Üstad Said Nursî’nin gözünde, İhlâs Risâlelerinde anlatıldığı gibi, Nur talebelerinin her biri bir fabrikanın çarkları gibidir. Çarkın küçüklüğüne büyüklüğüne bakılmaz. Her çarkın ayrı bir vazifesi vardır. Birisinin vazifesini ihmal etmesi veya terk etmesi ise ürünlerin en azından bozuk çıkması demektir. Dolayısıyla hepsinin ahenkli çalışması iyi bir sonuç almaya götürecektir.
Merhum Refet (Barutçu) Bey’in Üstad Said Nursî ile mektuplaşmaları önemli yer tutar. Üstad yazdığı mektuplarda Refet Ağabeye iltifatkâr hitaplarda da bulunur. Meselâ, bir mektubun başına şu notu düşer: “Şu fıkra aklen Hulûsi, kalben Sabri, vicdanen Hüsrev hükmünde olan Refet Beyin mektubudur.”
Burada Barla sıddıklarından Hulusi, Sabri ve Hüsrev’le Refet Bey benzetmesi yapılır. Akıl yönünden Hulusi’ye, kalb yönünden Sabri’ye ve vicdan yönünden Hüsrev’e benzetilir. Genellikle bu özellikler kâmil insanlarda bulunan özelliklerdir.
Refet Bey’in Bediüzzaman’a yazdığı bir mektubu anlamaya çalışalım. Mektubun başlangıç cümlesi diğer mektuplarda olduğu gibi “Bismihî Sübhanehu” (Allah’ın adıyla) diye başlar. Arkasından “Hiçbir şey yoktur ki O’nu övüp O’nu tesbih etmesin!”1 âyeti gelir. Bediüzzaman Said Nursî, bu âyeti mektuplarının başına niçin koyduğunu bir mektubunda şöyle açıklamaktadır:
“Bunun hikmeti şudur ki: Kur’ân-ı Hakîm’in hazâin-i kudsiyesine, bana açılan en birinci kapı o olduğudur. En evvel, hakaik-i âliye-i Kur’âniyeden şu âyetin hakikati bana zahir olmuş ve ekser risâlelerde, o hakikat sereyan etmiştir (yayılmıştır). Hem bir hikmeti şudur ki: İtimad ettiğim mühim üstadlarımın mektuplarının başlarında istimâl etmeleridir.”2
Daha sonra selâm ve duâ cümlesi olan “es-selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berakâtuhü ebeden dâimen” (Ebediyete kadar daima Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun) yer alır.
Refet Bey, mektupta, yaptığı hizmeti ve okuduğu risâlelerden aldığı feyzi anlatmaya başlar. Bilindiği gibi risâlelerin Kur’ân hattıyla matbaalarda basılması yasaktı. Ondan dolayı elle yazmak suretiyle çoğaltılabiliyordu. Refet Bey, Kur’ân’ın i’câzını isbat eden Yirmi Beşinci Söz’ü Süleyman Efendi vasıtasıyla almıştır. Kendi el yazısıyla çoğaltmıştır. Bediüzzaman Hazretlerinin üzerinde titizlikle durduğu tashih konusuna o da çok önem vermektedir. Bu bakımdan Yirmi Beşinci Söz’ü, tashih olunmak üzere Üstada takdim etmiştir.
Refet Bey Yirmi Beşinci Söz ile On Dokuzuncu Mektub’u kıyaslamaktadır. Yirmi Beşinci Söz için, “İ’câz-ı Kur’ân elhak bir şâheserdir. İhtivâ ettiği hayret-bahş hakaik itibarıyla âsâr-ı âliyenizin en mühimidir” der. Yani adı geçen Söz şaheserdir, onun üzerine başka bir kitap çıkamaz. İhtiva ettiği hakikatler ise hayret vericidir. Bu yönden bakıldığında Yirmi Beşinci Söz yazılan risâlelerin en önemlisidir.
Refet Bey, Mû'cizât-ı Ahmediye’yi okuduğunu belirttikten sonra “Çok mükemmel ve ruha ulviyet ve inkişaf bahşeden çok kıymettar bir eser” olduğunu ifade eder. Mû'cizat-ı Ahmediye’de Resûl-i Ekrem (asm) Efendimizin mû'cizeleri yer almaktadır. Kur’ân-ı Kerim de Peygamberimizin en büyük mû'cizesidir. Şu kadar var ki, Mu’cizât-ı Ahmediyenin en büyüğü Kur’ân-ı Mû'cizü’l-Beyan olduğuna göre, i’câz-ı Kur’ân’ın Refet Beyin ruhunda meydana getirdiği “tebeddülât ve münderecâtından” ettiği istifade çok büyük olmuştur. Bu eserle “Yaş ve kuru ne varsa ap açık bir kitapta yazılmıştır”3 âyet-i celîlesinin ihtivâ ettiği geniş ve pek azametli olan ulvî mânâlar ispat edilmiş oluyor.
Refet Bey Yirmi Beşinci Söz’den aldığı feyizle günümüzde yaşanan sıkıntılara yer vermekte ve şöyle demektedir:
“Bugünkü terakkiyât-ı fenniye ve ihtirâât-ı beşeriyyeyi kendi mahsulât-ı fikriyeleri addeden ve bir hazine-i hakaik olan Kur’ân-ı Mû'cizü’l-Beyânı mühmel bırakarak Avrupa’dan ilim ve irfan dilenciliği yapan ve akıllı geçinen gafiller, beşerin dünyevî ve uhrevî saâdetini temin edecek maâliyat ve desâtir-i muazzamayla memlû bulunan bu âsâr-ı muhteşemeyi bir nazar-ı insaf ve bir teyakkuz-ı ârifâne ile mütalâa etselerdi, dalmış oldukları hâb-ı gafletten pek çabuk uyanacaklardı.”
Aslında İslâm’ın ve Kur’ân’ın malı olan fennî ve beşerî keşifler ihmal edilmiş ve Avrupa’ya ilim ve irfan dilenciliği yapılmıştır. Beşeri gafletten uyandıracak yol, insanlığı dünyevî ve uhrevî saadete götürecek düstur ve fikirlerle dolu bulunan bu muhteşem Kur’ân hazinesini insafla tetkik etmekten geçmektedir.
Bu durumu şuna benzetir: “Heyhât, bizler arpa ambarı içinde açlıktan ölen tavuklara benzeriz. Elimizde bir mecmuâ-i hakâik dururken ona karşı göz yumar ve başkalarından istiâne ederiz.” Evet, Kur’ân hazinesi içinde yaşıyoruz, ama farkında değiliz. Balıkların denizin kıymetini bilmedikleri gibi biz de o hazinenin kıymetini bilmeyiz, başkalarına özeniriz.
Refet Ağabey mektubuna tevazu cümleleri ile devam eder: “İ’câz-ı Kur’ân’ın yüksekliği hakkında ne yazsam azdır. Kalemim onu tavsiften âcizdir. Kudret-i kalemiyem olsaydı, hakkını vermeye çalışırdım; olmadığı için âcizâne olarak sözümü kesiyorum.”
Mü’minin mü’mine en güzel yardımı duâ etmektir. Bu konuda pek çok âyet ve hadis vardır. Refet Bey de Üstad’dan “hizmet-i Kur’ân’da sâbit olma”sı hakkında duâsını talep ve istirham etmektedir.4
***
Yukarıda açmaya çalıştığımız mektubun yazılış tarihini tam bilemiyoruz. Tahminen 1930-1934 yılları arasında olmalıdır. Aşağıya Üstaddan Refet Ağabeye gönderilen kısa bir mektubu da cevâbî olarak düşünüp anlamaya çalışalım.
Bediüzzaman Hazretleri mektubuna “Aziz kardeşim Refet Bey” diye başlar. Mektubunda Refet Ağabey için senakâr sözler kullanır. Mektupta yer alan cümlelere bakalım:
“Senin mektubunu ve kitabını memnuniyetle aldım.” Refet Ağabey, risâleleri elle çoğaltmakta ve yazdıklarını tashih için zaman kaybetmeden Üstada göndermektedir. “Gayet sevdiğim bir talebem olan Hulûsi Beyin ruhunu sizde hissettim.” Barla Lâhikası’nın başında yer alan Merhum Hulusi (Yahyagil) Beyle ilgili mektupları hatırlayalım. Hulusi Beyle Refet Bey arasında elbette müşterek noktalar çoktur. Onları sıralamak bile epeyce yer alacaktır.
Refet Beyin Nur talebesi olması eski yıllara dayanmaktadır. O günkü şartlarda bir araya gelmenin ne kadar zor olduğu da ayrı bir gerçektir. Maddî ayrılıklar mânevî beraberliklere engel değildir. Nur talebelerinin birisinin doğuda, birisinin batıda olması, birisinin güneyde, birisinin kuzeyde olması görüşmelerine engel teşkil etmez. İki nur talebesi birbirleriyle karşılaştıklarında hemen kaynaşırlar. Adeta yıllarca arkadaş olduğunu, hatta kardeş olduğunu hissederler.
Bediüzzaman’ın Refet Beye “Seni yeni değil, Hulûsi gibi eski bir talebe olarak kabul ettim” demekle ona iltifat etmekte ve arkasından gelen cümle ise yapacağı görevleri hatırlatmaktadır:
“Talebeliğin hâssası şudur ki: Yazılan Sözlere kendi malı gibi sahip olmalıdır. Kendisi telif etmiş ve yazmış nazarıyla bakıp neşrine ve ehil olanlara iblâğına çalışmaktır.”
Risâle-i Nur literatüründe üç kelime önemlidir: Talebe, kardeş ve dost. Yukarıdaki cümlede talebeliğin özelliğine dikkat çekilmektedir. Talebenin vazifesi Sözlere (Risâle-i Nur’a) kendi malı gibi sahip çıkacaktır. Benim demenin yolu, kendisi yazmış gibi bakmak, neşredilmesine, yayılmasına ve ehil olanlara tebliğ edilmesine çalışmaktır.
Üstad, Refet Ağabeyin yazısı hakkında yine takdirkâr cümle kullanır: “Mâşaallah, hattın güzeldir.” Yazmak çok önemlidir. Burada hemen “Marifet iltifata tâbîdir!” sözünü hatırlayalım. Said Nursî yazdırmak konusunda esnektir, zorlayıcı değildir. Böyle olmasına rağmen 600.000 nüsha risâlenin elle çoğaltıldığını düşünürseniz alınan sonuç mükemmeldir, günümüzde bile ulaşılması zor bir rekordur.
Bediüzzaman’ın risâlelerin yazılması konusunda takip ettiği taktiğe de bir bakalım: “Vakit bulursan bir kısmını yazın. Bir kısmını Hüsrev gibi ciddî talebeler yazar; onlardan bilâhare alır, yazarsınız ve onlarla teşrik-i mesaî edersiniz.”
Zaman bulmak zor mu? Zor değil! Ama bulduğun zamanı nerede, nasıl kullacaksın? Her şeye rağmen hizmet devam edecektir. İşte buna bir kapı: Fırsatları kollamak ve ele geçen ilk fırsatta yazmak. O günlerde bir isme daha dikkat çekilmektedir: Hüsrev. O, yazmak konusunda ortak çalışılacak bir nur talebesidir. Hüsrev hattı, Nur talebeleri arasında oldukça yaygındır. Tevafuklu Kur’ân onun hattıyla yazılmıştır. Üstad onun bu özelliğine muhtelif mektuplarda dikkat çekmektedir.
Bediüzzaman, Nur hizmetlerine yeni talebeleri beklediğini şöyle ifade etmektedir: “Altı senedir Isparta’da ciddî talebelerin çıkmasına muntazırdım, bekliyordum. El-minnetü lillâh, şimdi sizinle beraber birkaç tane çıkmaya başladı.”
Talebe ile dost kıyaslaması da yapılır: “Bir talebe, yüz dosta müreccahtır.”
Risâle okumanın insanlara kazandırdığı bir ibadet daha vardır, o da tefekkürî ibadettir. Bunu da şöyle ifade eder: “Sözler namındaki envâr-ı Kur’âniye ise, en mühim ibadet olan ibadet-i tefekküriye nev’îndendir.”
Zamanımızda özellikle en önemli vazife, imana hizmettir. Çünkü iman ebedî saâdetin anahtarıdır.5
Barla Lâhikası’nda yer alan, 1930’larda yazılmış iki mektubu açmaya çalıştık. Satır aralarında gezinmeye çalıştık.
Nur talebelerinin bu mektuplardan alacağı dersler çok.
Acaba bunu ve diğer lâhika mektuplarını kendimize yazılmış gibi kabul etsek ne olur?
Lâhikalara muhatap olmak veya olamamak!
Dipnotlar:
1- İsrâ Sûresi, 44.
2- Barla Lâhikası, s. 534.
3- En’âm Sûresi, 59.
4- Barla Lâhikası, 115-116.
5- Barla Lâhikası, 523-524.
20.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|