|
|
Ahmet ÖZDEMİR |
“Aklen Hulusi, kalben Sabri, vicdânen Hüsrev hükmünde olan Refet Bey” |
|
Üstad Said Nursî’nin gözünde, İhlâs Risâlelerinde anlatıldığı gibi, Nur talebelerinin her biri bir fabrikanın çarkları gibidir. Çarkın küçüklüğüne büyüklüğüne bakılmaz. Her çarkın ayrı bir vazifesi vardır. Birisinin vazifesini ihmal etmesi veya terk etmesi ise ürünlerin en azından bozuk çıkması demektir. Dolayısıyla hepsinin ahenkli çalışması iyi bir sonuç almaya götürecektir.
Merhum Refet (Barutçu) Bey’in Üstad Said Nursî ile mektuplaşmaları önemli yer tutar. Üstad yazdığı mektuplarda Refet Ağabeye iltifatkâr hitaplarda da bulunur. Meselâ, bir mektubun başına şu notu düşer: “Şu fıkra aklen Hulûsi, kalben Sabri, vicdanen Hüsrev hükmünde olan Refet Beyin mektubudur.”
Burada Barla sıddıklarından Hulusi, Sabri ve Hüsrev’le Refet Bey benzetmesi yapılır. Akıl yönünden Hulusi’ye, kalb yönünden Sabri’ye ve vicdan yönünden Hüsrev’e benzetilir. Genellikle bu özellikler kâmil insanlarda bulunan özelliklerdir.
Refet Bey’in Bediüzzaman’a yazdığı bir mektubu anlamaya çalışalım. Mektubun başlangıç cümlesi diğer mektuplarda olduğu gibi “Bismihî Sübhanehu” (Allah’ın adıyla) diye başlar. Arkasından “Hiçbir şey yoktur ki O’nu övüp O’nu tesbih etmesin!”1 âyeti gelir. Bediüzzaman Said Nursî, bu âyeti mektuplarının başına niçin koyduğunu bir mektubunda şöyle açıklamaktadır:
“Bunun hikmeti şudur ki: Kur’ân-ı Hakîm’in hazâin-i kudsiyesine, bana açılan en birinci kapı o olduğudur. En evvel, hakaik-i âliye-i Kur’âniyeden şu âyetin hakikati bana zahir olmuş ve ekser risâlelerde, o hakikat sereyan etmiştir (yayılmıştır). Hem bir hikmeti şudur ki: İtimad ettiğim mühim üstadlarımın mektuplarının başlarında istimâl etmeleridir.”2
Daha sonra selâm ve duâ cümlesi olan “es-selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berakâtuhü ebeden dâimen” (Ebediyete kadar daima Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun) yer alır.
Refet Bey, mektupta, yaptığı hizmeti ve okuduğu risâlelerden aldığı feyzi anlatmaya başlar. Bilindiği gibi risâlelerin Kur’ân hattıyla matbaalarda basılması yasaktı. Ondan dolayı elle yazmak suretiyle çoğaltılabiliyordu. Refet Bey, Kur’ân’ın i’câzını isbat eden Yirmi Beşinci Söz’ü Süleyman Efendi vasıtasıyla almıştır. Kendi el yazısıyla çoğaltmıştır. Bediüzzaman Hazretlerinin üzerinde titizlikle durduğu tashih konusuna o da çok önem vermektedir. Bu bakımdan Yirmi Beşinci Söz’ü, tashih olunmak üzere Üstada takdim etmiştir.
Refet Bey Yirmi Beşinci Söz ile On Dokuzuncu Mektub’u kıyaslamaktadır. Yirmi Beşinci Söz için, “İ’câz-ı Kur’ân elhak bir şâheserdir. İhtivâ ettiği hayret-bahş hakaik itibarıyla âsâr-ı âliyenizin en mühimidir” der. Yani adı geçen Söz şaheserdir, onun üzerine başka bir kitap çıkamaz. İhtiva ettiği hakikatler ise hayret vericidir. Bu yönden bakıldığında Yirmi Beşinci Söz yazılan risâlelerin en önemlisidir.
Refet Bey, Mû'cizât-ı Ahmediye’yi okuduğunu belirttikten sonra “Çok mükemmel ve ruha ulviyet ve inkişaf bahşeden çok kıymettar bir eser” olduğunu ifade eder. Mû'cizat-ı Ahmediye’de Resûl-i Ekrem (asm) Efendimizin mû'cizeleri yer almaktadır. Kur’ân-ı Kerim de Peygamberimizin en büyük mû'cizesidir. Şu kadar var ki, Mu’cizât-ı Ahmediyenin en büyüğü Kur’ân-ı Mû'cizü’l-Beyan olduğuna göre, i’câz-ı Kur’ân’ın Refet Beyin ruhunda meydana getirdiği “tebeddülât ve münderecâtından” ettiği istifade çok büyük olmuştur. Bu eserle “Yaş ve kuru ne varsa ap açık bir kitapta yazılmıştır”3 âyet-i celîlesinin ihtivâ ettiği geniş ve pek azametli olan ulvî mânâlar ispat edilmiş oluyor.
Refet Bey Yirmi Beşinci Söz’den aldığı feyizle günümüzde yaşanan sıkıntılara yer vermekte ve şöyle demektedir:
“Bugünkü terakkiyât-ı fenniye ve ihtirâât-ı beşeriyyeyi kendi mahsulât-ı fikriyeleri addeden ve bir hazine-i hakaik olan Kur’ân-ı Mû'cizü’l-Beyânı mühmel bırakarak Avrupa’dan ilim ve irfan dilenciliği yapan ve akıllı geçinen gafiller, beşerin dünyevî ve uhrevî saâdetini temin edecek maâliyat ve desâtir-i muazzamayla memlû bulunan bu âsâr-ı muhteşemeyi bir nazar-ı insaf ve bir teyakkuz-ı ârifâne ile mütalâa etselerdi, dalmış oldukları hâb-ı gafletten pek çabuk uyanacaklardı.”
Aslında İslâm’ın ve Kur’ân’ın malı olan fennî ve beşerî keşifler ihmal edilmiş ve Avrupa’ya ilim ve irfan dilenciliği yapılmıştır. Beşeri gafletten uyandıracak yol, insanlığı dünyevî ve uhrevî saadete götürecek düstur ve fikirlerle dolu bulunan bu muhteşem Kur’ân hazinesini insafla tetkik etmekten geçmektedir.
Bu durumu şuna benzetir: “Heyhât, bizler arpa ambarı içinde açlıktan ölen tavuklara benzeriz. Elimizde bir mecmuâ-i hakâik dururken ona karşı göz yumar ve başkalarından istiâne ederiz.” Evet, Kur’ân hazinesi içinde yaşıyoruz, ama farkında değiliz. Balıkların denizin kıymetini bilmedikleri gibi biz de o hazinenin kıymetini bilmeyiz, başkalarına özeniriz.
Refet Ağabey mektubuna tevazu cümleleri ile devam eder: “İ’câz-ı Kur’ân’ın yüksekliği hakkında ne yazsam azdır. Kalemim onu tavsiften âcizdir. Kudret-i kalemiyem olsaydı, hakkını vermeye çalışırdım; olmadığı için âcizâne olarak sözümü kesiyorum.”
Mü’minin mü’mine en güzel yardımı duâ etmektir. Bu konuda pek çok âyet ve hadis vardır. Refet Bey de Üstad’dan “hizmet-i Kur’ân’da sâbit olma”sı hakkında duâsını talep ve istirham etmektedir.4
***
Yukarıda açmaya çalıştığımız mektubun yazılış tarihini tam bilemiyoruz. Tahminen 1930-1934 yılları arasında olmalıdır. Aşağıya Üstaddan Refet Ağabeye gönderilen kısa bir mektubu da cevâbî olarak düşünüp anlamaya çalışalım.
Bediüzzaman Hazretleri mektubuna “Aziz kardeşim Refet Bey” diye başlar. Mektubunda Refet Ağabey için senakâr sözler kullanır. Mektupta yer alan cümlelere bakalım:
“Senin mektubunu ve kitabını memnuniyetle aldım.” Refet Ağabey, risâleleri elle çoğaltmakta ve yazdıklarını tashih için zaman kaybetmeden Üstada göndermektedir. “Gayet sevdiğim bir talebem olan Hulûsi Beyin ruhunu sizde hissettim.” Barla Lâhikası’nın başında yer alan Merhum Hulusi (Yahyagil) Beyle ilgili mektupları hatırlayalım. Hulusi Beyle Refet Bey arasında elbette müşterek noktalar çoktur. Onları sıralamak bile epeyce yer alacaktır.
Refet Beyin Nur talebesi olması eski yıllara dayanmaktadır. O günkü şartlarda bir araya gelmenin ne kadar zor olduğu da ayrı bir gerçektir. Maddî ayrılıklar mânevî beraberliklere engel değildir. Nur talebelerinin birisinin doğuda, birisinin batıda olması, birisinin güneyde, birisinin kuzeyde olması görüşmelerine engel teşkil etmez. İki nur talebesi birbirleriyle karşılaştıklarında hemen kaynaşırlar. Adeta yıllarca arkadaş olduğunu, hatta kardeş olduğunu hissederler.
Bediüzzaman’ın Refet Beye “Seni yeni değil, Hulûsi gibi eski bir talebe olarak kabul ettim” demekle ona iltifat etmekte ve arkasından gelen cümle ise yapacağı görevleri hatırlatmaktadır:
“Talebeliğin hâssası şudur ki: Yazılan Sözlere kendi malı gibi sahip olmalıdır. Kendisi telif etmiş ve yazmış nazarıyla bakıp neşrine ve ehil olanlara iblâğına çalışmaktır.”
Risâle-i Nur literatüründe üç kelime önemlidir: Talebe, kardeş ve dost. Yukarıdaki cümlede talebeliğin özelliğine dikkat çekilmektedir. Talebenin vazifesi Sözlere (Risâle-i Nur’a) kendi malı gibi sahip çıkacaktır. Benim demenin yolu, kendisi yazmış gibi bakmak, neşredilmesine, yayılmasına ve ehil olanlara tebliğ edilmesine çalışmaktır.
Üstad, Refet Ağabeyin yazısı hakkında yine takdirkâr cümle kullanır: “Mâşaallah, hattın güzeldir.” Yazmak çok önemlidir. Burada hemen “Marifet iltifata tâbîdir!” sözünü hatırlayalım. Said Nursî yazdırmak konusunda esnektir, zorlayıcı değildir. Böyle olmasına rağmen 600.000 nüsha risâlenin elle çoğaltıldığını düşünürseniz alınan sonuç mükemmeldir, günümüzde bile ulaşılması zor bir rekordur.
Bediüzzaman’ın risâlelerin yazılması konusunda takip ettiği taktiğe de bir bakalım: “Vakit bulursan bir kısmını yazın. Bir kısmını Hüsrev gibi ciddî talebeler yazar; onlardan bilâhare alır, yazarsınız ve onlarla teşrik-i mesaî edersiniz.”
Zaman bulmak zor mu? Zor değil! Ama bulduğun zamanı nerede, nasıl kullacaksın? Her şeye rağmen hizmet devam edecektir. İşte buna bir kapı: Fırsatları kollamak ve ele geçen ilk fırsatta yazmak. O günlerde bir isme daha dikkat çekilmektedir: Hüsrev. O, yazmak konusunda ortak çalışılacak bir nur talebesidir. Hüsrev hattı, Nur talebeleri arasında oldukça yaygındır. Tevafuklu Kur’ân onun hattıyla yazılmıştır. Üstad onun bu özelliğine muhtelif mektuplarda dikkat çekmektedir.
Bediüzzaman, Nur hizmetlerine yeni talebeleri beklediğini şöyle ifade etmektedir: “Altı senedir Isparta’da ciddî talebelerin çıkmasına muntazırdım, bekliyordum. El-minnetü lillâh, şimdi sizinle beraber birkaç tane çıkmaya başladı.”
Talebe ile dost kıyaslaması da yapılır: “Bir talebe, yüz dosta müreccahtır.”
Risâle okumanın insanlara kazandırdığı bir ibadet daha vardır, o da tefekkürî ibadettir. Bunu da şöyle ifade eder: “Sözler namındaki envâr-ı Kur’âniye ise, en mühim ibadet olan ibadet-i tefekküriye nev’îndendir.”
Zamanımızda özellikle en önemli vazife, imana hizmettir. Çünkü iman ebedî saâdetin anahtarıdır.5
Barla Lâhikası’nda yer alan, 1930’larda yazılmış iki mektubu açmaya çalıştık. Satır aralarında gezinmeye çalıştık.
Nur talebelerinin bu mektuplardan alacağı dersler çok.
Acaba bunu ve diğer lâhika mektuplarını kendimize yazılmış gibi kabul etsek ne olur?
Lâhikalara muhatap olmak veya olamamak!
Dipnotlar:
1- İsrâ Sûresi, 44.
2- Barla Lâhikası, s. 534.
3- En’âm Sûresi, 59.
4- Barla Lâhikası, 115-116.
5- Barla Lâhikası, 523-524.
20.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Duâyı elden bırakmayalım! |
|
Bayan okuyucumuz: “Maddî-mânevî sıkıntılar yaşadık. Bu sıkıntılar hengâmesinde duâdan başka sığınacak kapımız da yok. Risâle-i Nûr’da dünyalık bir şey istenmez deniyor. Bu ne demektir? Açıklar mısınız?”
Dünyâ, içinde yaşadığımız âlem. Sâhibi var, Mâlik’i var, Yaradan’ı var. Biz de O’nun mahlûku, memlûkü, abdi ve kullarıyız. Kul her fırsatı bir vesîle bilir, Rabb’ine yönelir. Her şeyi Rabb’ine yakın olabilmenin bir “aracı” telâkkî eder.
Duâ bir ibadettir; ibadetin neticesi ise ahirete bakar. Dünyevî maksatlar ise, o nev'î duâ ve ibâdetin vakitleridir; yoksa gayeleri değil.1
Sıkıntısız, gamsız, kedersiz, problemsiz dünya hayatı düşünmek abesle iştigaldir. Acz ve fakr bizim kulluk tâcımız. Kudret, gınâ ve kerem ise O’nun şanlı sıfatları. İstemek bizden; vermek O’ndandır. Vehhâb olan, yani veren O. Vermek istemeseydi, istemek verir miydi hiç? O’nun Hak Kelâmına göre, duâmız olmazsa ne ehemmiyetimiz var?2 Öyleyse duâ yapmamak bizim için gerçek mânâda vahamet, gerçek mânâda perişâniyet, gerçek mânâda zillet demektir! Duâ ve niyâz ise, ekmek ve sudan da fazla her nefeste ihtiyâcımız olan, bizi Sâhibimize yakın kılan tek âhizemiz. Bu âhizenin öbür ucu açık, dinlemede, cevap vermede. Ya bu ucu? Genelde kapalı tutuyoruz nedense? Ne kadar da müstağnîyiz! Duâdan istiğnâ etmek, kaçınmak, öbür ucu açık bulunan âhizeyi önemsememek hiç de hayra alâmet değil!
Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi, vakte bağlı ibâdet ve taatlar gibi, duâların da vakitleri vardır. Meselâ güneşin tepe noktadan zevale doğru meyletmesi nasıl öğle namazının vaktiyse, güneşin batması nasıl akşam namazının vakti ise, ayın tutulması nasıl husûf namazının vaktiyse, Ramazan ayının girmesi nasıl oruç ibâdetinin vaktiyse, yağmursuzluk nasıl yağmur duâsının vakti ise; hastalık şifâ için Şâfî-i Hakîki’ye duâ ile yaklaşmanın, mûsîbetler Cenâb-ı Hakk’a niyâz ile ilticâ etmenin, bir takım husûsî problemler de husûsî açılardan Allah’a duâ etmenin husûsî vakitleridirler.3 Nasıl ki, akşam namazı güneşin batmaması için kılınmaz, öyle de yağmur namazı ve duâsı yağmur yağması için yapılmamalı; yani yağmurun yağması, yağmur duâsının gayesi hâline gelmemeli. Yağmursuzluk, yağmur namazı ve duâsının vaktidir, yoksa o ibadetin gayesi değil.
Aynen öyle de, hastalık ve mûsibetler, Allah’a duâ etmenin, Şâfî-i Hakîki’den şifâ talep etmenin vaktidir. Bu husûsî vakitlerde duâdan istiğna etmemeliyiz, duâdan uzak durmamalıyız. Bize dert veren, bizden duâ bekleyen Rabb’imizden başkası değildir. Duâmız olursa bize ehemmiyet verecek; belki derdimizi hafifletecek, belki bizden râzı olacak, belki duâmızı âhiret hesâbına kabul edecek; âhiretteki bir dertten bizi kurtaracak. Hikmetini bilemeyiz. Hikmetinden suâl olunmaz. Ancak Bedîüzzaman’ın (ra) beyânıyla, dert bizden gitmediğinde duâmız kabul olunmadı demeyeceğiz; buna cevaz yok. Allah’ın duâmızı kabul etmediğini veya etmeyeceğini bilemeyiz; Allah’ı itham etmek câiz değildir.
Duâ ettiğimiz halde dert bizden kaldırılmıyor ise, “Duânın vakti kazâ olmadı” diyeceğiz. Yani duânın vakti henüz daha bitmedi, henüz daha murad-ı İlâhî bizim duâ etmemizden yana. Bundan alacağımız tek işâret, “duâya devam” mesajı olmalıdır. Yoksa, “Allah duâmı kabul etmiyor” deyip duâyı kesmek, mü’min’e yakışmaz. Mü’min duâyı bırakmaz. Mü’min, Rabb’inden müstağnî kalamaz çünkü! Kalmamalı.
Demek duânın husûsî vakitlerini amaç olarak değil; araç olarak görmelidir. Amaç, Allah’a yaklaşmak ve duâ etmektir. Eğer Cenâb-ı Hak takdir eder ve dert kaldırılırsa ne âlâ! O zaman o husûsî duânın vakti de bitmiş olur.
Bazı virdleri, zikirleri, tesbihleri, Cevşen’i veya Kur’ân’ı okuyarak, namaz kılarak, oruç tutarak, mütalâa ve tefekkür ederek Allah’a sığınmak, duâ ve niyazda bulunmak elbette câizdir. Ama bütün bunlar bizzat amaç ibâdetlerdir. Amaç ibâdetleri, dünyevî bir şeyin aracı hâline getirmek câiz değildir. Okulda başarılı olmak için fiilî çalışmalarımızın yanında kavlî olarak da Allah’a duâ ederiz. Ancak bu duânın gayesinin, “başarmak” olmadığının şuurunda olmalıyız. Duâ, burada, başarıyı yakalama süreci içinde “amaç” olarak yapmamız gereken bir mükellefiyet olur.
Meselâ ümmet olarak Gazze sıkıntısını çözmekte âciz kaldığımız bu günlerin, birliğimiz ve dirliğimiz hususunda Allah’tan yardım ve inayet istemek gibi bir duânın vakti olduğunu unutmamalıyız! Ve bu duâyı, tam bir ibadet şuuru içerisinde yapmaya devam etmeliyiz.
Cenâb-ı Hak bizi makbul duâlara muvaffak kılsın. Âmin.
Dipnotlar:
1- Sözler, 23. Söz, 5. Nokta
2- Furkân Sûresi,25/77
3- Sözler, S. 287
20.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Mü’min kuvvetli olmak zorunda |
|
Bir hadis-i şeriflerinde Sevgili Peygamberimiz (asm) bütün mü’minlerin hayırlı olduklarını, ancak kuvvetli mü’minin zayıf mü’minden daha hayırlı olduğunu1 bildirir.
Sonsuz kudret, ilim, hikmet ve güzel isimlerin sahibi Cenâb-ı Hakka dayanan bir insan, orduya dayanan askerin kuvvet kazanması gibi hiçbir şeyle kıyas edilmeyecek derecede büyük bir kuvvet kazanır. Bu bağlılıkla küçücük bir karıncanın firavunun sarayını tepesine çökerttiğini, bir sineğin Nemrud’u geberttiğini, buğday kadar küçücük bir çam tohumunun metrelerce boyundaki koca çam ağacını netice verdiğini biliyoruz.
Kur’ân, bir âyetinde, “Gevşemeyin ve üzülmeyin. İnanıyorsanız üstünsünüz”2 buyururken bize bu kuvveti, üstünlüğü hatırlatmaz mı?
Demek inanmak bizatihî üstünlüktür. O halde mü’min hem kuvvetli, hem üstündür, bunu bütün zerreleriyle hissetmek ve öyle olmak zorundadır. Daha açıkçası bu kuvvet ve üstünlüğü fiiliyata dökmek, pratiğe yansıtmak, gereklerini yerine getirmek zorundadır.
Âyet ve hadisler bunun ölçü ve prensiplerini vermektedir.
Mü’min yaratılışı icabı zayıf olabilir, ama bu güçlü ve üstün olmasına engel olmaz.
Mü’min, zayıf olsa da bedenen güçlü olacak; sağlığına dikkat edecek, zararlı alışkanlıklardan uzak kalacak, mümkün olduğunca faydalı besinlerle beslenecek; soğuğa, sıcağa, sağlık kurallarına dikkat edecektir.
Mü’min, kalben kuvvetli olacak, kalbine kökleştirdiği imanla hayatın her türlü zorluklarına karşı göğüs gerecek, imanını ibadetle destekleyerek, güzel ahlâkla besleyerek kuvvetli olacaktır.
Mü’min, ruhen güçlü, iradesi kuvvetli, moral gücü yüksek, metin, cesur, kararlı, soğukkanlı olur. Onun için de olaylar karşısında yılmaz, yıkılmaz, bıkmaz.
Kuvvetli mü’minin daha başka özellikleri de var. Bunun üzerinde de İnşaallah bir sonraki yazımızda duralım.
Dipnotlar:
1- Müslim, Kader: 34; İbni Mace, Mukaddime: 10; Zühd: 14.
2- Âl-i İmran Sûresi: 139.
20.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Dünyada yeni dönem |
|
Henüz başında bulunduğumuz 2009 senesinin Türkiye'de olduğu gibi Ortadoğu, AB, özellikle ABD'deki gelişmeler açısından da yeni bir dönemin başlangıcı olacağı anlaşılıyor.
Hayli geniş görünen bu yelpazede hasıl olacak gelişmelerin, dünyanın hemen her yerinde benzer gelişmeleri tetikleyeceği kuvvetle muhtemel.
Şimdi, görebildiğimiz bu zincirleme gelişmelerin bazı halkalarına bakalım.
Mahallî genel seçimlere doğru hızla yol alan Türkiye'de, ayrıca görüşülmekte olan "Ergenekon örgütü dâvâsı" üzerindeki esrarengiz perdenin bu yıl içinde kısmen de olsa kalkacağını ve dâvânın asıl mahiyetinin ne olduğu hususunun kamuoyu nezdinde daha iyi anlaşılmaya başlayacağını kuvvetle ümit etmekteyiz.
Dolayısıyla, Türkiye'deki siyasî gelişmeler gibi hukukî gelişmelerin de önümüzdeki dönem için çok önemli bir işaret ve bir kilometre taşını teşkil edecek derecede müjdeli bir mahiyet taşıdığını şimdiden söylemek mümkün.
2009 senesinin, aynı zamanda Türkiye'deki idarî inisiyatifin Osmanlı'dan (Müslüman Türkler'den) Selanik dönmelerinin eline geçtiğinin yüzüncü senesi olduğunu ve bu el değiştirme musibetinin tarihî miadını doldurduğunu da ayrıca hatırlatmış olalım.
Ortadoğu –ABD denklemi
Türkiye'den Ortadoğu coğrafyasına geçelim...
Saldırgan İsrail, önceden de tahmin edildiği gibi, Filistin'deki saldırı ve işgal hareketini Obama'ya endekslemiş görünüyor. Zira İsrail, asıl kuvvetini Amerika'dan ve bu devletin bugün itibariyle görevi halefine devredecek olan sâbık başkanı Bush'un zulme meyyal yönetiminden alıyordu.
İşte, bugün (20 Ocak 2009) itibariyle ABD'deki yönetim kadrosu bütünüyle el değiştiriyor. Ve, on yıl sonra da olsa, savaş, silâh ve kan dökme yanlısı olan Cumhuriyetçiler gidiyor, onların yerine nisbeten insanî tarafları ağır basan ve dünyada mâsum kanı dökülmesini istemeyen Demokratlar geliyor.
Demokratların başında, dolayısıyla ABD'nin başında tarihte ilk kez olmak üzere bir siyahî şahsiyetin gelmesi ise, gerek Amerika'da ve gerekse bu ülkeyle yakın münasebette olan pekçok ülkedeki değişim rüzgârını daha da şiddetlendirmiş bulunuyor. Bunu da, elbette ki hayra yormak gerekiyor.
Türkiye–AB ekseni
Türkiye'de yaşanan siyasî, iktisadî ve hukukî sıkıntıların çoğu, üyesi olmaya çalıştığımız AB standartları seviyesine çıkılamamaktan kaynaklanıyor.
Orta yerde bir sürü ayakbağı teşkil eden engeller var. Bunlar da, ancak ciddî mânâdaki reformlarla aşılabilir.
Mevcut hükümet, bunları aşmada iyiniyet gösterisinde bulunmasına rağmen, bu hususta maalesef işi rölantide tutuyor ve zamanında gereken adımları atmıyor.
Ne var ki, rahatlamak ve önündeki engelleri kaldırmak için de, özellikle reformlar noktasında cesur ve kararlı davranmaktan başka çıkış yolu görünmüyor.
Bakınız, AB ile müzakerelerin başladığı Aralık 2004'ten bu yana aradan beş yıl kadar bir zaman geçti. Ancak, bu istikamette şimdiye kadar ciddî bir atak hareketi sergilenemedi. Olacak şey değil...
Neticede, Türkiye AB'ye resmen üye olmasa dahi, yine de yerinde durmamalı ve demokratik bir hukuk devleti olmanın gayreti içinde olduğunu hem Avrupa, hem Amerika, hem de bölgedeki ülkeler nezdinde ilân ve ispat etmeli.
Zira, mevcut handikaplardan kurtulmanın ve şu sür'at asrında ileri doğru hamleler yapabilmenin başka da bir yolu görünmüyor. Bunun aksini iddia edenlerin şimdiye kadar gösterebildikleri tek adres, İran ve Rusya olmuştur. Ki, bunun da yolu meğerse "Ergenekon"dan geçiyormuş...
Tarihin yorumu 20 Ocak 1921
Teşkilât–ı Esâsiye Kànunu
Ankara'da 23 Nisan 1920'de kurulan ve henüz bir yılını doldurmayan Millet Meclisi, 20 Ocak 1921'de almış olduğu bir kararla “Teşkilâtı Esâsiye Kànunu"nu kabul etti.
Bu kànun, tek maddeden ibaret olmayan, 23 temel maddeden müteşekkil bir kànunlar manzumesi idi.
85 sayılı bu kànun, Anayasa'dan ziyade, hazırlanacak olan Anayasa'nın çerçevesini şekillendiren bir mahiyet arz ediyordu.
1923'te kısmî değişikliğe uğrayan ve 1924'te kadar bir nevi Anayasa işlevini de gören “Teşkilâtı Esâsiye Kànunu"nu, eskiden olduğu gibi günümüzde de "Anayasanın tâ kendisi" şeklinde algılayanlar olmuştur.
Ne var ki, bu iki şey birbirinin aynısı olmadığı gibi, gayrısı da değildir. Aralarında usûl ve esaslar itibariyle benzer ve farklı noktalar var.
Coşkun tezâhürat
Henüz nifak–şikak niyet ve emellerinin suyüzüne çıkmadığı dönemde kabul edilen “Teşkilât–ı Esâsiye Kànunu"nun özellikle birinci maddesi, Millet Meclisi tarafından coşkun bir tezahüratla ayakta alkışlandı.
Birinci madde aynen şöyledir: "Hâkimiyet, bilâ kayd û şart milletindir. İdare usûlü, halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etme esasına müstenittir.”
Doğrusu, bir "cumhurî demokrasi"yi hedefleyen ve gaye–i maksat yapan bu maddenin görmüş olduğu coşkun alâka, vatanını, milletini seven herkesi sevindirip ümitlendirmişti.
Ne var ki, kısa bir süre sonra (1923) Meclis'teki "II. Grub"un tasfiye edilmesi ve Ali Şükrü Bey gibi gerçek kahramanların siyasî tertiplerle katledilip bertaraf edilmesi, ümitleri söndürmeye ve sevinçleri kursaklarda bırakmaya başladı.
Göz boyama 1927'ye kadar
“Teşkilât–ı Esâsiye Kànunu"nda yapılan kısmî değişiklik, 29 Ekim 1923 tarihini taşıyor. Bu tarihte yapılan değişiklikle, 1. Maddeye "Türkiye Devletinin şekl–i hükümeti cumhuriyettir" ifadesi eklenirken, 2. Madde ise, aynen şu şekilde tanzim edildi: "Türkiye Devletinin dini, din–i İslâmdır. Resmî lisânı Türkçedir."
20 Nisan 1924'te hazırlanan ilk Anayasa'nın 2. Maddesine de aynen dahil edilen bu ifadeler, 1927'de ise, büyük bir inkılâba uğradı ve "Türkiye Devletinin dini, din–i İslâmdır" ibaresi Aanyasa'dan çıkarılıp atıldı.
Bu sûretle Anayasa'da hasıl olan boşluk, 1937'de "laiklik" prensibi ile doldurulmaya çalışıldı.
20.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İnkârcı filozofların iddiâları delil olamaz! |
|
Ateist profesörlerin, filozofların, Allah’ı inkârla ilgili iddiâlarının bir kıymeti, değeri yoktur. İspat edenlerin sözleri ilmen ve aklen geçerli; inkâr edenlerinse—sayıları ne kadar çok, kariyerleri ne kadar yüksek olursa olursa olsun—geçersizdir. Çünkü;
1- Artık, “kaziye-i makbûle” denilen büyük zâtların sözlerini “delilsiz” kabul etme anlayışı, metodu; aklın, ilmin fevkalâde inkişaf ettiği günümüzde geçersizdir. Şu prensipleri de dikkate almalıdır:
Kim bir şeyle çok meşgul olursa, diğerlerinde ekseriyâ gabîleşir (uzaklaşır, akıl erdiremez). Maddiyât ile çok meşgul olan, mâneviyatta gabileşir ve sathî olur. Maddede ihtisas sahibi olanın sözü, mâneviyâtta geçersizdir. Maddî meselelerde mahareti olanın mâneviyâtta hükmü delil olmadığı gibi, çok defa sözü dinlenilmeye dahi lâyık değildir.1 Meselâ, bir hasta; “Falanca, ilim adamıdır” diyerek doktor yerine yüksek jeofizik mühendisine müracaat ile gösterdiği ilâcı kullansa; akrabasına tâziye vermeye dâvettir.!
Hakikatin tâ kendisi ve (tamamen soyut) olan mâneviyâtta, maddiyatçıların hüküm ve fikirlerine danışmak, âdetâ lâtife-i Rabbaniye denilen kalbin sektesini (durmasını) ve nurânî cevher olan aklın ölümünü ilân etmektir. Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatta kördür. (Rûh, akıl ve pek çok enerji boyutlarını göremediğimiz gibi.)
2- Küfür, inkâr birkaç kısımdır: Bir kısmı, bilmediği için inkâr eder; ikincisi, bildiği halde inkâr eder. Bu da, birkaç şubedir. Birincisi, bilir, lâkin kabul etmez. İkincisi, kesin bilgisi var, lâkin itikadı yoktur. Üçüncüsü, tasdiki var, lâkin vicdanı, iz’ânı (anlayışı/kavrayışı) yoktur.2
3- İnkârcıların çok olması ve inkârlarında bir araya gelmeleri de, inananların imânına zarar vermez. Çünkü, kıymet, “sayı” çokluğunda değil, “kalite, doğrulukta” aranır. Hayvanlar, insanlara göre kıyaslanamayacak kadar çoktur. Ama, bir insan nerede, milyarlarca hayvan nerede? Temel maddeleri aynı, fakat dizilişleri ayrı olan kömür ile elmas arasında da aynı kıyası yapabiliriz: Kömür çok, elmas ise azdır. Fakat bir parça elmas, yüz binlerce ton kömürden daha değerlidir.
Dolayısıyla inkârcıların iddialarının akıl, mantık ve bilim açısından hiçbir değeri yoktur. Fikrî yardımlaşmaları da tesirsizdir, faydasızdır. Bu durumda bin de, bir de birdir. Birbirlerine kuvvet vermez.
4- Sorgulanması gereken diğer önemli nokta da; insanda hükmeden, üstün gelen ya fikir veya hissiyât (duygular); ya hak veya kuvvet; ya hikmet veya hükûmet/siyasettir. Veyahut ya kalbî meyiller veya aklî temâyüllerdir. Veyahut ya hevâ (nefsî arzular) veya hüdâdır (hakperestlik).3
İnkâr edenler sahalarında uzman, otorite de olsalar; inanç konusundaki hükümlerini neye göre veriyorlar? Hislerine, heveslerine, duygularına göre mi; bu hususta çalıştırmadıkları akıl, mantıklarına göre mi; tefessüh etmiş kalb ve vicdanlarına göre mi?
5- Günümüz akıl, tahkik, inceleme, araştırma, ilim, fikir asrıdır. Kim “haklı” ve meselesini “akla, ilme” dayandırır; kimin “aklı” keskin, “kalbi” parlak olursa4 dâvâsını ispat eder.
6- Bir sarayın kapılarından 999’u açık, biri kapalı olsa, kimse o saraya girilemeyeceğini iddiâ edemez. İşte inkârcı, devamlı sûrette kapalı olan o bir tek kapıyı dikkate verip onu göstermek ister. Aslında o kapı da, onun ve onun gibi olanların gözlerine çekilmiş perde sebebiyle onların ruh dünyâlarına kapalıdır. Mü’min için kapalı kapı yoktur. Yeter ki gözlerini yummasın!
İddiâ, ispat edilmedikçe karın doyurmayacak; hükümranlığını da yitirecektir.
Dipnotlar:
1- Muhakemât, s. 25. 2- İşârâtü’l-‘câz, s. 68. 3- Muhakemât, s. 40. 4- Münâzarât, s. 33.
20.01.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Murat ÇETİN |
Yeryüzünün bütün iyi insanlarına |
|
Yeryüzünün bütün iyi insanları!
“Ben bir melek değilim” de diyebilirsiniz, kendinizi olduğunuzdan iyi biri olarak da görebilirsiniz. Benim için fark etmez.
Başkasının hayatı için ölüme yürüyecek kadar iyi olmanız şart değil.
Kendiniz açken, bir kuru ekmeğinizi paylaşacak kadar da iyi olmayabilirsiniz.
Herkese bir faydanız dokunsun diye gecenizi gündüzünüze katan iyi insanlardan biri de değilsiniz belki.
Belki “Ben iyi biriyim” derken sadece otobüste yaşlılara yer vermeyi kastediyorsunuz.
Belki siz iyilikten, yolda bulduğunuz cüzdanı sahibine ulaştırıp, ondan da bir miktar ödül almayı anlıyorsunuz.
Belki bir hastaya geçmiş olsuna gitmek, bir yakınınızın cenazesine katılmak, düşen bir ihtiyarı ayağa kaldırmak sizin kendinizi iyi bir insan saymanız için yeterlidir.
Ve bu “iyi insan” tanımlamalarına sahip dünyada hiç de azımsanmayacak kadar insan olduğunu biliyorum.
En azından gözünü kırpmadan yüzlerce insanın üstüne bombalar, füzeler, mermiler yağdıracak kadar kötü olan insanlara kıyasla…
En azından savunmasız insanları aylarca aç, susuz bırakıp sonra da katletmeyi marifet sayanlara kıyasla…
Ben milyarlarca iyi insan olduğunu biliyorum.
Bir Filistinlinin acısına kayıtsız kalamayan, bir Filistinli çocuğun cesedi karşısında ürpermeyen, bir babanın, annenin feryadına kulaklarını tıkayan “iyi” insanların hiç de az olmadığını biliyorum.
Ve siz yeryüzünün bu iyi insanları, soruyorum size, neredesiniz?
Sadece kendi acılarınızda ağlayacak kadar bencil, sadece kendinizden olanların ölümlerinde üzülecek kadar tarafgir, sadece kendi etrafınızda olanlara tepki gösterecek kadar duyarsız olamazsınız!
Televizyon izlerken, gazete okurken, internette gezerken içinizde bir yerleriniz sızlamıyor olamaz.
Ama siz iyi insanlar, neredesiniz? Ne zaman konuşacaksınız? Ne zaman sessiz de olsa bir tepkiye ortak olacaksınız? Ne zaman bu zulme dur diyecek, ne zaman avazınız çıktığı kadar bağıracaksınız?
Hepiniz aynı anda zıplasanız bir deprem etkisi meydana getirecek kadar çoksunuz, ama hani, neredesiniz?
20.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Ateşkes” oyunu… |
|
İsrail’in zulüm ve vahşeti sürdükçe en önemli siyasî gündemler bile talî kalıyor. “Ateşkes” e varıldı; lâkin bunun “göstermelik” olduğu ve İsrail’in bu manevralarla Gazze’de kalma oyununu oynadığı gözleniyor.
İsrail’in uluslar arası ateşkes çabalarının ve çağrılarının önünü almak ve baskıları hafifletmek için tektaraflı “ateşkes” ilânının ardından varılan “ateşkes”e rağmen, hâlâ BM’nin teklifinde yer alan “Gazze’yi tamamen terk etmesi” şartına uyup uymayacağı bilinmiyor.
Gerçek şu ki Kur’ân’ın haber verdiği üzere “hırs-ı hayat ve havf-ı memat”la ölümden korkup bunalıma girerek ilerlemeyen, Gazzeli küçük çocukların üzerlerine yağan ölümcül bombalara gösterdiği direnç ve cesâretin onda birini dahi gösteremeyen zırhlı tanklar içindeki İsrail askerlerinin—Lübnan’da olduğu gibi—savaşmak istememesi üzerine Telaviv, “Gazze Zirvesi” öncesi sürpriz olarak “tek taraflı ateşkes” istemek zorunda kalıyor.
Ne var ki bunda da samimî değil; mağlûbiyetini gizleme hilesiyle bir yandan görünürde sanki karşısında bir ordu varmış gibi “ateşkes” paravanı altında “ateşkes” istiyor; diğer yandan ölüm saçıyor. “Ateşkes”in ve “iyiniyet”in gereği olan ablukayı ve amansız ambargoyu kaldırmıyor…
KORKU VE MAĞLÛBİYETİ KAMUFLE…
Yüzlerce Kur’ân âyetinin Yahudileri ikazını, İsrailoğullarını, “yeryüzünü fesada veren” ve “hep bozgunculuğa koşan” zulüm ve ifsadının “seciyelerinde ve mukederâtında münderic olan (yerleşen) müthiş desâtiri (esasları)” ile tefsir eden Bediüzzaman, “her çeşit fesad komitelerine karışan ve her nev'î ihtilâle parmak karıştıran Yahudi milleti”ne bu bozgunculuğundan dolayı “Kur’ân’ın onlara karşı pek şiddetli davrandığını” izâh eder; “dehşetli sille-i te’dib (edeblendirme tokadı) vurduğunu” belirtir. (Sözler, 366-367)
Üç haftayı aşkındır karadan, havadan, denizden Gazze’yi bombalayan, kara harekâtıyla ve fosfor bombalarıyla saldırısını sürdüren, çoğu çocuk ve kadın bin ikiyüz elli insanı katleden ve beşbin üçyüz sivili yaralayan İsrail, Kur’ân’ın bu hükmünü Gazze sahifesinde bir defa daha fiiliyatıyla te’yid etti.
Gazze halkını toptan imha için giriştiği katliâmda, ABD’den aldığı “akıllı bomba”larla Filistinlilerin evlerini, camilerini, hastanelerini, okullarını, sokaklarını bombaladı. Gazze’yi kan gölüne ve harabezâra çevirdi. Ancak yiğit Filistin halkının asil ve kahramanca mücâdelesi karşısında Olmert’in ifâdesiyle “istediklerini” alamayınca, katliâmı masa başında politik atraksiyonlarla ranta dönüştürme peşine düştü. Gazze’ye saplanıp kalınca taktik değiştirmeye yöneldi.
Bir buçuk milyon sivilin açlık, susuzluk içinde helâk olmasına, binlerce yaralının tıbbî malzeme ve ilâç yokluğundan can vermesine seyirci kalıyor; sınır kapılarını açmıyor, dünyadan gelen yardımların ulaşmasını engelliyor.
Bir taraftan dünya kamuoyundan yükselen tepkiyi dindirmeye çalışırken, diğer taraftan en yıkıcı ve yakıcı silâhlarla silâhsız bir halka karşı yürüttüğü saldırıdaki mağlûbiyetini kamufle etme komplosunu kuruyor.
Bu yüzden sözünü ettiği “ateşkes”i de çarpıtma tezgâhında. Baştan beri BM kararlarını çiğneyen, hiçbir hukuk ve insanî değer ve kural tanımayan ve dünyayı takmayan İsrail, çekeceği asker sayısı konusunda bilgi vermiyor. “Hamas’ın yeniden silâhlanmasını önleme” uydurmasıyla “askerlerin bölümünü Gazze’de tutacağı” açıklamasıyla “ateşkesi” çarpıtıyor…
İSRAİL, İŞGALİ “MEŞRÛLAŞTIRMA” PEŞİNDE…
Belli ki İsrail yeni bir oyunun içinde. Bu sebeple Haziran 2008’deki anlaşmaya bile yanaşmamakta. Onca katliâm ve zulmünün üstüne bir de “diş kirası” istemekte. İşgal ettiği Gazze’den çekilmeyi, Filistin halkının yüzde 75’inin seçtiği meşrû yönetimi İslâmî Hareket’in (HAMAS) “teslim” olmasını örtülü bir biçimde ileri sürmekte…
Dahası “ateşkes” ve “barış görüşmeleri” perdesinde Gazze’de işgalini sürdürme strate-jisiyle döktüğü kan üzerinden pazarlık yapmakta.
Aslında ateşkes her iki tarafça da ilân edildiğine göre İsrail’in artık bir “bahanesi” kalmadı. Gelinen noktada her şey, İsrail’in Gazze’den kayıtsız şartsız çekilip halkın temel ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla gıda ve diğer malların geçmesi için bütün sınır kapılarını açması gerekiyor.
Fakat İsrail bu hususu hep gürültüye getiriyor. Bu bakımdan İsrail’in barışa yanaşmayacağı, sâdece dünya kamuoyunu oyalamak; ve bu senaryoyla işgalini “meşrûlaştırıp” baskı ve zulmünü ikame etmek emelinde olduğu endişesini herkes taşıyor.
İsrail’i tanıyanlar oyunun farkında. Bu yüzden kimse tarih boyunca barışı, vaadlerini ve ahidlerini bozan İsraillilerin “taahüdleri”ne güvenmiyor.
Bunun içindir ki Mısır’ın Şarm El Şeyh şehrindeki “çokuluslu Gazze zirvesi”ne katılan devlet ve hükümet başkanlarıyla düzenlediği basın toplantısında Cumhurbaşkanı Gül, “Öncelikle ateşkesin devamlı olabilmesi, âdil ve kalıcı bir barış için İsrail askerlerinin en kısa sürede Gazze’den çıkması, ablukanın kalkması, kapıların açılması ve yeniden imarın başlaması” temennisini dile getirmekte.
Yine bunun içindir ki “İsrail’in bu konuda tavrı net değil, güvenliği için askerlerini Gazze’de tutma taktiğinde” tesbitini yapan Başbakan Erdoğan, “Umarım İsrail ateşkese uyar” diye ihtiyatlı konuşmakta.
Gazze’de derhal yürürlüğe giren bir ateşkesi ilân eden HAMAS’ın diğer müttefik gruplarla birlikte, ateşkesi “geçici” kabul edip kesin ateşkes için İsrail’e çekilmesi için bir hafta süre vermesinin anlamı da bu…
Bakalım İsrail bu kez “ateşkes” ahdine ne kadar sâdık kalacak…
20.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Neyi ‘doğru’ yaptınız ki? |
|
Dünyanın rahata ve huzura kavuşmasını istemeyen ‘ifsat şebekeleri’ her fırsatta yeni kargaşa üreterek insanları meşgul ediyor. Tam ‘dünya huzura kavuştu, kavuşuyor’ derken yeni bir savaş çıkarıyorlar ve silâh tüccarlarının ekmeğine yağ sürüyorlar.
Ömürleri boyunca savaşanlar, güya barış için çalıştıklarını da iddia ediyorlar ki insanın ağırına giden de bu oluyor. Meselâ bugün görevini yeni seçilen halefine bırakacak olan ABD’nin ‘eski başkanı’ George W. Bush, hemen her konuşmasında ‘barış’tan bahseder. Onun iddiasına göre attığı her adım, ‘dünya barışını temin için’dir. Ata sözünde olduğu gibi, kişinin ‘söz’üne değil, ‘iş’ini bakılacak olursa; Bush ve ekibinin dünya barışını katlettiği, kendi menfaatleri doğrultusunda dünyayı ateşe verdikleri görülür.
Elbette “Basra ya da Bağdat harap olduktan sonra” yaptıkları hatanın farkına varırlar, ama bu pişmanlık fayda verir mi? Her ne kadar Bush, ‘veda konuşması’nda yaptıkları yanlışları savunmaya devam etse de, ‘ekibi’ sayılan İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband, “terörle savaş” adı verilen doktrinin bir hata olduğunu söylemiş. (Taraf, 16 Ocak 2009)
İlgili haber özetle şöyle: “Guardian gazetesinde yayımlanan makalesinde Miliband, terörle savaş stratejisinin yapıcı olmadığını, Batı’ya muhalif ortak bir dâvâ oluşturmak isteyen kesimlerin ekmeğine yağ sürdüğünü söyledi. David Miliband, yazısında Batı’nın, karşı karşıya olduğu tehditlerden kurtulmak için önüne geleni öldüremeyeceğini savunuyor. ‘Bu doktrinin yarardan çok zarar getirip getir-mediğine tarih karar verecek’ diyen Miliband, şu ifadeleri kullanıyor: ‘Terörle savaş’a çağrı, bir silâhlanma çağrısıydı, ortak tek bir düşman karşısında savaşmak için dayanışmaya gitme çabasıydı. (...) Teröre hukuk devletini yücelterek karşılık vermeli-yiz, önemsizleştirerek değil. Çünkü hukuk devleti, demokratik toplumun temel taşlarından biridir. İnsan hak ve özgürlüklerine taahhütlerimizi gerek ülke içinde, gerekse dışında yerine getirmeliyiz. Guantanamo’dan alınan ders budur ve bu sebeple müstakbel başkan Obama’nın üssü kapatma kararını memnuniyetle karşılıyoruz.”
Irak, Afganistan ya da benzer krizlerde olduğu gibi ‘uygar dünya’nın yanlış yaptığını anlaması için bunca masumun kanının akmasına gerek var mıydı? Hadi aktı diyelim, ‘uygar dünya’ yaptığı bu yanlıştan gerçek anlamda ‘ders almıştır’ diyebilir miyiz?
Keşke öyle diyebilseydik. Elbette ki ‘hata’dan dönmek büyük bir fazilettir, ama aynı hatayı tekrarlamayı nasıl izah edeceğiz? Diyelim ki Irak’ta, Afganistan’da ya da dünyanın başka bir yerindeki ‘hata’dan ders alındı ve bu şekilde ‘özür’ dilendi. Peki halihazırda devam eden Gazze katliâmı karşısındaki suskunluğu nasıl izah edeceğiz?
“Uygar dünya”nın hata yaptığını anlaması için Gazze’de bir tane dahi olsa taş üstünde taş, omuz üstünde baş kalmamalı mı? Geçmişte yaptıklarına ve hali hazırda yaptıklarına bakarak, ‘uygar dünya’nın yanlışta ısrar ettiğini söylemek mümkün. Bir konuda ‘özür’ beyan ederek kendilerini temize çıkaracaklarını düşünüyorlarsa yanılıyorlar.
İnsanlık tarihi, zalimlerle birlikte zalime yardım edenleri de hayırla yad etmeyecek...
20.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ahmet DURSUN |
Antisemitik düşünceler |
|
Allah (c.c.) Hz. Adem’den bu yana, peygamberleri vasıtasıyla insanlara bildirdiği mesajlarını “İslâm”la ifade etmiştir. İslâm; Allah’ın gönderdiği dinin buyruklarına uyarak esenliğe ve selâmete ulaşmayı ifade eden ve bütün peygamberlerin getirdikleri İlâhî bilgilerin tamamını içine alan dindir.
Kur’ân’la son şeklini alan “İslâm”ın temelini oluşturan ilkeler, vahye dayanan bütün dinlerle aynıdır. Ait oldukları zamanın şartlarına göre peygamberlerinin ismine izafeten Musevilik, İsevilik gibi adlarla da ifade edilen bu dinler özü itibariyle “tevhid” dinidir ve sevgi-barış yanlısıdır. Öyleyse “Musevilik” gibi bir “Tevhid” dininin mensuplarından sudur eden Gazze vahşeti nasıl açıklanabilir? sorusunun cevabı, Hıristiyanlıkta olduğu gibi, felsefenin ve sosyal şartların etkisiyle bu dinlerin aslî mesajından uzaklaşmasında ve bunlara dünyevî kaygıların hakim olduğu ideolojik yaklaşımların hakim olmasında aranmalıdır. Yoksa bugün, İsevilik’e ve Yahudilik’e hakim olan aslî mesajın dışındaki yapılanmalar ortadan kaldırıldığında, karşımıza çıkan dinin son din “İslâm”la örtüşeceği bir gerçektir. Bu iki kutsal dinin özünü bozan hareketlerden biri “siyonizm” ise, diğeri de “antisemitizm”dir.
Yahudilerin kutsal toprakları saydıkları Filistin’e dönme, orada sürekli kalma ve orada dünyaya da hakimiyet kuracakları bir Yahudi devleti kurma amaçlarının “ırkçı” bir yansıması olan “siyonizm” kanlı bir Yahudi hareketi olarak dünyanın nefretini celb etmeye devam ediyor. Irkçılığın, aklı ve vicdanı dumura uğratan nasıl hareket olduğu Filistin’de bir vahşilik simgesi olarak kayda geçti.
Şüphesiz, Yahudilerin tamamını bu vahşete ortak etmek Müslümanca bir yaklaşım değildir. İslâm’ın adalet anlayışı elbette ki yaşanan bu vahşete ortak olmayanların haklarını savunmayı da gerektirir.
İsrail’in, Filistin meselesindeki insanlık dışı radikal tavrı, yüzyıllardan beri var olan ve esasen yine bir Müslümanın ortak olamayacağı Yahudi düşmanlığını körükleyecektir. Kafaları siyasetin ahlâksız düsturlarıyla bezenen Müslümanlar için bu büyük bir tehlikedir. Yakında antisemitik düşüncelerin beynimizi kemirmeye başladığına şahit olabiliriz: “Kana kan, dişe diş, göze göz; Yahudilere ölüm!”
Antisemitizm, Yahudi halkına karşı duyulan nefreti ifade eden, en az siyonizm kadar vahşet unsurlarını içinde barındıran radikal bir ideolojik düşüncenin ürünüdür. Tarih boyunca birçok kez Yahudileri öldürmek, çeşitli vesilelerle onlara baskı yapmak, onları yurtlarından sürmek gibi olaylarla karşımıza çıkan antisemitik hareketlere ya da düşüncelere bundan sonra da rastlamak mümkün olabilecektir.
Her türlü ırkçılığı ve azgınlığı yasaklayan İslâm’ın elbette ki antisemitik unsurları beslemesi ya da desteklemesi beklenemez. Müslüman, hakkın yanında olan, zulme karşı çıkan, masumu korumak idealiyle yaşayan kişidir; bu masum bir Yahudi de olsa.
Bediüzzaman’ın Avrupa’yı ikiye ayıran tavrı bu meselede de bir ölçüdür. “Avrupa ikidir” diyerek “İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle” insanlığa hizmet eden adil ve hakperest Avrupa’ya hak ettiği değeri veren Bediüzzaman’ın itirazı; beşeri sefahate ve dalâlete sevk eden sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa’yadır. Bu yaklaşım tarzıyla, elbette ki dünyayı kana bulamaktan çekinmeyen siyonist Yahudi hareketleriyle, bu hareketleri desteklemeyen, bu vahşetten üzüntü duyan Yahudileri aynı kefenin içinde değerlendirmemek gerekir.
Siyonizm gibi antisemitizm de çağımızın en büyük ihtiyacı olan dünya barışını tehdit eden bir ideolojidir, bir fitnedir. Bu tür fitnelere karşı Müslümanlar, İslâmın sevgi ve barışa ait mesajlarıyla uyanık olmalıdırlar. Ülkemizde ve Batı’da çeşitli yardım kuruluşlarının Filistin için canhıraşane çalışmalarını, sağduyunun hakim olduğu sivil toplum hareketlerini görünce, insanlığın böylesine fitneleri artık içinde barındırmayacağını düşünüyorum. Devamında bütün dinlerin özü olan İslâma doğru bir insanlık yürüyüşünün başlayacağını söylemek fıtrî seyri gözler önüne sermekten başka bir şey değildir.
20.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Suna DURMAZ |
Batının ileri karakolu |
|
—Dünden Devam—
İSRAİL KURULUYOR
Bible and Sword adlı eserinde Barbara Tuchman, Hindistan yolu, Süveyş Kanalı, Musul Petrolleri’nin ortaya koymuş olduğu stratejik ve politik şartların İngiltere’nin Filistin üzerine yürümesini sağladığını ve bu konuda din faktörünün oldukça önemli rol oynadığını ve oynayacağını söyler. (Bible and Sword sh: 105)
Muhafazakâr bir Protestan olan İngiliz devlet adamı Lord Gürzon’un, “Filistin: Yeryüzünün en mukaddes yeri, Haçlıların, Kitab-ı Mukaddes’in vatanı, mezarlıktaki kabrimize uzandığımızda yüzümüzü döndüğümüz yer, Doğu ile Batıyı birleştiren nokta, Süveyş Kanalını korumak için ihtiyaç duyulan mıntıka, emperyalist stratejinin odak noktası, Hindistan’a ve Musul petrollerine giden yol” cümleleri incelendiğinde, Batının Yahudileri neden Filistin’e yerleştirdikleri kolayca anlaşılmaktadır. 1. Dünya Savaşında Almanların safında yer alan Osmanlı Devleti’nin savaştan mağlûbiyetle çıkmasıyla, Protestan İngilizlerin Siyonistlere verdiği destek daha da artmıştı. 2 Kasım 1917’de açıklanan ve tarihe ‘Belfour Bildirisi’ olarak geçen aşağıdaki mektup, Filistin toprakları üzerinde kurulacak olan bir Yahudi Devletine izin verileceğini Siyonistlere haber vermekteydi:
“Sevgili Lord Rothschild, Majesteleri’nin Hükümeti Musevi halkı için Filistin’de bir millî yurt kurulmasını olumlu mütalâa etmekte ve gerek herhangi bir ülkedeki Musevilerin statülerine ve haklarına, gerekse Filistin’de yaşayan Musevî olmayan cemaatlerin medenî ve dinî haklarına halel getirmeyecek şekilde elinden gelen bütün imkânları, bu amacın elde edilmesinde kullanmayı kolaylaştıracağını belirlemektedir.” (Filistin Sorunu s. 263)
Bu bildiriyle Arap milletine ait olan Filistin topraklarının tapusu Avrupalı Yahudilere verilmiş oluyordu. Açıklanan bu bildiri sonunda cesaret alan Siyonistler, “Siyonizm’in tanınması şu an gündemdedir. Yahudi olmayan Filistin, 1800 yıl boyunca Yahudileri bekledi. Gelecek yirmi yıl içinde İsrail topraklarında Yahudi çoğunluğu meydana getirmemiz lâzım. Bu, yeni tarihî şartların gereğidir” diyerek Filistin toprakları üzerinde izleyecekleri sinsi planı açığa vururlar. (Original Sins s. 79)
İsrail Devleti için yeşil ışık alan Siyonistler, ellerine geçirdikleri hertürlü vesileyle Arapları vatanlarından çıkarmaya gayret ettiler. Filistin köylerinde yapmış oldukları katliâmlarla ortalıkta terör estirdiler. Sonra da boşalttıkları herbir köyün ismini değiştirip, buralara Yahudi göçmenleri yerleştirdiler. Emperyalist güçlerle menfaat işbirliği yaptıklarından kanlı eylemlerini rahatlıkla gerçekleştiriyorlardı. Siyonist zihniyete göre, Filistin toprakları üzerinde yaşayan Filistin halkı yoktu. Golda Mair bu zihniyeti şöyle dile getirir: “Filistinliler yoktur. Yani Filistin’de kendilerini Filistinli sayan ve bizim gelerek onları kapı dışarı atıp ülkelerini ellerinden aldığımız bir Filistin halkı yoktur”! (Siyonizm Dosyası sh: 48)
Garip! Köylere girip katlettikleri insanlar kimlerdi acaba? “Halksız olan topraklar, topraksız olan halka” diye temelinde zulüm yatan bir sloganla yola çıkan Siyonistler, BM Genel Kurulu’nun 29 Kasım 1947 tarihinde almış olduğu 181 sayılı ‘Filistin’in Yahudi ve Araplar arasında taksim edilmesi, Kudüs’ün ise BM’nin denetimi altında kalması’nı öngören taksim kararının akabinde İsrail Devleti’ni ilân ettiler. (14 Mayıs 1948)
İsrail Devleti’nin ilân edilmesiyle beraber Ortadoğu için felâketler dönemi başlamış oldu. BM, Filistin topraklarının yüzde 56 gibi büyük bölümünün sonradan Filistin’e yerleşen ve toplumun ancak yüzde 33’ünü oluşturan Yahudilere verilmesine itiraz eden Suriye, Mısır, Irak, Lübnan ve Ürdün, 24 bin askerden oluşturdukları ortak kuvvetlerle 15 Mayıs 1948 tarihinde Filistin topraklarına girdiler. Başlangıçta üstünlüğü elde eden Araplar, Kudüs’ü de ele geçirdiler. Ne varki, bu üstünlük uzun sürmedi ve mağlûp oldular. Savaş sonunda Yahudiler, Batı Kudüs, Askalan, Gazze, Bi’rüs-Seb’a, Mecdel gibi şehirleri istilâ edip, Filistin topraklarının büyük bir bölümünü ele geçirdiler. Arapların mağlûbiyetini netice veren sebepleri şöyle sıralayabiliriz.
1- Galip durumda iken ateşkes kararının alınması 11 Haziran 1948 ve böylece düşman kuvvetlerinin toparlanmasına zemin hazırlanmış olunması.
2- Arap birliklerinin arasında uygunluk ve iletişim problemi olması.
3- Yahudilerin Avrupa ordularında talim görmüş ve bir çoğu 1. Dünya Savaşından savaş tecrübelerinin olması. (Filistin et-Tarihi’l Musavvar sh: 275)
—Devam Edecek—
20.01.2009
E-Posta:
[email protected]@hotmail.com
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
AİHM’den iki şamar |
|
Başörtüsüyle ilgili tartışmalı kararları için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesini eleştiriyoruz. Bu kararlarda açığa vurulan ve başörtüsünü hak, yasağı da bu hakkın ihlâli olarak görmeyen anlayışın, Avrupa’da geçerli olması gereken objektif, evrensel ve çağdaş hukuk anlayışıyla bağdaşmadığını ve bağdaşmasının mümkün olmadığını ısrarla söylüyoruz.
Ancak AİHM’den bu kararların çıkmasında, konunun kendisine takdim ediliş tarzındaki hataların, izlenen yanlış yöntemlerin ve en önemlisi din adına siyaset iddiasının tetiklediği kuşkuların rolünü de gözardı etmemek gerekiyor.
Onun için bu tartışma, vicdanlara sinecek doğru sonuca ulaşılıncaya kadar devam edecek.
Ki, AİHM’in bu konuda şimdiye kadar verdiği her bir kararın, kendi bağlamı ve şartları içinde yorumlanması ve sorunun bütününü kapsayan yerleşik bir içtihat oluştuğu şeklinde değerlendirilmemesi gerektiğini bizzat AİHM sözcüleri ifade ediyorlar. Ve, faraza içtihat bile oluşsa, bunun da değişmesi için mücadele sürdürülmeli.
Bu noktada sözü, AİHM’in başörtüsüyle ilgili tartışmalı kararlarını referans gösterip el üstünde tutarken, ifade özgürlüğü bahsinde çok daha yerleşik ve köklü bir içtihat haline gelmiş kararlarını görmezlikten gelen tavırdaki samimiyetsizlik ve çifte standartçılığa getirmek istiyoruz.
Bilindiği gibi, başörtüsü yasağının iflâh olmaz savunucuları, 17 Ağustos depremini “İlâhî ikaz” olarak yorumlayıp 28 Şubat’ta yapılan haksızlıkları eleştirenlerin TCK 312’den (yeni 216) yargılanıp ceza almalarını da coşkuyla alkışladılar.
Hattâ bu çeşit yorumlara karşı yargı sürecinin başlatılıp istedikleri tarzda sonuçlanması için gerekli “kamuoyu desteği”ni, medya kanalıyla yürüttükleri linç operasyonları ile yine bu çevreler hazırladılar. İstedikleri sonuçlar alınıncaya kadar da bu operasyonlarını devam ettirdiler.
Maalesef, 28 Şubat brifinglerinden geçmiş yargı mekanizması da buna uygun hareket etti. Vaktiyle terör başta olmak üzere devlete karşı işlenmiş suçlarla mücadele etmek için kurulan DGM’ler inançlara dayalı fikir beyanlarının üzerine gidip eleştirileri susturmak için kullanıldı.
Bu hengâmda Mehmet Kutlular, sırf 28 Şubat’ı eleştirdiği ve o bağlamda depremi “İlâhî ikaz” olarak yorumladığı için 276 gün hapis yattı.
Aynı gerekçeyle, biz dahil, neredeyse bütün Yeni Asya yazarları DGM’de yargılanıp ceza aldı. Bir kısmımızın cezaları ertelendi, bazılarımızınki ertelenmedi. Ve onlardan Cevher İlhan’la Sami Cebeci, haklarındaki iade-i muhakeme süreci devam ediyorken, keyfî bir şekilde gözaltına alınıp tutuklanarak 28-30’ar saat cezaevinde tutuldu ve itirazımız üzerine serbest bırakıldı.
Yılan hikâyesine dönen bu süreçte, Kutlular’la İlhan’ın AİHM’e götürülen mahkûmiyetleri, bu mahkeme tarafından, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ifade özgürlüğüne dair 10. maddesini ihlâl ettikleri gerekçesiyle haksız bulundu. (Her iki dâvânın serencamını önceki müteaddit yazılarımızda detaylarıyla ele aldığımız için artık tekrara gerek görmüyor; ilgilenenleri “AB Sürecinde Değişen Türkiye” ve “Bu Bayrak İnmez” adlı kitaplarımıza havale ediyoruz.)
Kutlular’a verilen ve büyük kısmı infaz edilen cezada hâlâ ısrar eden mahkeme, AİHM kararından sonra yeni bir değerlendirme yapacak.
Aynı durum, hukuk skandallarıyla dolu bir yargılama sürecinin son aşamasında yine cezaya çarptırılan ve bu karar bir kez daha temyiz için Yargıtay’a götürülen İlhan için de söz konusu.
Ama AİHM’in kararı Yargıtay’dan önce geldi.
AİHM’in iki Yeni Asya mensubu hakkında verdiği bu iki kararı, Türkiye’de kendi haksızlıklarının eleştirilmesinden de hazzetmeyen müstebit ve dayatmacı kafanın suratına indirilmiş iki okkalı şamar olarak nitelemek yanlış olmaz.
Bu şamarlardan sonra, ideolojik bağnazlığının ürettiği baskılar için yargıyı da alet eden o kafanın aynı yöntemle yola devam etmesi zorlaştı...
20.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|