Hayaller peşimizi bırakmaz. Yemeğimizi yeriz, TV’deki filmin hayalini kurarız; Pazartesi işe başlarız, Cuma’nın bir an önce gelmesinin hayalini kurarız; daha sofranın başında, çorba içmeye başlarken, “Acaba tatlı olarak ne var?” deriz; daha sınavlar başlamadan tatili hayal ederiz. Ne var ki, bunların bir kısmı gerçekleşir, bir kısmı gerçekleşmez. Biz; sınırsız, sualsiz, vazgeçmeksizin hayallerimize devam ederiz. Bazen dile getiririz, bazen sessizce içimizden tekrarlarız. Hayallerle yollarına devam ederler.
Zaman zaman, hiç gitmediğim Meksika’nın bütün Kahire sokaklarında saklı olduğunu düşünürüm, bu Meksikalılık fotoğraflarına kayar gözlerim. Eski model arabaların trafiğin içinde aktığını, çok eski zamanlara ait kıyafetleri giyinmiş ve kendilerine hiç yakışmayan, alâkasız renklerle suratlarını boyamış bayanların da eşlerinin yanında oturup trafiği yönettiğini görürüm. Bazen ise, hayatına aldırmaksızın, hayal kurar gibi, sol kolunu camdan dışarı atmış, sağ elinde de sigarasını tüttüren, hepsi zamanının Kleopatrası olan ve hâlâ o zamanlarda yaşayan yaşlı teyzeler görürüm, onca yaşında araba kullanan teyzeleri...
Gecenin karanlığına terk edilmiş bir hayalet gibi uzanan inşaatın içinde, yüksek sesle Kur’ân okuyan ve sesi, boş inşaatın her tarafında yankılanan bir inşaat işçisine şahit olduğum bir gün ise, Meksika düşlerimi Mısır’la değiştirdim ansızın. Meksika uymamıştı bu şehre, ama yine de biraz Meksikalılık ruhu vardı…
Aklımdan bu düşünceler geçerken, gazetelerin 1. sayfalarından “Türk hırsızlık çetesi” olarak verilen haberlerden sonra aldığım ardı arkası kesilmez telefonlar ile ilgilenip, bir yandan da sınavlarıma hazırlanmaya çalıştım. Öte yandan niye Türklerin hırsızlık çetesine dahil olduğunu düşündüm. Mısır’da hep saygıyla anılırken, birdenbire, son yıllarda atağa kalkan ve Türklere yapılmış bir sabotaj olarak tahmin ettiğim olaylar zincirinin bir halkası, hem de el-Ahram gazetesinde sürmanşetten verilince, TC kimliği taşıyan kişileri bir kere daha esefle kınadım. İnsanlara “bizim onlardan olmadığımızı”, “onların da bizden olmadığını” ve diğer muhtemel senaryoları açıklamak hiç de kolay olmadı…
Yüz karası bir avuç vatandaş (?), bütün Türklerin imajını zedeliyor. Kurunun yanında yaş da yanıyor. Eş- dost ise “Aman yanlış anlamayın, siz kıymetli şeylerinizi saklayın ki, evinize girerlerse, çok birşey alamasınlar” diye ironik yaklaşımlarda bulunuyor. Yakışık almıyor, ama Kahire’nin Meksikamsı yapısına bir de Türk izi düşüveriyor ansızın.
Sonra sokakta bir çığlık: hatta iki, hatta onlarca çığlık duyuluveriyor. Bir yandan sınavlarımla alâkadar, diğer taraftan epeydir biriken ev işleriyle ilgilenen ben, hızla pencereye doğru ilerliyorum. Günlerden Cuma. Hutbe okunuyor (Mısır’da, bizdeki namaz öncesi uzun vaaz gibi, en az yarım saat uzun hutbe okunur), namaza 10 dk. kadar bir zaman kalmış. Mahallenin Müslüman erkekleri ise, tam camiye gitmek üzere.
Ama gel gör ki, zaman-mekân tanımayan kötüler, burada da karşımıza çıkıyor: Mahallelinin ellerinde sopalar, değneklerle sağa sola koşuşturduğunu görüyorum. Üç yıldır görmediğim bu görüntünün ne olduğunu anlamadığımdan, hemen telefona sarılıp alt komşum Yusra’yı arıyorum. 23 yıldır böyle bir görüntüyle karşılaşmadığını söylüyor. Yan apartman ve benim apartmanımın birleştiği noktadan iki adet hırsız çıkarılıyor. Hırsızların üstleri aranıyor, o âna kadar çaldıklarının yanı sıra iki adet de ekmek bıçağı çıkıyor üstlerinden. Mahallenin erkekleri, hırsızları yaka paça kaldırıp, indirip, sürüklüyor ve de üzerlerine yürüdükleri o tahtalar ve sopalarla dövüyorlar. O esnada polis beliriyor, ama hıncını alamamış mahalleliye müdahale etmiyor, hem istiyor ki ibret-i âlem olsun bütün yaşananlar. Sonra da polis arabasının bagajına koyuyor ve götürüyorlar iki hırsızı.
Mahalleliden sesler yükseliyor, ellerinin kesileceği söyleniyor komşular tarafından. Eskiden duyunca acır olduğumuz bir mevzuyu gördüğümüz ve kısmen yaşadığımız için hiç acımıyoruz. Cuma vakti, erkeklerin Cuma namazına gitmesini fırsat bilerek, hırsızlıklarına hiç acımadan, hiç Allah’tan korkmadan, düşünmeden devam edecek olanların elleri kesilmeli mi diye konuşuyoruz bir yandan. Öte yandan da üzerlerinden çıkan bıçakları bir kere daha görüyoruz dehşet içinde. Kim bilir kimin canını yakacaklardı o bıçaklarla? “Kesilmeli o eller” diyoruz…
Böyle bir olay Mısır’da çok yaşanmıyor oysa ki. Genel anlamda güvenlik açısından oldukça yüksek bir grafiğe sahip bir ülke Mısır. Ama bazen, her yerde olduğu gibi, Mısır’da da kötüler ortaya çıkıyor, kötü oldukları kadar korkusuz bu kişiler, insanların huzurlarını geçici bir süre kaçırıyorlar, lâkin kendileri de ibret-i âlem olup, cezalarını çekmek üzere karakola götürülüyorlar.
Gözümü kapatınca yine gözümün önüne Meksika geliyor. Anlamsız buluyorum bunu bazen. Ben Meksika’yı hiç görmedim diyorum; öte yandan filmlerde gördüğüm, Kahire’ye çok benzeyen Meksika’yı hatırlıyor, gülümsüyorum. Bir güne yine en çok ülkemde uyanmak isterken, güneş çöle, Nil’e, Kızıldeniz’e hafifçe dokunarak, Kahire’ye doğuyor. Hayaller temennîlere dönüşüyor…
27.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|