|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Ve insan, doğar... |
|
Dünyaya “Merhaba!” diyen her bebek aslında anne babaya kendilerini yeniden keşfetmeleri için sunulmuş İlâhî bir fırsattır. Melekleri andıran masumiyetleri, cennet misâl kokuları ile Kâinat Sultanının bilinmeyen, görünmeyen âlemlerdeki rahmet hazinelerinden takdim edilmişlerdir. Yine İlâhî hediyeler olan annenin şefkat, babanınsa himaye, merhamet duyguları ile hemen sarıp sarmalanırlar ve gönüllerinin başköşesine tahtlarını bir anda kuruverirler.
Anne ve baba, bu İlâhî emanetle hayatlarını yeniden bir gözden geçirirler.
Hayatın mânâsı, dünyada bulunuş maksadı, zaman zaman eleştirdikleri kendi anne babalarının aslında ne kadar haklı oldukları gibi perde altında kalan pek çok hakikat, aileye bebeğin gelmesiyle keşfedilmeye başlar.
Yeni bir ülkeye doğru yelken açarken
Bu tablo Batı ülkelerinde yeni bir trendin ortaya çıkmasına bile sebep olmuş. “Doğal ebeveynlik” olarak tanımlanan bu yeni akım, anne babalığın keyif verici bir görev alanı olarak yeniden tanımlanmasını, keşfedilmesini gündeme getirmekte.
Dr. William Sears bu konuda şunları söylüyor: “Ebeveynlik daha önce hiç gitmediğimiz bir ülkeye yolculuk gibi. Ülke hakkında rehber kitaplar okur, daha önce oraya gidenlerden bilgi alırız. Ancak o ülkeye vardığımızda oranın rehber kitaplarda olduğundan çok daha farklı olduğunu, bazen harika vakit geçirip, bazense hemen geri dönmek istediğimizi fark ederiz. Ancak nasıl yolculukta o ülkede kaldıkça, çevreyi keşfettikçe kendimizi rahat ve daha iyi hissediyorsak, ebeveynlikte de bir anlamda bebeğimizi tanıyıp, onun sözsüz verdiği ipuçlarını anlayıp cevap verdikçe hem kendimiz, hem de bebeğimiz hakkında öğrendiğimiz bunca şeyle yepyeni bir dünyaya kapı açarız.” (Hürriyet, 13 Aralık 2008)
Her bebek yeni bir dünyanın keşfidir
Evet, her bebek annesi ve babasına kendini yeniden tanımlamaları için sunulan İlâhî bir fırsattır. Bu fırsatı “emanet” şuuruyla muhafaza edip, onu hayat okulundaki imtihanları başarıyla verebilecek bilgilerle donatabilmek de anne babanın sınavıdır.
Bu önemli eğitim vazifesinde anne babalara yardımcı “dört muallim” vardır: Kur’ân-ı Kerim’in, Peygamber Efendimizin (asm) nasihatleri, fıtratımıza yerleştirilen vicdanla ziynetlendirilmiş şefkat ve merhamet duyguları, kâinat kitabını doğru okuyabilmek, hayat okulunda başarılı olmak için yeterlidir.
Bu, anne babalar olarak fıtratımıza ağır gelmeyen, yaratılış özelliklerimize uygun bir eğitim sistemidir.
Hz. Âdem’den (as) beri bütün inançlı anne babalar bu metodu (semavî emirler, peygamberler, varlık âlemi, vicdan) başarıyla uygulamışlardır. Ve bu önemli vazifede peygamber de olsalar, Yaratıcıdan her zaman yardım istemişlerdir.
Günümüzün aile ve evlât imtihanından muzdarip insanına misâl teşkil etmesi açısından Hz. İbrahim’in (as) yaptığı şu duâ ne kadar da güzeldir:
“Ya Rabbi, beni ve benim neslimden olanları namazda devamlı kıl. Ey Rabbimiz, duâmı kabul buyur!” (İbrahim Sûresi: 40.)
Not: Rabbimizi bize tarif eden muallimler Bediüzzaman Hazretlerinin 19. Söz isimli eserinde çok orijinal bir şekilde anlatılır. Mesnevî-i Nuriye isimli eserinde ise bize Rabbimizi tanıtan dördüncü bir muallimden bahsedilir ki, o da Bediüzzaman Hazretlerinin “fıtrat-ı zîşuur” olarak tanımladığı vicdandır.
18.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Hizmetlerimiz bizi gurura sevk etmemeli |
|
Âhir ömre kadar imtihanımız devam edeceğine göre; bu imtihanların hazırlığı ve kaybedilmemesi için, büyük bir çabanın, azamî bir titizliğin içinde olmak gerekir. Nefis ve şeytanın tuzaklarına, desiselerine düşmemek için, sarsılmaz bir tahkikî imana, güçlü lâyetezelzel bir inanca sahip olmak lâzım. Her saat, her dakika bu önemli imtihan devam ettiği için, bir anlık dikkatsizlik, bir saniyelik gaflet—eğer tevbe de edilmezse—ebedî hayatımızın mahvını, harâbiyetini netice verebilir.
Şeytan ve nefis her zaman soldan gelmiyor. Bazan sağdan da yaklaşıyor. Bazan sûret-i haktan görünerek kulağımıza çok makul, çok inandırıcı şeyleri fısıldarayarak aklımızı çelmeye, kalbimizi bozmaya çalışıyor.
Söz gelimi, Allah’a karşı kulluk vazifelerimizi yerine getirmek; yapmakla zaten mükellef olduğumuz ibadet ve taatlerimizi ifa etmek; rıza-ı İlâhî yolunda hizmet-i imaniyede ve Kur’âniyede bulunmak, önemli bir meşgale ve kudsî bir hizmettir. Rıza-i İlâhî’ye matuf bu çeşit mükellefiyetlerin yerine getirilmesi büyük sevap ve hasenâtlara sebeptir. Bir ihsan-ı İlâhî olarak omuzumuza konulmuş bu hizmet-i Kur’âniye yolunda bazı fedakârlıklarda bulunmak ve bu uğurda bazı zahmet ve meşakkatleri göze almak elbette takdire şayan ve ind-i İlâhî’de kabule medar hizmetlerdir. Böyle şerefli bir hizmetin müdavimi olmak, böyle ulvî bir dâvânın mensubu olmak her insanın belki de erişemeyeceği önemli bir fırsat ve paha biçilmez bir nimettir.
İşte tam da böyle bir nimetin, böyle bir ikrâmın içinde olan bazı hizmet ehlinin aklını çelmek, ayağını kaydırmak için nefis ve şeytan hile ve desiselerle tuzaklar kurar. Sûret-i haktan görünerek, sağdan yanaşır ve onun kulağına en çok meşgul olduğu meseleleri fısıldayarak önce enaniyetini ve benliğini tahrik etmeye çabalar. Muhtemelen: “Senin gibi hizmet-i Kur’âniyede bulunan yok... Çok iyi, çok kabiliyetli bir insansın... Sen olmasan bu işler yürümez... Senin kadar müttakî, senin kadar faziletli olan yok..” gibi ucb ve gurura sevk edecek sözlerle yoldan çıkarmaya çabalar.
Nefis ve şeytanın bu nev'î fısıldamalarını dinleyen ehl-i hizmet hadimler, bir anlık bir gafletle bu çeşit hile ve tuzak yüklü fısıldamaları dinlemeye devam ederse, ihtimaldir ki şeytanın o konuşmalarını haklı görür, kendisinin gerçekten bir kurtarıcı olduğunu, kendisi olmadan hiçbir hizmetin yürümeyeceğini zannederek, Allah korusun belki de farkına varmadan ucb ve gururun tuzağına düşerek yoldan çıkar.
Ama böyle bir durumla karşı karşıya olan ehl-i hizmet nur hâdimi, bu telkinlerin menşeinin nefis ve şeytan olduğunu, bunlara itibar edilmemesinin gerektiğini, dinin sahibinin Yüce Allah olduğunu, onu koruyup muhafaza edecek olanın da O’ndan başkasının olamayacağını ve yine o Yüce Allah’ın din-i mübîne hizmet edecek birilerini mutlaka bulacağını derk ederse şeytanın tuzağına düşmekten kurtulur.
“Allah isterse bu dini fâcir ve günahkâr bir insanla da kuvvetlendirir” hadis-i şerifi, bu konuda son ve kesin hükmü belirtiyor. Bediüzzaman da; “Sen ey riyâkâr nefsim! Dîne hizmet ettim diye gururlanma. ‘Allah bu dini günahkâr bir adamın eliyle de kuvvetlendirir’ sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recûl-i fâcir (günahkâr adam) bilmelisin. Hizmetini, ubûdiyetini, geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farîza-i hilkat ve netice-i san'at bil, ucb ve riyâdan kurtul” yorumunu yaparak, insanın hizmet-i diniyede bulunduğu için gururlanıp kendisine bir pâye ayırmasının doğru olmadığını ifade ediyor.
Ölünceye kadar bu nev'î imtihanlar devam edecektir. Çok çetin, çok dehşetli imtihanlarla karşı karşıya kalacağımızı göz önünde bulundurarak, her an her zaman dikkatli olmalıyız. Din-i mübîne hizmette bulunurken de, nefis ve şeytanın hile ve tuzaklarının olabileceğini akıldan çıkarmamalı ve bu tuzaklardan korunmak için de ihlâs zırhına bürünmeli, tevazu ve mahviyeti elden bırakmamalı.
18.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Terapi saati |
|
Dersler hayata dokununca derstir
Gençlerle zaman zaman derslerde ‘hayatı’ konuşuyoruz. İnsanları, olayları, aileleri ve kendi icra ettikleri ‘rolleri’ konuşuyoruz. Hayat ve taşıdığımız rollerin ne olduğu önemlidir. Acı ki gençler, yaşananlar karşısında ‘seyirci’ konumunda kalıyorlar. Bir şeyleri değiştirme, bir şeyleri yenileme, bir şeylere bir şeyler ekleme gibi bir ‘konum’ları yok gibi. Yaşananlara takılmış gidiyorlar. Ama bu sağlıklı değil.
‘Bayram’, öyle bir çeşitli ki…
‘Bayram’ın kime nasıl dokunduğunu sordum geçenlerde. Tam anlamıyla bir dokun bin ah işit kabilinden anlatılanlar… Hüzün, kaygı, neşe karmaşık duygular içiçe. Birbiri içine girmiş mevsimler gibi renklilik arz ediyor sosyal yaşantılar. ‘Birkaç bayram görüntüsü verir misin?’ dediğim genç, “Ailemiz ile komşu bir aile arasında on yıllardır süren bir husûmet vardı. Bayram öncesi bu problemi nasıl aşabileceğimi düşündüm. Husûmet olan aileye gidip üç dört saat konuştum ve ikna ettim. Ailemle de konuştum onlar da bana katıldılar. Ve bayram günü, bu yarayı temizledik. Tam bayram yaşadık” diyor. İşte arzu edilen, olaylara yaşananlara seyirci kalmayan ve bir şeyler yapabilmek için günlerce düşünen ve adım atan bir genç görüntüsü… Alkışlar, problemlere karşı çözüm üreten ve katılımcı olan gençlere…
‘Azrail’in elini öptüm!’
Bir başka genç, sorulan soruyu epeyce cevaplandırmıyor. “Paylaşılanlar olumlu da olsa olumsuz da olsa birer örnek niteliğindedir”, diyerek biraz konuşunca; “Bizim bayramımızda her zaman Azrail aktördür. Bayramda onun elini öperiz. Sonra kardeşlerimle kendi odamıza çekiliriz. Babam yıllar önce vefat ettiği için, baba rolü büyük ağabeyim olacak Azrail’de. O bizim daha bir kez yüzümüze dönüp de, “Siz de adam mısınız?” dememiştir. Ben yirmi yaşımdayım. Daha hiçbir konuyu onunla konuşmamışımdır. Otoritesi sarsılırmış… Daha nasıl geçsin bayramımız hocam…” dediğinde 20’li yaşlardaki gencin gözlerinden yaşlar dökülüyordu.
Hayatın bir ciddî görüntüsüyle daha yüz yüze gelmiştik.
Ona, acizlik ve ümitsizlik değil; “Sorun büyüdükçe atılacak adım ciddileşir, büyür ve her durum için, ‘atılacak bir adım mutlaka vardır’” dedik.
Olumsuz örnekler ders niteliğindedir
Olumsuz örnekler olumlu örneklere dönüşebilir. Onun için onlardan sadece ders alınır, yoksa onların örneklik özelliği yoktur. Vahim bir bayram görüntüsü ile karşılaştık konuştukça. 20’li yaşlardaki genç; “Bayram namazını kılıp geldikten sonra, annemle bayramlaştık. Babam da orada oturuyordu. Onunla zaten ben çok bayramdır bayramlaşmıyorum. O da alıştı, ben de… Genç anlatırken, ben şaşkınları oynuyorum. ‘Nasıl olur?’ demeye gerek yok çünkü olmuş bir kere ve oluyor. Gencimize, “Bu durumun böyle devam etmesine izin vermemelisin. Gençler değişime müsaittir. Gençler yaşı ilerlemiş olanlardan daha kolay adım atarlar. Bozuk bir gidişe alışılmaz. Şimdi öpmediğin baba eli karşısında, yarın başka eller öpmek zorunda kalırsın. Hatta sonra sonra öpecek el ararsın da bulamazsın.” diye dertleştik, dertleşmemiz sürüyor, doğrusu durum iyi gidiyor.
Konuşmayan kişi geriliyor
Gençler zeminini bulunca konuşuyor. Lâf ağzına tıkanmadan, bir cümleye on karşı cümle almadan kendilerinin dinlenilmesini istiyor. Yoksa konuşmayan ve konuşulmayan genç geriliyor, gerginleşiyor.
Hocam, biraz gevezelik yapabilir miyim?
Hele şu gence bir bakın neler söylüyor: ‘Hocam, izin verirseniz biraz gevezelik yapabilir miyim?’ ‘Haydi bakalım’ diyorum, ‘yap, yap biraz gevezelik yap da dinleyelim.’ diyorum. Bu izin bile onu mutlu etti.
Elazığ Harput’ta başından geçen bir vakıayı katıyor gevezeliğine. Harput’tan Elazığ’a inerken, kış günü arabasına aldığı bir çocukla konuşmaya başlıyor. Çocuğa sorduğu sorular genci iyice derinlere çekiyor. Kar üstünde yürürken, ayakkabısı yırtık bir çocuktur bu. Yetiştirme Yurdunda kalmaktadır. Anne yoktur. Babası da bayramda gelmeyince, o bir yıldır görmediği, babasının yanına gitmektedir. Biraz konuşunca ağlamaya başlar ve genci de ağlatır.
Bu arada genç, kendi yaşadıklarını sorgular. Biraz önce kahvede oynadığı oyunda bıraktığı 50 YTL’nin derdi içini dağlar. O 50 YTL, bu çocuğa neler neler almazdı ki! Aynı şehirde neler neler yaşanıyor diye geçirir içinden. Çocuğu babasının evine kadar götürür. Genç, yirmi yaşına kadar gelip gittiği Harput’da Yetiştirme Yurdu olduğunu yeni öğrenmiştir. Ve arkadaşlarını toplar ve yurttaki öğrencilere küçük hediyelerle bayram ziyareti yaparlar. Yaşananlar devam edip gider. Genç, yaşadıklarını anlatırken, çoktan hıçkırıklara boğulmuştu bile. Tabiî onunla birlikte onlarca öğrenci de gözyaşları içindeydi. Genç, “Hocam, yaşadıklarımın bir faydası oldu ki, artık kahve oyunlarını terk ettim. Sigara içiyordum, onu terk ettim. Sanki o çocuk benim karşıma özel çıkarılmıştı, şimdi o yaşadıklarımı daha iyi anlıyorum.” diyor.
İşte bir genç gevezeliği böyle idi.
18.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
Bir baba ile oğlun hikâyesi (2) |
|
“Hoş geldiniz.”
Bediüzzaman Said Nursî Denizli Hapishanesi’nde, bir kibrit kutusunun içine koyup meydancı ile gönderdiği pusulaya yazdığı bu ifadelerle karşıladı yeni getirilen talebelerini.
Aslında hapishane hoş gelinecek veya öyle karşılanacak bir yer değildi. Fakat o, hapishâneye medrese-i Yusufiye nazarı ile baktığı, orada geçen zamanı ibadet telâkki ettiği ve talebelerinin de aynı şekilde düşündüklerini bildiği için öyle hitap etmişti.
Nitekim talebeleri de hapishanede, normal şartlarda bir insanı bedbaht edecek ağır eziyetlere maruz kaldıkları hâlde, o pusulayı okuyunca çektikleri sıkıntıları unuttular.
Üstadlarını uzun zamandır görmediklerinden ziyaret etmek istediler. Müdür müsaade etmeyince onlar da onun koğuşun penceresine çıktığı zamanları kollayarak uzaktan da olsa görüp hasret gidermeye çalıştılar.
Bir baba oğul da vardı onların arasında. Nazif Çelebi ve oğlu Selâhaddin. Aynı suç isnadıyla ayrı ayrı yerlerde tevkif edildiler, aylarca aynı hapishanede tutuldular, aynı gemide ve trende yolculuk yaptılar ve Denizli’ye getirilip aynı koğuşa hapsedildiler.
Nazif Çelebi, şecaat hassesinin ve sahavet hasletinin de tesiriyle Taşköprülü Sadık Beyle birlikte mâhkûmlarla dostluk kurup güzel bir hizmet zemini teşekkül ettirirken Selâhaddin de arada bir müdürden izin alarak Üstadının yanına gidip müdafaasını hazırlamasına ve yüksek makamlara göndereceği dilekçeleri yazmasına yardım etmek istedi.
Said Nursî’nin kaldığı koğuş diğerlerinden çok daha küçük, basık ve rutubetli olduğundan ilk zamanlar nefes almakta zorluk çekerek yorgun, bitkin düştü ise de zamanla alıştı ve pek çok mektubun, istidanın, müdafaanın, risâlenin yazılmasına vesile oldu.
Denizli Hapishanesi’nde, diğer Nur talebeleri ile birlikte baba oğul da dokuz ay kadar kaldı. Beraat kararını müteakip Bediüzzaman da tahliye edilmesine rağmen Denizli’den ayrılmasına izin verilmeyince onun yanında birilerinin kalması icabetti.
Maznunların ailelerine, ailelerinin de maznunlara hasret kaldığını düşünen Ahmed Nazif, onların bir an önce memleketlerine gitmelerini sağlamak için oğlunu Denizli’de bırakarak İnebolu’ya döndü.
Üstadının yanında bir süre daha kalmayı mânevî mazhariyet sayan Selâhaddin, bir yandan her gün onu ziyaret etmek isteyen beş yüzden fazla insanın intizam içinde gelip gitmesini sağlarken diğer yandan yemeğini hazırladı, hususî hizmetlerini ifa etti.
Bir gün, onun kullandığı ağaç kaşığın sapının kırıldığını ve ince bir telle bağlandığını görünce kaşığı yağlı kâğıda sararak çöpe attı. Gidip çarşıdan güzel bir kaşık alarak tabağın yanına koydu. Yemeğini götürdüğünde, Bediüzzaman kaşığını göremeyince şaşırdı.
“Benim tahta kaşığım nerede?” dedi.
“Efendim, eskimiş ve kırılmıştı, çöpe attım” diye cevap verdi.
“O benim otuz senelik arkadaşımdı. Onun kıymetine paha biçilir mi? Derhal bulup getir” dedi o da.
Bu ikaz üzerine, ona sormadan bir şey yapmaması gerektiğini anlayan Selâhaddin hemen gidip kaşığı buldu, suda kaynatarak iyice temizledi ve götürüp vererek hatasını telâfi etmeye çalıştı.
Yanında kaldığı birkaç gün içinde buna benzer pek çok mânidâr hadise yaşadı. Hasan Feyzi’nin de aralarında bulunduğu Denizlili Nur talebeleri nöbeti devralınca o da oradan ayrıldı.
“İçinizde Ankara’ya gidecek olan varsa, Diyanet Riyasetine uğrasın. Orada Risâle-i Nur’a sahip çıksınlar” demişti Said Nursî hapishaneden tahliye edildikleri zaman.
Selâhaddin, memleketine dönerken o talimâtı hatırlayınca Ankara’ya gitti. Diyanet İşleri reisinin odasına çıktı ve kendini tanıtıp Üstadının selâmını tebliğ ettikten sonra Diyanetin Risâle-i Nurları neşretmesi gerektiğini söyledi.
Reis Yaltkaya, “Diyanet Riyaseti, Kur’ân ve Hadisten başka kitaplarla ilgilenmez” deyince Risâle-i Nurların, âyet ve hadislerin tefsirinden ibaret olduğunu anlatmak istedi ise de muhatabının dinlemeye pek niyetli olmadığını düşünerek vazgeçti ve İnebolu’ya gitti.
Onların hapishanede kaldıkları zaman içinde ticarî işleri bozulmuş, hizmet zemini zarar görmüştü. Bazı muarızları da onları ‘Almancı’ olmakla suçlayarak dâvâlarına zarar vermeye çalışmışlardı.
Ahmed Nazif, “Risâle-i Nur’un irşadıyla, hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeyi bütün kâinatın fevkinde gördüğümden ve itikad ettiğimden, değil küre-i arzdaki cereyanlara, belki bana verilse de bütün dünya saltanatına âlet etmem. Ben yalnız hakikatçi ve imancı ve Kur’âncı Risâle-i Nur’un bir hadimiyim” diyerek önce o siyasî ithamları reddetti.
Ardından, baba oğul el ele vererek ticarî işlerini yoluna koydular, İnebolu ve çevresindeki Nur talebeleri ile birlikte yepyeni bir hizmet zemini teşekkül ettirdiler ve aynı şevkle çalışmalara başladılar.
Said Nursî, Emirdağ’da ikamete mecbur edildiğinden baba ve oğul sık sık ona mektup yazarak veya mahallin temayüz etmiş Nur talebelerinin, cemaat adına yazdıkları mektuplarla irtibatlarını devam ettirmeye çalıştılar.
Yazdıkları mektupların ve gelen cevapların, yüreklerini yakan hasreti hararetlendirdiği zamanlarda, münavebeli olarak Emirdağ’a giderek Üstadlarını ziyaret ettiler.
Ahmed Nazif Efendi gittiği zaman, mahallindeki hizmetin seyrini anlatıp Nur talebeleri hakkında bilgi verirken Selâhaddin ictimâî meseleler hakkında aklına takılan soruları sorardı.
“Ayasofya hakkındaki düşünceleriniz nedir Üstadım?” dedi bir seferinde.
“Keçeli Selâhaddin, tam bir Abdurrahmandır. Kahramanlıkta babasından geri kalmak istemiyor. Bizi de ara sıra âdetimize muhalif olarak dünyaya baktırıyor” diyerek onun İslâm âleminin ciddî meseleleri ile meşgul olmasını takdir etti.
“Ayasofya, Hıristiyanlığın İslâmiyete devir ve tesliminin bir âbidesidir. Bunun için kilise iken cami olmuştur. Elbette tekrar camiye çevrilecektir” dedi.
Onun bir Amerikalı'ya Âsâ-yı Mûsa Risâlesini vermesi münasebetiyle de Şimal cereyanının, Müslümanların ve Hıristiyanların hücumuna karşı kendini korumak için onların ittifakını bozmaya çalışacağını, bu yüzden Hıristiyan ruhanilerin ve Nurcuların çok dikkat etmeleri gerektiğini hatırlattı.
Üstadının, kendisini yeğeni Abdurrahman’a benzetmesine ve kahramanlıkla taltif etmesine çok sevinen Selâhaddin, Ayasofya hakkındaki beşareti de duyunca geleceğe ümitle bakmaya başladı.
Emirdağ’dan İnebolu’ya döndükten sonra, Bediüzzaman’dan aldığı şevkle çevredeki hizmet merkezlerini ziyaret edip Nur talebeleri ile görüşerek cemaati hareketlendirdi.
Risâle-i Nurların hızla intişar etmesi üzerine, muarızları asılsız ihbarlar ve mesnetsiz ithamlarla emniyet kuvvetlerini tahrik edince; polisler ve jandarmalar Nur talebelerinin evlerine, işyerlerine sık sık baskınlar yaparak onları korkutup yıldırmaya çalıştılar.
Selâhaddin, bu gibi hadiselerden haberdar oldukça maznunlara “Bu hadiselerden müteessir olup çekinmeyiniz. Bilâkis çalışmanızı ziyadeleştirin ki, tecrübe-i meydan-ı imtihanda muvaffak olasınız. Risâle-i Nur’a sık sık ilişirler fakat bir halt edemezler. Çünkü Gavs-ı Âzam (ks) ve İmam-ı Ali (ks) gibi zâtların himayeleri ve duâları berekâtına Hafız-ı hakîki hıfz eder” şeklinde ifadelerin yer aldığı mektuplar yazarak onlara cesaret vermeye çalıştı.
Baba oğul Çelebi’lerin İnebolu ve çevresindeki faaliyetleri gittikçe artarak senelerce devam etti. 1948 yılında Afyon hadisesi vuku bulduğu zaman onları da İnebolu’da tutuklayıp bir süre hapishanede beklettikten sonra oraya sevk ettiler.
Afyon Hapishanesi’nin dehşetli şartları ve savcının, müdürün, gardiyanların, jandarmaların zulümleri de baba oğlun şevkini kıramadı. Onlar Denizli’de olduğu gibi Afyon’da da hizmetlerine merdâne devam ettiler.
Bazı gardiyanların gönlünü yaparak, bazılarının da gözünü korkutarak sık sık Said Nursî’nin koğuşuna gidip hizmetlerini yapan Ahmed Nazif, ziyaretlerinden birinde onun acılar içinde kıvrandığını görünce zehirlendiğini anladı ve hemen kaldırıp hareketlendirerek zehrin tesirinin azalmasını sağladı.
Bütün Nur talebeleri gibi kendilerine yapılan zulümden ziyade Üstadlarına reva görülen kötü muamelelerden elem çeken baba oğul Çelebi’ler; Zübeyir’i, Sungur’u, Ceylan’ı, Bayram’ı ve diğer pek çok yeni Nur talebesini tanımış olmaları hasebiyle, Afyon Hapishanesi’nden de güçlenerek çıktılar.
Tahliye olduktan sonra, Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsinden aldıkları güçle, hizmetin aksayan taraflarını düzeltip bozulan işlerini yoluna koydular ve eskisinden daha güçlü hâle geldiler.
İş için İstanbul’a giden Selâhaddin, bir dükkânda Avrupa’dan getirilen teksir makinesini görünce merak edip özelliklerini sordu. Bir dakikada yüz sayfa bastığını görünce makineyi satın aldı, nasıl çalıştığını da öğrendi ve hemen İnebolu’ya getirdi.
Babası ile birlikte makineyi kurdular ve ilk olarak Âyetü’l-Kübra Risâlesini teksir ettiler. Selâhaddin, teksir makinesinden çıkan ilk nüshayı eserin müellifine götürdü.
“Bir adi mektubum için ‘kim yazmış?’ diye sekiz defa bana resmen sıkıntı ve eziyet verildiği aynı zamanda, sekiz yüz sahifeyi, bin beş yüz nüshaya ve bir milyon sahifelere çıkaran o makine elbette gaybdan imdadımıza gelmiş nurcu bin kalemli bir kâtiptir.”
Bu ifadelerde de görüldüğü gibi, o günlerde gelen bir mektubu kimin yazdığını öğrenmek için defalarca sorguya çekilip çeşitli eziyetlere maruz bırakılan Said Nursî, bu çalışmadan fevkalâde memnun oldu ve yapanlara duyduğu takdir hislerini, eserin sonuna yazdığı duâ ile dile getirdi:
“Yâ Rabbi! Bir kalemle beş yüz nüsha yazan Nazif Çelebi ve mübarek yardımcılarını Cennetü’l-Firdevs’te mesud kıl.”
***
İnebolu kahramanları.
Nurun kahraman şakirtleri.
Nurun ehemmiyetli şakirtleri.
Bediüzzaman Said Nursî hayattayken, Çelebi hanedanı mensuplarını bu gibi hitaplarla takdir ve taltif etmişti. Onlar da gösterdikleri kahramanlıklar ve yaptıkları fedakârlıklarla o sıfatları taşımaya lâyık olduklarını göstermişlerdi.
Said Nursî 1953 yılında İstanbul’a geldiğinde, Selâhaddin de onun yanındaydı. Onunla birlikte kır gezilerine çıktı, Sarıyer’e gidip eskiden kaldığı evi buldu, ruhî tekâmül hâllerini yaşadığı odaya çekilip bir süre mazinin hadisâtını tahattur etti.
Baba oğul, Bediüzzaman’ın vefatından sonra da hizmetlerine aynı cesaretle, metanetle, fedakârlıkla devam ettiler ve Risâle-i Nurların bütün vatan sathına, hatta cihana yayılmasına vesile oldular.
1964 yılında hac farizasını ifa eden Ahmed Nazif, mukaddes menzillerden döndükten sonra vefat edince Selâhaddin hizmetlerine daha sıkı sarılarak babasının yokluğunu hissettirmedi.
Kader, onun hayat seyrini de babasınınki gibi şekillendirmiş olmalı ki, yıllarca hizmetlerine devam eden Selâhaddin Çelebi de hacca gidip geldi ve 9 Ocak 1977 tarihinde evinde geçirdiği kalp krizi neticesinde hayata veda etti.
Babalar ve oğullar arasında hep zahirî soğuklukların yaşandığı ve fiilen birbirine çok yakın olan aile fertlerinin, hissen birbirlerinden uzak durmaya çalıştıkları bir zamanda onlar, baba oğul ilişkisinin en güzel örneğini verdiler.
O gün Çelebi’ler de, Çalışkan’lar gibi Nur hareketi içinde müstesna bir örnekti. Ömür boyu dâvâlarını hayatlarından aziz bilip, hizmetlerini işlerine tercih ederek ‘Cennet-i Firdevs’te mesut olmanın’ yollarını gösterdiler.
Bu gün, Nur hizmetinde onları örnek alarak Saadet-i Dâreyne hazırlanan yüzlerce, binlerce baba oğul var.
Onlar gibi yaşayarak, onları da yaşatıyorlar.
18.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Suna DURMAZ |
Kudüs kuşatması |
|
—Dünden Devam—
Kudüs’ü ise 20 Eylül 1187’de kuşatma altına aldı. Beş gün boyunca surların en zayıf noktasını bulmak için araştırma yaptıktan sonra, Babu’l Amud cihetinden saldırıya geçti. Şiddetli saldırı karşısında mukavemet güçleri azalan Haçlılar, kendilerine can güvenliği verilmesi mukabilinde şehri teslim edeceklerini bildirdiler. Bu teklifi önce reddeden Selâhaddin Eyyubi, daha sonra fidye karşılığında Arap Hıristiyanlar ve Yahudiler hariç, bütün Frenklerin (Haçlılar) şehri terk etmelerine izin verdi. (el-Kudsü Tarih ve Hadara sh: 18-19)
İsra ve Mi’rac’ın yıl dönümüne rastlayan 2 Ekim 1187’de şehri teslim alan Selâhaddin Eyyubi, Peygamberler mabedi olan Mescid-i Aksa’yı Hıristiyan figürlerinden temizletti. Temizlik işi bittikten sonra tam yirmi sene öncesinden hazırlatılmış olan muhteşem minberi, Aksa’ya yerleştirdi. Akabinde ise, Kubbetü’s Sahra’nın üzerindeki haçı yıktırıp, buradaki şirk eserlerini de ortadan kaldırttı. Kur’ân-ı Kerim’in İsra Sûresi 81. Âyetinde buyrulduğu gibi: Artık Hak gelip bâtıl yıkılmıştı. Ve bâtıl, her zaman için yıkılmaya mahkûmdu...
Fethin ilk Cuma günü geldiğinde Müslümanlar Mescid-i Aksa’ya akın ettiler. Fetih sonrası ilk Cuma hutbesini okuma şerefi Kadı Muhyiddin Ali el-Kurayşi’nin olmuştu. Kadı Muhyiddin, göğe yükselen tekbirler, tehliller ve salâvatlar eşliğinde minberin basamaklarını çıkarken, minber de kendi lisan-ı hâliyle “Ey Rabbim! Bana bu günü gösterdiğin için sana hamd olsun. Bu nimetini benim üzerimde ilelebed daim kıl ki; kulların buradan Hakka doğru irşad edilsinler” diyordu. “O’nu övgüyle tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz onların tesbihini anlamazsınız...” (İsra Sûresi 44. Âyet)
Yavaş yavaş yaklaşık altı metre yüksekliğindeki minbere çıkışını tamamlayan Kadı Muhyiddin, hamd ve salâvatlardan sonra Fatiha Sûresinin tamamını, İsra, Kehf, Sebe ve Fatır Sûrelerinden ise tevhid akidesini ele alan âyetleri okudu. Daha sonra ise şöyle bir hutbe irad etti: “Ey insanlar! En yüksek gaye ve en ulvî derece olan Cennet size müjde olsun ki, Allah sizlerin eliyle yüzyıla yakın bir zaman müşriklerin elinde aşağılık bir duruma düşen ve şirkin revaklarına kadar vardığı ümmetin kayıp malını, tekrar İslâm’daki yerine kavuşturdu. Ve içinde isminin (Allah’ın) anılmasına izin verdiği, direkleri tevhid üzerine kurulu olan bu evi (Mescid-i Aksa) tathir etti...
O ev ki, babanız İbrahim’in (as) vatanı, Peygamberiniz Aleyhissalatu Vesselâm’ın Mi’rac’ı, sizin ise İslâm’ın ilk yıllarında kendisine doğru namaz kıldığınız kıblenizdir. Aynı zamanda da Peygamberlerin merkezi, evliyaların maksadı, vahyin indiği yerdir...
Kadisiyye günlerini, Yermuk vakıasını, Hayberi, Halid’in hücumlarını tekrarladınız...
Size hibe edilen bu nimeti takva ile muhafaza ediniz. Kim ona (takvaya) tutunursa selâmete kavuşur. Nefsinize uymaktan kaçının. Sakın ola ki, şeytan size bu zaferi kılıç ve atlarınızla kazandığınız fikrini vermesin. Çünkü zafer, ancak Aziz ve hakim olan Allah katındandır..
Ey Allah’ın kulları bu şanlı zaferle şereflendikten sonra, büyük çaba sarfederek örgüsünü ören sonrada söken gibi olup masiyete düşmeyin. Cihad, sonra yine cihad.... O cihad ki; Allah katındaki en makbul ibadetiniz ve en güzel adetinizdir. Allah’a yardım ediniz ki; Allah da size yardım etsin.....” (el-Ünsü’l Celil bit Tarihi’l Kudsi vel Halil sh: 334)
—Devam Edecek—
18.01.2009
E-Posta:
|
|
Faruk ÇAKIR |
Dünya yanlış filmi izliyor |
|
azze’de yaşanan katliâma tepkiler artarak devam ederken, İsrail de dünyayı karşısına almak pahasına yanlıştaki ısrarını sürdürüyor. Öyle ki, İsrailli bir TV sunucusu bile bu yanlışa ‘isyan’ edip, “Bizim sadece bir ölümüze karşılık Gazze’de 350 kişi öldü. Durum böyleyken dünyayı bunun ‘adil bir operasyon’ olduğuna iknâ etmek zor” demiş. (Vatan g. 15 Ocak 2009) Böyle dediği için ‘onuncu köy’e kovulması için imza kampanyası başlatıldığı halde, Channel 2’nin sunucusu Yonit Levy geri adım atmamış.
Gazze’deki çocukların ‘şokta’ olduğu (Yeni Asya, 15 Ocak 2009) ifade ediliyor ki, başka türlü olması da mümkün değil. Bırakın Gazze’yi, katliâmı TV’lerden izleyen dünya çocukları da şokta. İnanın, çocuklarımıza bu kanlı katliâmı izah edemediğimiz ve edemeyeceğimiz için biz de şoktayız.
Genelde Filistin, özelde de Gazze’de yaşananları sözle anlatmak imkân haricinde olduğu için devreye ‘çizgi’ giriyor. Çok sayıda karikatürist, Gazze’de yaşananları belki de uzun yazılardan daha özlüce çizgileriyle özetliyorlar. Gazetemizin karikatüristi İbrahim Özdabak da gerçekten bu konuda çok başarılı karikatürlere imza attı. Hepsi birbirinden ibretlik karikatürlerden biri de 14 Ocak 2009’da yayınlandı. İlgili karikatürde, sinemalarda “Gazze” filminin vizyonda olduğu anlatılıyor ve “Tüm zamanların seyirci rekoru” notuyla sunuluyordu. “Gişe”nin önündeki kuyruk da ibretlik... Neşeli yüzleriyle baylar ve bayanlar “Gazze” filmini izlemek için sıraya girmiş... Bilhassa, ülke yöneticilerinin Gazze katliâmı sonrasındaki tavrı bundan daha güzel ifade edilebilir mi?
Söz filmden açılmışken, dünyanın yanlış filmi izlediğini ifade etmek isteriz. Gazze’de yaşananları anlamak için ‘film’ izlemek isteyen dünya, daha önce bu konuda hazırlanmış gerçek filmleri izleyebilir. Bunlardan biri de “Filistinli Zehra’nın Gözleri” filmi olsa gerek. Filmde İsrail’li bir komutanın, sakat oğlu için Filistinli çocukları kaçırıp organlarını çalması ve ona bağlı olarak gelişen hadiseler anlatılıyor. Tabiî burada önemli olan filmin konusu. Yoksa, teknik anlamda filmin kalitesini tartışmak başka bir konu.
İlginç olan bir yön de, yıllar önce hazırlanan bu film, hazırlandığı İran dışında -bilebildiğim kadarıyla- sadece Belçika’da bir defa vizyona girmiş ve orada da İsrail’in baskıları sonrası vizyondan kaldırılmış. Türkiye’de de bazı TV kanalları bu filmi yayınladı, ama sinemalarda hiç vizyona girmedi.
Gerçi filmin sonunda fetva verilmeyen bir ‘intihar saldırısı’ var, ama İsrail’in Filistinlilere yaptığı zulmü kısmen de olsa anlamak için böyle filmlerin vizyona girebilmesi lâzım. Tahmin ediyorum ki bu dönemde bu film vizyona girse, pek çok eksiklerine rağmen sadece Türkiye’de değil, başka ülkelerde de gişe rekoru kırabilir.
Hayalî “Gazze” filmini izlemek için ‘gişe’lerde kuyruğa girenler, Gazze’de yaşananları kısmen anlamamıza yardımcı olacak gerçek filmleri izleyebilmiş olsa belki de “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” demekten vazgeçecek.
Bu vesile ile Türkiye Yazarlar Birliği tarafından “2008’in karikatüristi” seçilen Özdabak’ı da tebrik edelim ve ülkeleri idare eden idarecilerin bir an önce gerçekleri görmesini dileyelim...
18.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İnkâr ve inkâr otobüsü |
|
İngiltere’de bir Hristiyan grubu, belediye otobüslerine “Tanrı muhtemelen yok; siz dertlenmeyi bırakıp hayatın tadını çıkarmaya bakın...” şeklinde ilân veren tanrıtanımazlardan, Tanrı olmadığına dair “delil/belge” istedi.
“Hristiyan Sesi” adlı baskı grubunun lideri Stephen Green, otobüslere ve Londra metrosuna asılan afişlere reklâm denetleme kurulu (Advertising Standards Authority, ASA) nezdinde itiraz etti. Green, afişlerin reklâm kurallarına uymadığını öne sürdü.
İtiraz dilekçesinde “İlânda söylenen şeyin doğruluğu kanıtlanabilmeli, yoksa kurallar çiğnenmiş olur” diyen Green, “İnsanların şahsî tecrübelerinden tabiattaki karmaşık yapı ve güzelliklere kadar Tanrının varlığını gösteren bir çok kanıt bulunabilir, ama karşı tarafta fazla bir şey yok” ifadesini kullandı.
ASA sözcüsü, şikâyet dilekçesini aldıklarını ve gelecek günlerde durumu değerlendirip gereğini yapacaklarını açıkladı.
Bilindiği gibi, iman ve inkâr, yani, hidayetle dalâlet, doğrulukla yanlışlık, hak ile bâtıl mücadelesi insanlık ile başlamış; Kıyamete kadar da bu mücadele devam edecektir.
İman, hidayet, doğruluk ve hak; aklî, kalbî, vicdanî ispat, ikna ve delillere dayanır. İmanın esasları ve İslâm şartları akıl, bürhan, ilim, tahkik ve tetkik ile kabûlü gerektirir.
İnkârın, küfrün ve dalâletin elinde ne bir delil, ne bir belge, ne bir makûl yol vardır. Yani, “Allah’ın varlığı” dâvâsının doğrulanması binlerce delil ve belgeye dayandırılmış. Bazı felsefî akımların öne sürdüğü ve bir kısım insanları küfre sürükleyen “Allah’ın yokluğu” iddiâsı zandan, vehimden, şekten, şüpheden, adem-i kabul veya kabul-ü ademden öteye geçebilmiş değil.
İnkâr da iki çeşittir: 1- Adem-i kabul 2-Kabul-ü adem
a) Adem-i kabûl: Tasdik etmemektir. Yani yok olduğuna dayanan bir iddiâdır. Sadece kabulün, imanın ve tasdikin olmamasıdır. Kısaca, inkâr ve imansızlıktır. İman esaslarını nefiy ve reddetmekten ibârettir. İnanmamaktır. Gerçeği ve gerçekleri kabul etmemektir. Doğrudan yüz çevirmektir. Hidayeti terk etmektir.1 Bir lâkaytlıktır. Bir göz kapamaktır. Cahilâne bir hükümsüzlüktür. Aklen hakla uğraşmamaktır.2
Bu yol basittir, herhangi bir cehd, çaba gerektirmiyor. Yalnızca gözünü kapamaktır.
b) Kabûl-ü adem ise: Yokluğunu kabul edip, onu ortaya koymaya çalışmak ve ispat etmektir. Bu zor, hatta imkânsız bir şeydir. Çünkü sadece “inanmamak” değil; “yokluğun kabulüdür.” Îtikâdî, imanî ve fikrî bir hükümdür. Yani imanın aksine hükmetmektir. İmanın zıddına bir yol açmaktır. Hakkın aksini ispat etme dâvâsıdır.3 İnkârdır.4
Kabül-ü ademe dayanan bir inkâr; ispat ve delil ister. Yokluğun ispatı ise imkânsızdır. Yani “Allah’a inanmıyorum” demek başka; “Allah yoktur” tarzında hüküm vermek başka, bu iddiâyı ispat etmek bütün bütün başkadır.
Dipnotlar:
1- Lem’alar, s. 82.
2- Mektûbât, s. 302.
3- Lem’alar, s. 82.
4- Mektûbât, s. 302.
18.01.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Gazze için kunut duâsı-2 |
|
Trabzon’dan Bekir Bey: “Sıkıntılı zamanlarda Peygamber Efendimiz (asm) kunut duâsı okurmuş. Farklı kunut duâları olduğunu da duydum. Ümmetin sıkıntıda olduğu günümüzde kunut duâsı ile Allah’a sığınmaya çok muhtacız. Gazze için kunut duâsı çağrıları var. Gazze için kunut duâsı okumak istersek nasıl okuyalım? Sabah namazında okunduğunu duydum. Neresinde, nasıl okuyacağımızı izah eder misiniz?”
Farklı rivâyetlerden geldiğinden ve her birisi de vahiyce tanzim edilen duâ zenginliği taşıdığından yer yer mezheplerce farklı şekillerde okunan kunut duâları Cenâb-ı Hak tarafından tilâvetsiz mânâ (vahy-i gayr-i metlüv) olarak nâzil buyurulmuş, Peygamber Efendimiz (asm) tarafından da duâ diliyle metinleştirilmiştir. Yani kunut duâlarında mânâ Cenâb-ı Hakk’a, metin Peygamber Efendimiz’e (asm) aittir.
Peygamber Efendimiz’in (asm) yetmiş hafız ve İslâm tebliğcisinin müşriklerce kurulan haince bir tuzakla şehit edilmesinin ardından okumaya başladığı ve her türlü fitneden, fesattan, düşmanlıktan, küfürden, şirkten, dalâletten, isyandan, tuğyandan ve şerrin her türlüsünden Allah’a sığınmak için okuduğu kunut duâları, ümmet için sıkıntılı zamanlarda bir Allah’a sığınma, acizliğini ve kulluğunu şefaatçi kılarak Allah’tan yardım isteme, dünya ve ahiret belâlarından, darlıklarından, dertlerinden, mûsibetlerinden, afetlerinden, tehlikelerinden ve sıkıntılarından Allah’a iltica etme ameliyesidir.
Hanefilere göre kunut duâsı vitir namazının üçüncü rekâtında Fatiha ve zamm-ı sûreyi okuduktan sonra, rükûa varmadan, eller kulak hizasına kadar kaldırılıp, tekbir alınıp, eller bağlanarak okunur.
Şafiilere göre ise kunut duâsı sabah namazının farzının ikinci rekâtında rükûdan doğrulunca eller duâ eder gibi açılarak okunur. Nitekim Enes b. Mâlik haber veriyor ki: “Hz. Peygamber (asm) dünyadan ayrılıncaya kadar sabah namazında kunut yaptı.”1
Şafiiler Ramazan ayının ikinci yarısında vitir namazında da kunut duâsı okurlar. Ayrıca Şafiilere göre herhangi bir musibet ve felâket ânında kılınmakta olan bir namazda da, son rekâtın rükûundan sonra ayakta eller açılarak kunut duâsı okunabilir. Ki bu da sünnettir.
Mezhepler bu görüşlerini sünnetten almışlardır. Esasen bunlar görüş değil, sünnetten yapılan tesbitlerdir. Yani Peygamber Efendimiz (asm) bu biçimlerin her birisine uygun örneklik olacak şekilde kunut duâsı okumuştur. Biz felâket ve helâket asrının ümmeti olarak, Gazze gibi kanayan bir yaramızın devam ettiği ve ümmetin çözüm hususunda bir araya gelmekten de imtina ettiği şu günlerde yukarıdaki şekillerden birisine uygun olarak kunut duâsı okuyabilir ve ümmet adına her türlü felâketten Allah’a sığınabiliriz.
Zaten hangi mezhepten olursak olalım vitir namazında ya da sabah namazında vacip veya nihayet sünnet olarak ve sürekli biçimde (günlük ibadetlerimiz içinde) kunut duâsı okuyoruz. Uygulamakta olduğumuz kunut duâsı bizim ve ümmetin felâketlerden Allah’a sığınmamız için aslında yeterli bir duâ formatı ihtiva etmektedir.
Fakat böyle nefesimizi tutup darlıklar yaşadığımız ve psikolojik travmalarımızı duâya çevirmeye ihtiyaç duyduğumuz zamanlarda, gözyaşımızı duâ ile Allah’a arz etmek için duâmızı her mezhebin muteber şekilleriyle zenginleştirmekte hiçbir sakınca yoktur. Duâmızı diğer kunut duâlarıyla birleştirerek daha geniş anlamlı bir duâ portföyü oluşturabileceğimiz gibi, yukarıdaki şekillerden hepsini birden uygulayarak da kunut duâmızı sürdürebiliriz. Farklı mezhepten oluşumuzun bu meselede hiçbir sakıncası yoktur. Çünkü hepsi de ibadettir, hepsi de sünnetten alınmıştır.
Hasan b. Ali (ra) demiştir ki: “Hz. Peygamber bana bir duâ öğretti, vitir’de kunut duâsı olarak onları okuyordum: ‘Ey Allah’ım! Verdiğin hidayetinde beni dâim kıl! Verdiğin afiyetlerle beni afiyette kıl. Emanına aldığın yerde beni de emanına al! Bana verdiğini mübarek kıl! Kaza ettiğin şeyin şerrinden beni koru! Sen hükmedersin, fakat kimse sana hükmedemez. Senin dost edindiğin zelil kılınamaz. Senin düşman olduğun aziz olamaz. Sen yücesin, ey Allah’ım sen büyüksün.”2
Yarın İnşallah devam edelim.
Dipnotlar:
1- İmam Ahmed
2- Ebu Dâvud/1425; Tirmizî/424
18.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
…Ve insanlık öldü |
|
İsrail, Gazze’de 27 Aralık’ta hava saldırısı ile başladığı katliâmlarını sürdürüyor. Çoğu çocuk ve kadın olan bin 200’ün üzerinde insanı öldürdü, 5 binin üzerinde kişiyi yaraladı. İnsanlığın vicdanı Gazze’de öldürülürken 22 gündür dünya susmuş, sadece seyrediyor. Gazze yanıyor, söndüren yok. BM Güvenlik Konseyi “ateşkes” diyor. İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni “Kararları BM değil, biz veririz” diyerek bütün dünyaya meydan okuyor. Dünyanın yasakladığı fosfor bombaları başta olmak üzere pek çok bombayı Gazzeliler üzerinde deniyor. “Niye ölmediler, bari burada öldürelim” diyerek 500 yaralının bulunduğu hastaneyi bombalıyor. Yiyecek depolarını bombalıyor.
Dünyanın pek çok ülkesinde insanlar sokaklarda İsrail’in katliâmını protesto ederken, İsrail saldırılarını daha da arttırıyor. Tanklarla Gazze’ye girdi önüne ne gelirse eziyor. İsrail’in takmadığı BM ise bütün bunlara karşılık saldırıları durdurmak için asker göndermek başta olmak üzere başka yaptırımlar yapmak yerine saldırılar karşısında adeta “ne halleri varsa görsün” dercesine yardım ekiplerini oradan çekti!
* * *
22 gün sonra “ve insanlık öldü” cümlesi katliâmları tam da anlatıyor. Görmeyen gözlere, duymayan kulaklara söyleyecek bir şey yok. Ancak içinde insanlık kırıntısı bulunanlara aşağıda yazacağımız “vicdansızlıklar” her şeyi anlatıyor.
Bir grup İsrailli bir Pazar günü, ellerine dürbün almış, çocuklarını ağacın dallarına kurdukları salıncağa bindirmiş, ellerinde yiyecek, gülücükler saçarak askerlerinin yaptığı katliâmı izliyorlar! Gazzeli çocukların, kadınların öldürülmesine alkış tutuyorlar, tezahürat yapıyorlar. Çocuğunu oraya getiren insanlıktan nasibini almamış bir İsrailli “çocuğum gerçekleri görsün” diye oraya getirdiğini söylüyor!
Başka bir tarafta iki İsrailli asker öldürdükleri Filistinlinin başında diğer arkadaşına poz veriyorlar. Büyük bir pişkinlik içinde gülüyor ve katliâm hatırası çektiriyorlar!
Diğer tarafta, İsrail askerinin ne kadar gözünün döndüğü görülüyor. Gazze’nin güneyindeki Han Yunus’ta, bir Filistinli kadın, evlerini boşaltma uyarılarından sonra, elinde beyaz bayrak sallayarak evinden ayrılırken, askerlere bir şeyler anlatıyor. Sonra öğreniliyor ki, bu kadın da bebek ve kadın katili İsrail askerleri tarafından öldürülmüş!
Gazze’de bebekler öldürülürken, insanlar sığınacak yer bulmak için sağa sola kaçışırken, yaklaşık bir saat ötede İsrailliler eğlenebiliyor!
Bebek katili İsrail bu görüntülerin dünyada görülmesine rahatsız oluyor. Saldırılar ilk başladığından itibaren orada kalan ve büyük güçlüklerle İsrail’in zalimliklerini dünyaya duyuran gazetecilerin üzerine bomba atmaktan bile çekinmedi!
Gazze’deki katliâmı dünya televizyonda film seyreder gibi seyrediyor. Halklar tepkisini eylemlerle gösterirken, yöneticiler ya seyrediyor ya sadece kınıyor!
İnsanlık hiç bu kadar aşağılanmamıştı. İnsanlık imtihanı 22 gün de kaybetti.
* * *
Ülkeleri yönetenler sessiz kalsalar da vicdan sahibi, çocukların, kadınların öldürülmesini gözlerini kapatamayan milyonlarca insan dünyanın dört bir yanında protesto eylemlerine devam ediyor. Bu eylemlerden birisi de bugün Ankara’da yapılacak. HAK-İŞ, MEMUR-SEN, MÜSİAD, MAZLUM-DER VE AGD’nin organize ettiği ve yüzlerce sivil toplum kuruluşunun desteklediği mitinge, “dünyanın sessizliğine, emperyalizmin acımasızlığına, fosfor bombasına, insanlık suçuna, vicdansızlığa, akan kana karşı, Filistinli çocuklara destek vermek, mazlûmlar, barış, yaşama hakkı, insanlık, gözyaşı ve akan kanın durması, Filistinli kardeşlerimizi yüreklendirmek ve Filistin direnişini desteklemek için Sıhhiye’de olma” çağrısı yapıldı.
İnsanlık vicdanının ölmediğini göstermek için, Ankara’dan çıkacak sesin daha gür çıkması için herkesin Sıhhiye’de “ses” çıkarması gerekiyor. Ülkeleri yönetenlere inat insanlığın ölmediğini göstermek için bu tepkilere devam edilmeli.
* * *
Türkiye’nin saldırıların başladığı günden itibaren yaptığı diplomatik atak önemliydi. Ancak görüldü ki diplomatik ataklar İsrail’e etki etmiyor. ABD’yi arkasına alan İsrail dünyayı takmıyor. Bunun için artık yaptırımlar yapılmalı. Türkiye başından beri hiç değilse, büyükelçisini geri çağırıp, buradaki elçiyi geri gönderemez miydi? İmzalanan askerî ve ticarî antlaşmalar iptal edilemez miydi? İsrail mallarına boykot uygulatamaz mıydı? Elbette yapılırdı, ama 22 gündür “ülkeler arası ilişkilerdeki hassasiyetler” yüzünden yapılmadı, görülen o ki yapılmayacakta. Bundan sonra barış gücü oluşturularak İsrail’e askerî operasyonlar için mutlaka ama mutlaka çalışılması lâzım. Zira, artık gerçekten sözün bittiği yerdeyiz.
İlâç ve gıda yardımları İsrail’in müsaade ettiği kadar gönderilebiliyor. Ancak şu anda ilâç ve gıdadan ziyade—tabiî yardım da yapılsın— İsrail’in durdurulup cezasının kesilmesi lâzım. Filistinli bir doktorun dediği gibi biraz daha geç kalınırsa yardımlar yerine kefen gönderilmek zorunda kalınacak…
“İnsanlık öldü” ama orada başka masum çocuk ve kadınlar ölmeden “vicdan” sahibi olanlar harekete geçmeli. Hem de hemen…
18.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Recep TAŞCI |
İki ateş arasında |
|
Merhabalar... Bundan böyle her Pazar, ekonomi ile ilgili konuları sizlerle paylaşacağız. Birinci ilkemiz; ekonomi gibi teknik ve karmaşık bir alanda herkesin anlayabileceği basit bir dil kullanmak, ikincisi ise hiçbir çıkar grubuna hizmet etmeksizin, tarafsız bir şekilde olayları yorumlamaktır. Bakalım bu iki ilkemizi ne ölçüde uygulayabileceğiz? Buna siz değerli Yeni Asya okuyucularımız karar verecektir. Hadi bakalım buyrun...
Bugünkü ilk yazımızın konusu güncel olduğu için IMF olarak seçtik. Geçen hafta bayan Rachel van Elkan başkanlığındaki IMF heyeti ülkemize geldi ve resmî görüşmelere başladı. Görüşmeler başarılı geçerse adına stand-by denilen ve bugüne kadar 19 defa imzalanan, 20. anlaşma yürürlüğe girecek. Görüşmelerde esas itibariyle; bütçe, kamu harcamaları, büyüme hedefi, kredinin tutarı ve kullandırılma şekli gibi konulara ağırlık verilecek.
Önce şu hususu hatırlatalım. Açılımı Uluslararası Para Fonu olan IMF; ülkemizde ve dünyada pek sevilen bir örgüt değildir. IMF kredi açar, ama kredi açtığı ülkeye kendi programını empoze eder. Programın temeli pek çok ayrıntıyı ve lâf kalabalığını bir yana bırakırsak, “Gelirinizi arttırın, harcamalarınızı kısın” esasına dayanır. Bunun anlamı ise, vergi artışı, zam ve istihdamın daralması demektir. IMF her zaman alacağını garanti altına almayı hedefler. Bunu yaparken ülkenin malî politikalarına müdahalede ölçüyü kaçırdığı da olur. Bu yüzden muhalefet, sendikalar, sivil toplum kuruluşları hatta iktidarın bizzat kendisi IMF’ye cephe alır.
Her ne kadar verdiği borç öyle yüksek meblâğlar ihtiva etmiyor ise de önemli olan piyasalara mesaj vermesidir. IMF ile anlaşan bir ülke, uluslar arası piyasalarda daha rahat kaynak bulabilir.
Tabiî her ülkenin IMF ile anlaşması gibi bir zorunluluğu yoktur. Ekonomisi güçlü bir ülke IMF’siz de borç bulabilir. Bu bağlamda, Türkiye de borçlarını IMF’siz çevirebileceğini düşünerek Mayıs ayından bugüne kadar efelenmiş, “Ümüğümüzü sıktırmayız” demişti. Altı yıl boyunca ekonomideki makro göstergelerin başarısıyla övünen iktidar, sonunda IMF’yi çağırmak zorunda kalmıştır. Hani borçlarımızı rahatlıkla çevirebiliyor, borçların gayrisafi millî hasılaya oranı gittikçe düşüyor ve sorun olmaktan çıkıyordu? Hani Merkez Bankası kasasında 80 milyar dolar rezervimiz vardı? Hani carî açık önemli değildi?
Bu hanileri uzatırsak söyleyeceklerimiz yarım kalacağından burada biraz soluklanalım.
Esasında, kriz zamanı uygulanması gereken politikalar IMF programı ile taban tabana zıttır. Nitekim, gelişmiş ülkeler krizden çıkmak için; vergi indirimi, teşvik, alt yapı harcamaları, tüketicilere destek gibi piyasaları canlandıracak tedbirlere başvurmaktadırlar. Oysa bütün bunlar “Geliri arttırın, gideri kısın” şeklinde yukarıda özetlediğimiz IMF programı ile çelişmektedir. İşte Türkiye IMF ile anlaşabilmek için gelişmiş ülkelerin tam tersi bir yol izlemek zorunda kalmıştır.
Bir yanda para bulmak için IMF ile anlaşma zorunluluğu, bir yanda ise teğetten öte merkeze ulaşan ve reel sektörün canına okuyan bir kriz karşısında yapılması gerekenler. İki ateş arasında kalmış bir ekonomi... Tabiî para ağır basacağından tercih IMF olacaktır. Muhtemelen bu ay içinde 20. anlaşma imzalanacak. Kâhin değiliz, ama eğer bu anlaşma olmasaydı dolar 2 TL’yi aşar, borsa yerlerde sürünür, faiz yükselir, dış kaynak bulma maliyeti artardı.
Döviz gelir gider dengesini kuramadığınız, malî disipline uymadığınız, ürettiğinizden çok tükettiğiniz ve bütçeniz sürekli açık verdiği sürece bu böyle devam eder, daha nice IMF heyetleri gider gelir. İki yakamızı bir araya getirmemiz için bir başkasının zorlamasına meydan vermemeliyiz. Bakınız Merkez Bankası başkanı bir TV kanalının canlı yayınında neyi itiraf etmiş: "Malî disiplini sağlamak için IMF ile anlaşmak gerekir.” Bunun tercümesi şudur; biz gelirimizi ve harcamalarımızı kontrol etmekten aciziz, bir başkasının yönetimine ihtiyacımız var. Başkana kızmayalım, adam bir gerçeği dile getirmiş... Yıllardır izlenen malî ve ekonomik politikalar bu tesbiti doğrulamaktadır. Bu yalnızca ülkeyi yönetenler için geçerli değildir. Pek çoğumuz birey olarak da ayağımızı yorganımıza göre uzatmayarak gelirimiz üzerinde bir standart tutturmuş gidiyoruz. Kredi kartlarında görünen tablo bunun en güzel örneğidir.
Öyleyse har vurup harman savurmayı bırakıp başkalarının parasıyla sefa sürmekten vazgeçelim. Yoksa dünyada, en yüksek faizle borçlanan ülkeler arasında sayılmaktan kurtulamayız.
18.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
İnşirah dersi |
|
Kabz-bast hallerini ve Celâl-Cemal tecellîlerini anlatmaya çalıştığımız geçen haftaki yazımızda, konunun akışına kendimizi kaptırıp İnşirah Sûresindeki âyetlerden “Her zorluğun beraberinde bir kolaylık ve her kolaylığın beraberinde bir zorluk vardır” şeklinde bir mesaj çıkarmamız üzerine, Risale-i Nur nüshaları üzerindeki titiz çalışmalarıyla tanıdığımız müdakkik okurumuz muhterem Bilal Tunç’tan nazik bir uyarı mesajı aldık.
Mezkûr sûrenin 5-6. âyetleri için farklı kaynaklarda verilen mealleri şöyle sıralamış Tunç:
“FKB’de 1965/66 ders yılında Fizik dersimize giren çok değerli Prof. Dr. Dilşâd Elbruz’dan aklımda kalan meâl şöyle: ‘Her zorluktan sonra bir kolaylık vardır. Muhakkak her zorluktan sonra bir kolaylık vardır.’ Diyânet Meâlinde: ‘Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla berâber bir kolaylık daha vardır.’ Elmalılı Mealinde: ‘Demek ki, zorlukla beraber kolaylık var. Evet, o zorlukla beraber bir kolaylık var.’ Yeni Asya Meâlinde: ‘Şüphesiz, zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık vardır...’”
Muhterem okuyucumuz Bilal Beye çok teşekkür ediyor ve zühul eseri olarak yaptığımız yanlışlıktan dolayı Sahib-i Kur’ân’dan af ve mağfiret, değerli okurlarımızdan da özür diliyoruz.
Ancak gayr-i kasdî ve tamamen dalgınlık eseri olarak yapılan bu hatanın, söz konusu âyetlerle bize verilmek istenen İlâhî mesaj ve müjdeyi daha derinden düşünüp tahlil etme ve biraz daha iyi kavrama fırsatı vermesi cihetiyle hayra vesile olacağını da ifade etmek gerekiyor.
Gelin, sûrenin 8 âyetine birden bakalım:
“ 1. Biz senin göğsüne genişlik vermedik mi? 2-3. Sana kuvvet ve metanet vererek, belini büken bir yükü üzerinden kaldırmadık mı? 4. Biz senin şânını da yücelttik. 5. Şüphesiz, zorlukla beraber bir kolaylık vardır. 6. Gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık vardır. 7. Bir işi bitirince bir başkasına giriş. 8. Ve yalnız Rabbine yönel.”
Aslında bu âyetler, çeşitli sebeplerle daralan, bunalan, inkıbaz haline giren herkes için son derece tesirli bir reçete niteliğinde. Bunlardaki mesajları kavrayıp gereğince amel eden bir insan ne stres yaşar, ne depresyon ve bunalıma girer, ne de “kadere isyan” edip şirazeden çıkar.
Birinci muhatap olarak Peygamberimize seslenen bu mesajlardan gereğince istifade edebilmenin anahtarı, elbette ki iman ve teslimiyet.
İmanlı insan, hayat imtihanının cilvesi olarak zaman zaman yaşadığı daralma ve bunalma hallerini, Allah’tan istemesi gereken gönül ferahlığıyla; zorlukları da yine Allah’ın vereceği kuvvet, dayanma gücü, sebat ve metanetle aşabilir.
Bir sıkıntı, engel ve zorluğu aştığımızda söyleyegeldiğimiz “Üzerimden ağır bir yük kalktı” sözünde dile gelen hafifleme ve ferahlama hissinin bu sûredeki 3. âyette “Belini büken bir yükü üzerinden kaldırmadık mı?” şeklinde beyan buyurulması ne kadar mânâlı ve rahatlatıcı bir müjde ifadesi...
Bir sonraki âyet ise ikram-ı İlâhînin bununla kalmadığını ve üzerindeki ağır yükü sabırla taşıyarak imtihanı başarmanın bir büyük mükâfatının da, bu imtihana muhatap olan insanın şânını, manevî derecesini yükseltmek olduğunu bildiriyor.
İnsanlar içinde en fazla belâ, musibet ve sıkıntıya maruz kalanların, peygamberler başta olmak üzere Allah’ın makbul kulları olmasının bir sırrı da bu. Sabırları ölçüsünde dereceleri yükseliyor.
Peşinden, önemine binaen ve başka birçok hikmetlerle iki kez tekrarlanan “Zorlukla beraber kolaylık vardır” dersi, zaman zaman çok zorlaşan bu sabır imtihanını başarmanın yolunu gösteriyor.
“Sadece zorluklara takılmayın, beraberinde gizlenmiş kolaylıkları da fark edin” mesajını veriyor.
Sonrasındaki “Bir işi bitirince bir başkasına giriş” emri ise, zorluk ve engellere takılmayıp hizmetten hizmete koşma dersini verirken, “Yalnız Rabbine yönel” fermanı tevhid temelli bir “başarı programı”nın ana eksenine dikkatimizi çekiyor.
18.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|