Aslında bu hafta Türkiye’den yazmayı planlıyordum, ama Mısır’a dair yazacak birkaç şey birikti. Sanki tam gitmeden önce Mısır yine kendini sevdirecek bir yan buldu. Akşama kadar yara-mazlık yapmasına rağmen, masumane bir şekilde annesinin eteğine yapışan ve kendini affettiren bir çocuk gibi, “Kahire'siz de olmaz” dedirtti bir kere daha.
Kahire’nin sevimliliklerinden bahsetmeden evvel, burada Türklerin yaşadığı sorunlardan birine değinmek istiyorum. Mısırlılar, daha önce de bahsettiğim gibi, yeni tanıştıkları bir insana iki-üç dakikalık bir sohbetten sonra, hemen çok özel sorular sorabiliyorlar. Bunların içinde de, en başta dinle ilgili sualler geliyor. Türklerin yüzde 99’unun Müslüman kimliğine sahip olduğunu bilmemelerini bir zaman sonra mazur görmeye başlayabiliyor insan, ama başörtülü bir bayanın Müslüman kimliğinden de şüphe edilmeye başlandığında, bazen insanın sinirlerine hâkim olması güçleşiyor.
Okulda tek tük yabancı öğrenci olduğumuzdan dolayı, kalabalık nüfusa rağmen hemen fark edilebiliyoruz. Bu yüzden hemen hemen tüm hocalar, öğrenciler isimlerimizi biliyorlar. Geçen yıl okul koridorunda yürürken arkamdan “Fatma, Fatma” diye birinin seslendiğini işitmiştim. Ama bana genelde “Fatma Nur” yahut “Nur” diye hitap ettiklerinden ve Mısır’da çok fazla “Fatma” ismi olduğundan üze-rime alınmamıştım. En sonunda arkamdan gelip çekiştirmek suretiyle beni durduran arkadaşım “Senin adın ne?” diye bir soru yöneltti. Adımı tekrarlamama rağmen, “Hayır, ilk adını soruyorum” diye sordu. “İlk adım ‘Fatma,’ ama benim iki ismim var, ve ikincisi de ‘Nur’ “ dediğimde ise, ismimin pasaportumda nasıl yazıldığını sordu. Bir nevi bu vakitsiz sorgu sualden sıkılmıştım, fakat öte yandan da hem okul arkadaşımı kırmak istemiyordum, hem de Türklerin imajını muhafaza görevimi sabırla korumaya gayret ediyordum. Tüm bunların üzerine bu soru geldiğinde de, tam adımı söyledim. Bunun üzerine arkadaşım, “Onu değil, Müslüman olmadan önceki ismini merak ediyorum” dediği zaman, bıçak kemiğe dayanmışçasına “Sen bu dünyaya gelmeden de ben Müslümandım” diye cevap verdim kendisine. Çeşitli ırklara benzetmeleri, Türklere yönelik doğrudan ve keskin eleştiri yahut hükümlerini insanların yüzüne söylemeleri bir yana, bu bazen (belki de öyle olmaması gerekliydi ama) bir hakaret derecesinde beni rahatsız eder hal alıyordu.
Gerçi sonra Mısır’da Türk halkının ve Türkiye’deki hayatın nasıl lanse edildiğini de göz önünde bulundurarak, insanlara daha açıklayıcı bilgiler vermeye çalışma kararı aldım ve sorularına sabırla cevap verme azmi gösterdim. Ama bazen insanın sabrı son noktasına da gelmiyor değil. Fakat birkaç gün önce kardeşimle yaşadığımız bir olay, hem kızgınlığımı aldı, hem de neden biz Türklere dair böyle sorular sorduklarına kısmen cevap da olmuş oldu. Kahire’nin turistik çarşısı Han el Halili’den dönerken, o rengârenk, cıvıl cıvıl ve neşe dolu ortamın vermiş olduğu psikolojinin etkisiyle, Ezher Camiinin önüne doğru taksiye binmek üzere yürümeye başladık. Altgeçide girerken çok güzel bir Kur’ân-ı Kerim yayını olduğunu duyduk ve içimizi bir huzur kapladı. Ama hiçbir yerde hoparlör göremeyince, şaşkınlığımızı gizleyemedik. Biraz yürüdükten sonra, altgeçidin ortasında, fiziksel engelli Mısırlı bir amcanın, yerde oturarak Kur’ân okuduğunu fark ettik. Bütün altgeçidi kaplayan gür sesi, tüm kıraat kurallarına uyan okuyuşuyla tüylerimizi diken diken eden amcayı Mısırlılar da büyük bir huşuyla dinliyorlardı. Gözlerimizin kenarında biriken bir damla yaş, aklımıza, “Türkiye’de böyle birşey olsa acaba ne olurdu?” sorusunu da getirdi. Ama o an için, bize Kahire’yi ve Mısır’ı bir kere daha sevmek ve dolu dolu yaşamak düşüyordu sadece. Kimi zaman sorgulamadan... Kimi zaman da sorgulayanlara kızmadan…
17.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|