Henüz başında bulunduğumuz 2009 senesinin Türkiye'de olduğu gibi Ortadoğu, AB, özellikle ABD'deki gelişmeler açısından da yeni bir dönemin başlangıcı olacağı anlaşılıyor.
Hayli geniş görünen bu yelpazede hasıl olacak gelişmelerin, dünyanın hemen her yerinde benzer gelişmeleri tetikleyeceği kuvvetle muhtemel.
Şimdi, görebildiğimiz bu zincirleme gelişmelerin bazı halkalarına bakalım.
Mahallî genel seçimlere doğru hızla yol alan Türkiye'de, ayrıca görüşülmekte olan "Ergenekon örgütü dâvâsı" üzerindeki esrarengiz perdenin bu yıl içinde kısmen de olsa kalkacağını ve dâvânın asıl mahiyetinin ne olduğu hususunun kamuoyu nezdinde daha iyi anlaşılmaya başlayacağını kuvvetle ümit etmekteyiz.
Dolayısıyla, Türkiye'deki siyasî gelişmeler gibi hukukî gelişmelerin de önümüzdeki dönem için çok önemli bir işaret ve bir kilometre taşını teşkil edecek derecede müjdeli bir mahiyet taşıdığını şimdiden söylemek mümkün.
2009 senesinin, aynı zamanda Türkiye'deki idarî inisiyatifin Osmanlı'dan (Müslüman Türkler'den) Selanik dönmelerinin eline geçtiğinin yüzüncü senesi olduğunu ve bu el değiştirme musibetinin tarihî miadını doldurduğunu da ayrıca hatırlatmış olalım.
Ortadoğu –ABD denklemi
Türkiye'den Ortadoğu coğrafyasına geçelim...
Saldırgan İsrail, önceden de tahmin edildiği gibi, Filistin'deki saldırı ve işgal hareketini Obama'ya endekslemiş görünüyor. Zira İsrail, asıl kuvvetini Amerika'dan ve bu devletin bugün itibariyle görevi halefine devredecek olan sâbık başkanı Bush'un zulme meyyal yönetiminden alıyordu.
İşte, bugün (20 Ocak 2009) itibariyle ABD'deki yönetim kadrosu bütünüyle el değiştiriyor. Ve, on yıl sonra da olsa, savaş, silâh ve kan dökme yanlısı olan Cumhuriyetçiler gidiyor, onların yerine nisbeten insanî tarafları ağır basan ve dünyada mâsum kanı dökülmesini istemeyen Demokratlar geliyor.
Demokratların başında, dolayısıyla ABD'nin başında tarihte ilk kez olmak üzere bir siyahî şahsiyetin gelmesi ise, gerek Amerika'da ve gerekse bu ülkeyle yakın münasebette olan pekçok ülkedeki değişim rüzgârını daha da şiddetlendirmiş bulunuyor. Bunu da, elbette ki hayra yormak gerekiyor.
Türkiye–AB ekseni
Türkiye'de yaşanan siyasî, iktisadî ve hukukî sıkıntıların çoğu, üyesi olmaya çalıştığımız AB standartları seviyesine çıkılamamaktan kaynaklanıyor.
Orta yerde bir sürü ayakbağı teşkil eden engeller var. Bunlar da, ancak ciddî mânâdaki reformlarla aşılabilir.
Mevcut hükümet, bunları aşmada iyiniyet gösterisinde bulunmasına rağmen, bu hususta maalesef işi rölantide tutuyor ve zamanında gereken adımları atmıyor.
Ne var ki, rahatlamak ve önündeki engelleri kaldırmak için de, özellikle reformlar noktasında cesur ve kararlı davranmaktan başka çıkış yolu görünmüyor.
Bakınız, AB ile müzakerelerin başladığı Aralık 2004'ten bu yana aradan beş yıl kadar bir zaman geçti. Ancak, bu istikamette şimdiye kadar ciddî bir atak hareketi sergilenemedi. Olacak şey değil...
Neticede, Türkiye AB'ye resmen üye olmasa dahi, yine de yerinde durmamalı ve demokratik bir hukuk devleti olmanın gayreti içinde olduğunu hem Avrupa, hem Amerika, hem de bölgedeki ülkeler nezdinde ilân ve ispat etmeli.
Zira, mevcut handikaplardan kurtulmanın ve şu sür'at asrında ileri doğru hamleler yapabilmenin başka da bir yolu görünmüyor. Bunun aksini iddia edenlerin şimdiye kadar gösterebildikleri tek adres, İran ve Rusya olmuştur. Ki, bunun da yolu meğerse "Ergenekon"dan geçiyormuş...
Tarihin yorumu 20 Ocak 1921
Teşkilât–ı Esâsiye Kànunu
Ankara'da 23 Nisan 1920'de kurulan ve henüz bir yılını doldurmayan Millet Meclisi, 20 Ocak 1921'de almış olduğu bir kararla “Teşkilâtı Esâsiye Kànunu"nu kabul etti.
Bu kànun, tek maddeden ibaret olmayan, 23 temel maddeden müteşekkil bir kànunlar manzumesi idi.
85 sayılı bu kànun, Anayasa'dan ziyade, hazırlanacak olan Anayasa'nın çerçevesini şekillendiren bir mahiyet arz ediyordu.
1923'te kısmî değişikliğe uğrayan ve 1924'te kadar bir nevi Anayasa işlevini de gören “Teşkilâtı Esâsiye Kànunu"nu, eskiden olduğu gibi günümüzde de "Anayasanın tâ kendisi" şeklinde algılayanlar olmuştur.
Ne var ki, bu iki şey birbirinin aynısı olmadığı gibi, gayrısı da değildir. Aralarında usûl ve esaslar itibariyle benzer ve farklı noktalar var.
Coşkun tezâhürat
Henüz nifak–şikak niyet ve emellerinin suyüzüne çıkmadığı dönemde kabul edilen “Teşkilât–ı Esâsiye Kànunu"nun özellikle birinci maddesi, Millet Meclisi tarafından coşkun bir tezahüratla ayakta alkışlandı.
Birinci madde aynen şöyledir: "Hâkimiyet, bilâ kayd û şart milletindir. İdare usûlü, halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etme esasına müstenittir.”
Doğrusu, bir "cumhurî demokrasi"yi hedefleyen ve gaye–i maksat yapan bu maddenin görmüş olduğu coşkun alâka, vatanını, milletini seven herkesi sevindirip ümitlendirmişti.
Ne var ki, kısa bir süre sonra (1923) Meclis'teki "II. Grub"un tasfiye edilmesi ve Ali Şükrü Bey gibi gerçek kahramanların siyasî tertiplerle katledilip bertaraf edilmesi, ümitleri söndürmeye ve sevinçleri kursaklarda bırakmaya başladı.
Göz boyama 1927'ye kadar
“Teşkilât–ı Esâsiye Kànunu"nda yapılan kısmî değişiklik, 29 Ekim 1923 tarihini taşıyor. Bu tarihte yapılan değişiklikle, 1. Maddeye "Türkiye Devletinin şekl–i hükümeti cumhuriyettir" ifadesi eklenirken, 2. Madde ise, aynen şu şekilde tanzim edildi: "Türkiye Devletinin dini, din–i İslâmdır. Resmî lisânı Türkçedir."
20 Nisan 1924'te hazırlanan ilk Anayasa'nın 2. Maddesine de aynen dahil edilen bu ifadeler, 1927'de ise, büyük bir inkılâba uğradı ve "Türkiye Devletinin dini, din–i İslâmdır" ibaresi Aanyasa'dan çıkarılıp atıldı.
Bu sûretle Anayasa'da hasıl olan boşluk, 1937'de "laiklik" prensibi ile doldurulmaya çalışıldı.
20.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|