“Hızla geç kalabalık caddeden,
Şoför milletine güven olmaz.
Çabucak sapıver sokağına,
Akşam karanlığı tekin değil.
Durma, çal evinin kapısını,
Taş düşebilir komşu duvardan.
Ben geliyorum demez ki ölüm
Kaza, belâ adım başınadır
Kişi evde gerek akşamları,
Ölürse helâlleşerek ölür.”
‘Ölüm Tehlikesi’ni böyle anlatmış Cahit Sıtkı.
Ona göre evin dışındaki hiçbir yer, tekin değil. Kalabalık caddelerde şoför milletine güven olmaz. Sokakta giderken çatıdan kiremit, komşunun duvarından taş düşebilir.
Akşamın pek çok muhtemel tehlikelerle dolu karanlığına bir de günün yorgunluğu, vaktin telâşı eklendi mi, ölüm tehlikesi, ben geliyorum demeden gelir çatar. Hatta insan kapının önünde bile fazla durmamalı, hemen zile basmalıdır. Her yer adım başı kaza belâ dolu olduğundan ve ölüm kol gezdiğinden bir an önce evine girmelidir.
Gerçi ölüm ihtimali orada da vardır. İnsanın vadesi yetmiş, ömrü bitmişse ölüm bir vesile ile orada da gelip kendisini bulur. Fakat evde eşinin ve çocuklarının yanında olma ve gerektiğinde onlarla helâlleşebilme ümidi taşımak ölüm korkusunu biraz azaltmaktadır.
Lâkin, her halde şair bu şiiri yazdığında dünyada İsrail diye bir devlet yokmuş. Eğer olsaydı ve kurulduğu günden bu yana bulunduğu bölgede icra ettiği vahşeti görseydi bunların hiçbirini söylemezdi.
O caniler, vahşiler güruhunun şenaati, denaeti, fecaati neticesinde ölümün zaman, mekân tanımadığını; yaş, ırk, din, cinsiyet ayırımı yapmadığını sekerattaki ihtiyardan kundaktaki bebeğe, hayvandan bitkiye kadar her canlıya her an isabet edecek hâle geldiğini görürdü.
Gazze’de, Batı Şeria’da, Lübnan’da, Sina’da, çeşitli yerlerdeki toplama kamplarında ve Birleşmiş Milletlerin koruması altındaki binalarda ise katliâmın mutad hâle geldiğine şahit olurdu.
Hatta bunun sadece canın bedenden ayrılmasından ibaret normal bir ölüm olmayacağını, o menfur ve menhus kelimenin, şeytanın bile aklına gelmeyecek dehşetli ölüm ihtimalleri ihtiva ettiğini anlardı. O zaman da ölüm tehlikesini anlatmak için bu kadar söz etmezdi.
‘İsrail’ der geçerdi.
***
“Miskin âdem oğlanını benzetmişler ekinciye
Kimi biter, kimi yiter yire tohum saçmış gibi
Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm
Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi”
Yunus Emre’nin mısralarına da böyle aksetmiş ölüm acısı.
Şiirde miskin âdem oğlanını ekinciye benzetmiş ve zamanın seyri içinde yere saçılan tohumlar gibi kiminin bittiğini, kiminin yittiğini görmüşse de bunları kaderin tecellisi sayarak teselli bulmuş.
Onun yaşadığı zamanda dünyanın pek çok yerinde hassaten Müslümanların yaşadığı bölgelerde büyük savaşlar olduğu, bu savaşlarda da genellikle gençlerin öldüğünü bildiği için üzülmüş.
Aslında her muttaki mü'min gibi Yunus da her ölümü normal saymış ve acısını sineye çekermiş. Fakat göğermiş, yani büyüyüp başağını yetiştirmiş ve olgunlaşmaya meyletmiş ekine benzettiği gençlerin, hayatlarının meyvesini veremeden öldürülmelerini insanlığın kaybı saymış.
Derviş hâlet-i ruhiyesiyle gezdiği yerlerde şahit olduğu hadiselere velâyet nazarı ile bakmış, yaşanması muhtemel pek çok hadiseyi müşahede etmiş ve insanları teselli edecek tesirli sözler söylemiş.
Yalnız kendisinin değil, zamanında yaşanan ictimai hayatın da hülâsası olan, tesirini Kur’ân’dan, hadislerden alan ve san'at hissiyle tezyin ettiği şiirleri gerçekten de çağlar boyu insanların ruhlarında, akıllarında, şuurlarında müsbet tesirler icra etmiş.
Fakat Yunus gibi dâhi bir mütefekkir bile, istikbalde İsrail diye bir devletin kurulacağını, devlet sıfatını taşımasına ve dünya devletleri tarafından o sıfatı ile kabul edilmesine rağmen, bir türlü devlet gibi hareket edemeyeceğini keşfedememiş.
Hatta bu devlet sıfatlı eşkıya güruhunun, varlığını korumak ve sınırını genişletmek için kurulmasına zemin hazırlayan devletleri bile dinlemeyeceğini, onların samimiyetsiz mesajlarını duymazdan gelip bebekleri, sabileri, çocukları katletmekten çekinmeyeceğini, üstelik bu şenaatini defaatle tekrar edeceğini hissedememiş.
Şayet bir nebze hissetmiş olsaydı şiirlerinin ekseriyetini, kundaktaki bebeklerin, okuldaki çocukların, sokakta oynayan sabilerin kanına girecek olan o caniler güruhunun bir araya gelmemesi için insanlığı ikaz etmeye ayırırdı.
Bununla da iktifa etmez, beşeriyetin basiretsizliğini nazara alarak savaş meydanlarında yiğit iken ölen gençlere veya telef olan mallara, canlara değil, bir başka şeye acırdı.
İsrail devletinin olduğu bir zamanda dünyaya gelen çocuklara.
***
“İnsanoğlu hilebazdır kimse bilmez fendini
Kime iyilik edersen sakın ondan kendini”
İnsanı böyle anlatmış adı unutulsa da sözü unutulmayan bir şair.
Hilebazlığın, nankörlüğün beşerin bariz zaaflarından biri olduğunu söyleyip insanın, kendisini hassaten iyilik yaptığı kişilerden sakınmasını tavsiye etmesi mânidâr.
Zira tarih, bunun acı gerçekleriyle dolu. Hele ‘iyilik yapıp kötülük bulmak’ hadisesinin sadece iyilik yapan ferde münhasır kalmayıp onun mensup olduğu millete de sirayet etmesi, tarihte dehşetli hadiselerin vuku bulmasına ve büyük acıların yaşanmasına sebep olmuş.
Şair de zaten ‘tarihin bir daha tekerrür etmemesi’ için insanlığı ikaz etmiş ama çare olmamış. İnsanlık insan eliyle temelinde merhamet olan büyük facialar, katliâmlar yaşamış.
Meselâ Sultan II. Beyazıt, Endülüs devletinin yıkılması üzerine Müslümanlarla birlikte İspanya’dan kovulan ve eski teknelere doldurularak Akdeniz açıklarında ölüme terk edilen Yahudileri kurtarmış. Onları ülkesinin değişik yerlerine yerleştirerek huzur içinde yaşamalarını sağlamış.
Lâkin o iyiliğe muhatap olan Yahudilerin torunları önce devletin iktisadî işleyişini ele geçirmişler. Ardından devlet idaresinde müessir olmak istemişler ve çeşitli hilelerle mühim makamları ele geçirmişler.
Nihayet merhum İkinci Abdülhamid’i tahttan indirterek emellerine ulaşmışlar, dünyayı karıştırmışlar, Osmanlı’yı savaşa sokmuşlar ve milyonlarca masum insanın hunharca öldürülmesine sebep olmuşlar.
Hâlâ da oluyorlar.
***
“Hergiz ölümin sanmaz ölesi günin anmaz
Bu dünyadan usanmaz gaflet ögin almışdur
Yunus sözi âlimden zinhar olma zalimden
Korkadurun ölümden cümle doğan ölmüşdür”
Yunus’un bu beyitte de ifade ettiği gibi ölüm mukadderdir. İnsanlar öleceğini bilse de bilmese de, ölümü ansa da anmasa da, ölümden korksa da, korkmasa da vadesi yettiğinde ölecektir.
Mühim olan bu ölümün vahşet, dehşet veya mezâlim şeklinde tecellî etmemesi, insanın da ‘zinhar zalimden olmaması’ yani mezalime zemin hazırlamaması veya za-lime yardım etmemesidir.
Bu yüzden ekser şairler ölüm hakikatini şiirlerinde işlemişler ve hem kendilerini, hem de muhataplarını o hayat gerçeğine âşinâ hâle getirmeye çalışmışlardır.
Fakat vahşeti, dehşeti, mezalimi san'atın malzemesi olarak kullanmamışlardır. İnsanlığın ders alması için şahit olduğu müthiş hadiseleri anlatmak isteyenler de başarılı olamamışlardır.
Çünkü âlim olsun, şair olsun hiçbir insan, insan eli ile işlenen vahşeti tam olarak anlatmaya muktedir değildir. Mezalimin bıraktığı kanlı izleri hafızalardan temizlemeye de güç yetmez.
Hassaten İsrail vahşetini ve mezalimini.
“Zalim yine bir zulmete giriftar olur âhir,
Elbette olur ev yıkanın hânesi vîran.”
Ziya Paşa’nın bu şekilde de ifade ettiği gibi elbette hiçbir zulüm cezasız kalmayacaktır. Zalim en sonunda irtikâb ettiği zulmü ayniyle yaşayacak, ev yıkanın hânesi viran olacaktır.
Bu itibarla, tarihin en korkunç mezalimlerinden birini işleyen İsrail devletini ve ona yardım eden Yahudi zalimlerini; yaptığı katliâm yüzünden ‘Beyrut Kasabı’ olarak anılan sabık ve mel’un başbakan Şaron’un duçar olduğu müzmin illet ve dehşetli akıbet beklemektedir.
Çok yakın bir zamanda şehirleri, kasabaları, köyleri bombalayan ve masum insanların evlerini başlarına yıkan İsrail, kendi ürettiği bombaların patlaması ne-ticesinde hâk ile yeksan olacaktır.
Askerlerine katliâm emri veren devlet adamları da, o emri merhametsizce uygulayan zalimler güruhu da, tıpkı bir zamanlar benzer emirleri hem uygulayan, hem veren Şaron gibi mefluç, menhus, ufunetli, iğrenç bir şekilde ve kendilerine en yakın insanların bile menfur nazarları altında her an kahrolarak ölümü bekleyeceklerdir.
Lâkin ölüm onlar için bir kurtuluş olmayacaktır. Kader, o beşerî ifrazatları zamanın dışına attığında, kabir toprağı leşlerini zehmerir bürudetiyle diri diri yakacaktır.
Kıyamet kopup mahşer kurulduğu zaman, katlederek cennete gitmelerine vesile oldukları mazlûm mü’minlerin ve masum çocukların müntakim bakışları arasında, kendilerini köpürerek bekleyen cehennemin gayya kuyusuna atılacaklar ve orada ebediyen kalacaklardır.
Zira hükmü Kur’ân vermiştir: “Zâlimlerin işlediklerinden Allah’ı habersiz sanma. Allah onların cezasını öyle bir güne bırakır ki o gün gözler dehşetten donakalacaktır.”
25.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|