Merhabalar... Bundan böyle her Pazar, ekonomi ile ilgili konuları sizlerle paylaşacağız. Birinci ilkemiz; ekonomi gibi teknik ve karmaşık bir alanda herkesin anlayabileceği basit bir dil kullanmak, ikincisi ise hiçbir çıkar grubuna hizmet etmeksizin, tarafsız bir şekilde olayları yorumlamaktır. Bakalım bu iki ilkemizi ne ölçüde uygulayabileceğiz? Buna siz değerli Yeni Asya okuyucularımız karar verecektir. Hadi bakalım buyrun...
Bugünkü ilk yazımızın konusu güncel olduğu için IMF olarak seçtik. Geçen hafta bayan Rachel van Elkan başkanlığındaki IMF heyeti ülkemize geldi ve resmî görüşmelere başladı. Görüşmeler başarılı geçerse adına stand-by denilen ve bugüne kadar 19 defa imzalanan, 20. anlaşma yürürlüğe girecek. Görüşmelerde esas itibariyle; bütçe, kamu harcamaları, büyüme hedefi, kredinin tutarı ve kullandırılma şekli gibi konulara ağırlık verilecek.
Önce şu hususu hatırlatalım. Açılımı Uluslararası Para Fonu olan IMF; ülkemizde ve dünyada pek sevilen bir örgüt değildir. IMF kredi açar, ama kredi açtığı ülkeye kendi programını empoze eder. Programın temeli pek çok ayrıntıyı ve lâf kalabalığını bir yana bırakırsak, “Gelirinizi arttırın, harcamalarınızı kısın” esasına dayanır. Bunun anlamı ise, vergi artışı, zam ve istihdamın daralması demektir. IMF her zaman alacağını garanti altına almayı hedefler. Bunu yaparken ülkenin malî politikalarına müdahalede ölçüyü kaçırdığı da olur. Bu yüzden muhalefet, sendikalar, sivil toplum kuruluşları hatta iktidarın bizzat kendisi IMF’ye cephe alır.
Her ne kadar verdiği borç öyle yüksek meblâğlar ihtiva etmiyor ise de önemli olan piyasalara mesaj vermesidir. IMF ile anlaşan bir ülke, uluslar arası piyasalarda daha rahat kaynak bulabilir.
Tabiî her ülkenin IMF ile anlaşması gibi bir zorunluluğu yoktur. Ekonomisi güçlü bir ülke IMF’siz de borç bulabilir. Bu bağlamda, Türkiye de borçlarını IMF’siz çevirebileceğini düşünerek Mayıs ayından bugüne kadar efelenmiş, “Ümüğümüzü sıktırmayız” demişti. Altı yıl boyunca ekonomideki makro göstergelerin başarısıyla övünen iktidar, sonunda IMF’yi çağırmak zorunda kalmıştır. Hani borçlarımızı rahatlıkla çevirebiliyor, borçların gayrisafi millî hasılaya oranı gittikçe düşüyor ve sorun olmaktan çıkıyordu? Hani Merkez Bankası kasasında 80 milyar dolar rezervimiz vardı? Hani carî açık önemli değildi?
Bu hanileri uzatırsak söyleyeceklerimiz yarım kalacağından burada biraz soluklanalım.
Esasında, kriz zamanı uygulanması gereken politikalar IMF programı ile taban tabana zıttır. Nitekim, gelişmiş ülkeler krizden çıkmak için; vergi indirimi, teşvik, alt yapı harcamaları, tüketicilere destek gibi piyasaları canlandıracak tedbirlere başvurmaktadırlar. Oysa bütün bunlar “Geliri arttırın, gideri kısın” şeklinde yukarıda özetlediğimiz IMF programı ile çelişmektedir. İşte Türkiye IMF ile anlaşabilmek için gelişmiş ülkelerin tam tersi bir yol izlemek zorunda kalmıştır.
Bir yanda para bulmak için IMF ile anlaşma zorunluluğu, bir yanda ise teğetten öte merkeze ulaşan ve reel sektörün canına okuyan bir kriz karşısında yapılması gerekenler. İki ateş arasında kalmış bir ekonomi... Tabiî para ağır basacağından tercih IMF olacaktır. Muhtemelen bu ay içinde 20. anlaşma imzalanacak. Kâhin değiliz, ama eğer bu anlaşma olmasaydı dolar 2 TL’yi aşar, borsa yerlerde sürünür, faiz yükselir, dış kaynak bulma maliyeti artardı.
Döviz gelir gider dengesini kuramadığınız, malî disipline uymadığınız, ürettiğinizden çok tükettiğiniz ve bütçeniz sürekli açık verdiği sürece bu böyle devam eder, daha nice IMF heyetleri gider gelir. İki yakamızı bir araya getirmemiz için bir başkasının zorlamasına meydan vermemeliyiz. Bakınız Merkez Bankası başkanı bir TV kanalının canlı yayınında neyi itiraf etmiş: "Malî disiplini sağlamak için IMF ile anlaşmak gerekir.” Bunun tercümesi şudur; biz gelirimizi ve harcamalarımızı kontrol etmekten aciziz, bir başkasının yönetimine ihtiyacımız var. Başkana kızmayalım, adam bir gerçeği dile getirmiş... Yıllardır izlenen malî ve ekonomik politikalar bu tesbiti doğrulamaktadır. Bu yalnızca ülkeyi yönetenler için geçerli değildir. Pek çoğumuz birey olarak da ayağımızı yorganımıza göre uzatmayarak gelirimiz üzerinde bir standart tutturmuş gidiyoruz. Kredi kartlarında görünen tablo bunun en güzel örneğidir.
Öyleyse har vurup harman savurmayı bırakıp başkalarının parasıyla sefa sürmekten vazgeçelim. Yoksa dünyada, en yüksek faizle borçlanan ülkeler arasında sayılmaktan kurtulamayız.
18.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|