetiyle korku veren ve sarsan), Kâria (kapıyı çalacak gerçek) gibi isimler de kullanılmıştır.

İşte Kıyamet Sûresinden birkaç âyet:

“Yemin ederim kıyamet gününe. Yemin ederim kendini kınayan nefse. İnsan öldükten sonra kemiklerini toplayamayacağımızı mı sanıyor? Biz, parmak uçlarına varıncaya kadar onu derleyip toplamaya kâdiriz. Doğrusu insan, ömrünü günahla geçirmek ister. Kıyamet günü ne zamanmış diye sorar. Gözler kamaştığı, ay tutulduğu, güneş ve ay bir araya getirildiği zaman. İşte o gün insan, ‘Kaçacak yer neresidir?’ der. Hayır, sığınılacak hiçbir yer yoktur. O gün varılacak yer, ancak Rabbinin huzurudur. Yaptığı ve yapmayıp geri bıraktığı her şey o gün insana bildirilir.”1

Kıyamet gününün ne zaman geleceği bildirilmemiştir. Kur’ân bu konuda şöyle buyurur: “Kıyamet vaktine dair bilgi Allah katındadır.”2 Bir diğer âyette: “Sana kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar. De ki: Ona dair bilgi ancak Rabbimin katındadır. Ondan başkası onun vaktini açıklayamaz. O gökler ve yer için çok büyük bir olaydır. Size de ansızın geliverir. Sanki onun vaktini biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: Ona dair bilgi ancak Allah katındadır. Lâkin insanların çoğu bunu bilmezler.”3

Üstad Bediüzzaman Hazretlerine göre, dünyanın eceli olan kıyamet saati bilinseydi, ilk ve orta çağdaki insanlar gaflet içine gömülürler, son asırlar ise, kıyamet saatine yaklaştıkça korku ve dehşet içinde kalırlardı. Oysa imtihan sırrı kıyamet saatinin bilinmemesini gerektiriyor.4

Müslüman için esas olan kıyamet vaktini bilmek değil, bir Kur’ân haberi olan kıyamet saatinin geleceğine kesin olarak inanmak ve dünyanın geçici olduğunu kabul ederek, kıyamet saati ile birlikte geleceği asla şüphe götürmeyen kendi küçük kıyameti olan ölüme, dolayısıyla ebedî hayata hazırlık yapmaktır.

Kıyametin zamanı bildirilmemekle beraber, Peygamber Efendimizin (asm) haber verdiği, kıyamet saati ile ilgili olarak bir kısım alâmetler ve işaretler söz konusudur.

Kıyamet alâmetlerini dört kısımda inceleyeceğiz:

1-Kıyametin İlk Habercileri: İnsan iradesi dışında gerçekleşen, Allah’ın din ile ilgili tasarrufları. Yani, son peygamberin (asm) gönderilmesi, son kitabın indirilmesi, son dinin gelmesi, Allah’ın, kıyamete doğru, bizim için haber ve işaret taşıyan ilk tasarruflarını teşkil eder. Başka bir ifadeyle, Peygamber Efendimiz (asm) hakkında “Ve hâteme’n-Nebiyyîn” (peygamberlerin sonuncusu)5 buyuran Kur’ân, bu hükümle bildiriyor ki, peygamberlik halkasının sonuncusu olan Peygamber Efendimiz’in (asm) şahsı, vazifesi, kitabı ve dini ilk kıyamet alâmeti ve habercisidir. Keza, “İkterabeti’s-Saati” (Kıyamet yaklaştı)6 buyuran Kur’ân, bizzat bir kıyamet alâmetidir.

2-Kıyametin Küçük Alâmetleri: Kıyametten önceki zamanlarda değişik yoğunluklarla meydana gelen ve genelde insan iradesinin eseri olan olumsuz olaylar zinciridir. Meselâ, ehliyetsiz insanın söz sahibi olması, adam öldürme olaylarının artması, dinin ihmâl edilmesi, ahlâkın bozulması, savaşların artması, depremlerin artması, dünyaya dalınması, şarabın açıktan içilmesi, zinanın yaygınlaşması, cehaletin artması bunlardan bazılarıdır.7

Yarın inşallah devam edelim.

Dipnotlar: 1- Kıyamet Sûresi: 1-13; 2- Lokman Sûresi: 34; 3- A’râf Sûresi: 187; 4- Sözler, s. 309; 5- Ahzab Sûresi: 40; 6- Kamer Sûresi. 1; 7- Buhari, Tefsir, 79; Hudud, 20; Fiten, 25; Tirmizi, Fiten, 34, İbn-i Mace, Fiten, 25; Ebu Davud, Sünnet, 15

17.02.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İşgalden istiklâle



Osmanlı'nın İstanbul'daki son Meclis–i Mebûsânı, aynı zamanda Ankara merkezli olarak şekillenmeye başlayan yeni Türkiye'nin ilk Meclis–i Mebûsânıdır.

16 Mart 1920'de işgal kuvvetlerinin baskısıyla fiilen dağıtılan ve bir kısmı tutuklanan Meclis–i Mebûsândaki üyelerin önemli bir kısmı gizlice Anadolu'ya geçti. Anadolu'ya geçen mebusların hemen tamamı ise, Heyet–i Temsiliyenin bulunduğu Ankara'da toplanarak, 23 Nisan 1920'de Büyük Millet Meclisini teşkil etti.

İşte, bu mebuslar için yapılan seçimin tarihi Aralık 1919'dur. 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesinin imzalanmasıyla birlikte, 1914'ten beri varla yok arasında çalışan ve artık ömrünü tamamlamış olan eski Meclis de dağılmış durumdaydı.

Yurdun hemen her tarafında başlayan işgal ve istilâ teşebbüslerinin başgösterdiği bu olağanüstü şartlar altında yeni bir seçimin yapılması ve Meclis'in yenilenmesi hiç de kolay görünmüyordu. Dolayısıyla, 1919 yılı sonlarında yapılan son milletvekili seçimlerinin çok sıhhatli bir sonuç vermesi beklenemezdi.

Nitekim, Anadolu'nun bazı merkezlerinde ve bilhassa İstanbul'da büyük sıkıntılar yaşandı. Bunun birinci sebebi, işgal ve istilacı kuvvetlerin baskı ve müdale teşebbüsleriydi. Önemli bir diğer sebebi ise, son kongrede kendini feshetmiş olan İttihat Terakki Fırkasının, bu kez Teceddüt Fırkası ismiyle seçimlere katılması ve yine o bildik baskıcı yöntemlere—özellikle İstanbul'da—tevessül etmesiydi.

Yani, 1920 yılı başlarında İstanbul'da toplanan ve dört ay sonra Ankara'ya taşınan bu son Mecls–i Mebûsânın içinde de epey miktarda İttihatçı artıkları vardı.

Anadolu'dan seçilip gelen mebusların çoğunluğunu ise, hemen her beldede boy göstermeye başlayan Müdafaa–i Hukuk–u Milliye Cemiyetinin uygun gördüğü isimlerden oluşuyordu.

Netice itibariyle, içinde hemen her siyasî görüşten kimselerin bulunduğu İstanbul'daki son Osmanlı Meclisi ile Ankara'daki ilk Millet Meclisinin açığa çıkan ortak gayesi şuydu: Yurdu işgalden ve işgalcilerden kurtarmak ve bir an evvel milleti istiklâle, yani bağımsızlığa kavuşturmak.

İşte, o günün Türkiye'sinde bu gayeyi taşımayan ve bu ortak maksadı kabul etmeyen kişinin Ankara'da işi yoktu, Anadolu'da yeri yurdu yoktu.

Yani, topyekûn bir İstiklâl Harbine sahne olmaya başlayan o günün Anadolu ve Rumeli topraklarında, düşmanı def etmek için, siyasî görüşü ne olursa olsun, her vatanperverin, her milletperverin canla başla çalışması gerekiyordu. Evet, işin ortası yoktu, dolayısıyla herkesin safını belli etmesi gerekiyordu.

Esasında tâ 1918 yılı Kasım'ında başlayan Millî Hareket, yani Millî Mücadele Hareketi, Anadolu'da cephe savaşlarına, İstanbul'da ise fikir ve siyaset mücadelesine dönüşmüş durumdaydı. Cephelerde silâh kullanmak serbest ve mübah, sivil ahali ile meskûn İstanbul gibi yerlerde ise, fikren ve siyaseten mücadele etmek daha doğru ve daha isabetli görünüyordu.

Nitekim, birkaç sene evvel (1914–16) Kafkas Cephesinde düşmana karşı silâhlı mücadeleye girişen Bediüzzaman Hazretleri, esaret dönüşünde işgal altında olduğunu gördüğü İstanbul'da ise, ateşli silâh yerine fikir ve neşriyat yoluyla cetin bir mücadelenin içine giriyor. Onun Hutuvat–ı Sitte isimli eseri, bu mücadelenin kilometre taşlarından biridir. Şayet bu tarzda değil de, şehir içinde silâhlı çatışma yoluna gitseydi, hem pekçok mâsumun ölümüne sebebiyet verecek, hem de işgalcileri İstanbul'dan söküp atmak çok daha müşkil bir vaziyet alacaktı.

İşte, Üstad Bediüzzaman'ın bu tarzdaki başarılı mücadele metodunun, aslında bugün Filistin ve Irak'taki işgal kuvvetlerine karşı da en etkili ve en iyi netice alıcı bir yöntem olduğu rahatlıkla ifade edilebilir.

Bu yöntemin basitçe ifadesi şudur: Düşman kuvvetleriyle şayet silâhlı mücadele yapacaksan, üstüne gelen o kuvveti ya sınırda, yahut da cephede karşılamalısın. Şayet buna gücün imkânın yetmez de, düşman kuvvetleri sivil halkın içine girmişse, o takdirde mücadele metodunu değiştirmek durumundasın. Aksi halde, yüzlerce hatta binlerce mâsum vatandaşının ölümüne sebebiyet verirsin de, yine de maksadına varamazsın ve istediğin hedefe ulaşamazsın.

Demek ki, işgalden istiklâle doğru giden iki yol var: Biri cephede silâhlı; diğeri olan meskûn mahalde ise, ilmî, fikrî ve siyasî... Tâ ki, sarf edilen emekler zayi olmasın ve en az hasarla netice alınabilsin.

Afyon ve Balıkesir havalisi

Evvelki hafta Afyon, şu geçtiğimiz hafta sonu ise Balıkesir havalisindeydik. Bu arada Bandırma, Sındırgı ve Bigadiç ilçelerini de ziyaret etme fırsatını bulduk.

Kısaca, buralardaki okuyucularımızla görüştük, onlarla hem gündüz, hem de gece geç saatlere kadar süren tatlı musahebelerde bulunduk. Neşriyat ve sair hizmet meselelerimizi görüşüp konuştuk.

Sevinç ve memnuniyetle ifade edelim ki, Anadolu'nun daha başka mahallerinde de oluğu gibi, bu havalideki okuyucularımızı, arkadaşlarımızı da evvelki yıllara nazaran çok daha şevkli ve çok daha dinamik bir faaliyet içinde gördük.

Şahit olduğumuz ciddî ve samimî alâkadarlık, inanın bizlerin şevkini de kamçılayıp moralimizi yükseltti. Diyebilirim ki, bugün dünden çok daha sevinçi ve gelecekten de bir o kadar ümitliyiz.

Gençlere, çocuklara, hanımlara ve hasseten üniversite talebelerine yönelik icra edilen sosyal, ilmî ve kültürel faaliyetler, hakikaten geleceğe dair daha bir şevk ve ümitle bakmamaza vesile oluyor.

Öte yandan, Üstad Bediüzzaman'ın siyasî ve ictimaî mahiyetteki meslek ve meşrebinin daha iyi anlaşılması yönünde duyulan ihtiyaç ve gösterilen alâkanın da takdire şâyân olduğunu ifade etmek durumundayım.

Gazetemizde, bu meyanda haftalardır devam eden neşriyat, okuyucularımız tarafından büyük bir dikkat ve merakla takip ediliyor.

Kısaca, bu noktada da yani hasseten Ahrar–Demokrat çizgiyi daha bir anlama ve bunu daha sıhhatli şekilde yorumlama şuur ve iştiyakı vardır.

Bütün bunları, gidip ziyaret ettiğimiz mahallerde yakînen görmekte ve bundan dolayı da sevinç ve memnuniyetimizi izhar etme ihtiyacını duymaktayız.

Evet, son gittiğimiz Afyon ve Balıkesir havalisindeki kardeş ve ağabeylerimizin, serâpa ihlâs ve samimiyet yüklü o dinamik ve aktif hizmetlerini buradan bir kez daha tebrik ve takdirle yâdediyoruz.

17.02.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Çoçuk yaşta, çocuk sahibi olan medeniyet çöküşte!



Ajanslar, 14.2.2009 tarihinde, Batı medeniyetinin çöküşünü sembolize eden bir haberi kamuoyuna duyurdu: İngiltere’de 13 yaşındaki Alfie Patten baba olmuş!

13 yaşında baba olan ve kızına Maisie adını veren Alfie’nin ‘’Bebeğinizi büyütmek için finansal imkânlarınız var mı?’’ sorusuna, ‘’Finansal ne demek?’’ yanıtını verdiğine işaret eden İngiliz basını, Alfie’nin 13 yaşında olmasına rağmen 8 yaşında gibi göründüğünü yazdı.

Sosyal Adalet Merkezi adlı düşünce kuruluşunun başkanlığını yürüten, Muhafazakar Parti’nin eski başkanlarından Ian Duncan Smith, olayı ‘’toplumun sosyal çöküşünün trajik bir örneği’’ diye vasıflandırdı.

Muhafazakar Parti lideri David Cameron ise olayı ‘’endişe verici’’ olarak niteledi ve gazetelerde yer alan fotoğrafları görünce, bugünün İngiltere’sinde artık çocukların çocuk sahibi olmaya başladığını fark ettiğini anlattı.

Başbakan Gordon Brown ise, olayın detaylarını bilmediğini, ancak hükümet olarak her türlü tedbiri almaya çalıştıklarını söyledi.

Hükümetin çocuklardan sorumlu Milli Eğitim Bakan Yardımcısı Ed Balls, toplumun son derece çirkin bir örnekle karşı karşıya bulunduğunu ve bu durumun mutlaka çözüme kavuşturulması gerektiğini belirtti.

Çocuk sahibi olan küçük çocuk baba ve hâmile bıraktığı 15 yaşındaki kızın sık sık birlikte yattıkları, buna da annelerinin göz yumduğu ortaya çıkmış.

Komünizmin ikiz kardeşi sefih batı medeniyetini temsil eden kapitalizmin çöküşünün göstergesi, bu olaylarla sınırlı değil. Ferdler ya alkolik, ya uyuşturucu bağımlısı, aileler ya boşanmış, ya dağılmış. İntiharlar, cinsî sapmalar, batı toplumunu kasıp kavuruyor. İlim adamları, sosyologlar, ahlâkçılar, kilise çırpınıyor; kurtuluş çareleri arıyor.

Başta ABD olmak üzere, gelişmiş ülkelerde insanlar büyük bir bunalımın eşiğinde. Kimi ölmek, kimisi de öldürmek için yeni yeni metodlar, yollar arıyor!

Ancak, batı, inat ve gururu yüzünden bunu görmüyor, itiraf edemiyor! Hâlâ “medyatik” oyunlarla kendini kandırıyor. Bilhassa beynelmilel fesat şebekeleri, İslâm ülkelerindeki Müslümanların perişan hâlini sık sık ekranlara, gazete ve dergi sayfalarına aktararak yanıltıyorlar. Müslüman coğrafyalarda yaşayan gayr-ı müslim veya ateistlerin ahlâk ve davranışlarını da Müslümanlıktan kaynaklanıyor gibi göstererek, İslâmiyete olan teveccühleri kırmak istemeleri gözlerden kaçmıyor.

Böylece Batı insanı, medyanın bombardımanı altında gerçeği bulamıyor, en azından kıyaslayamıyor! Hele, bir kısım İslâm ülkelerinde yaşanan menfî hâdiseleri duyunca, bütün bütün aleyhte şartlanıyor ve İslâmiyet öyle zannediliyor!

Burada, “Eğer biz İslâmiyetin güzel ahlâkını hâl ve hareketlerimizle gösterebilsek, sâir dinlerin tâbileri de grup grup İslâmiyete koşacaklar” hakikati, mutlak bir realite olarak kendisini gösteriyor.

17.02.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır