|
|
Üniversiteleri askerle yönetmek
Yükseköğretime ilişkin konulara YÖK karar verir sanıyorduk. Zaman’ın önceki gün açıkladığı belgeye bakılırsa 28 Şubat döneminde Kemal Gürüz’ün YÖK’ü bu anayasal yetkisini Genelkurmay Başkanlığı’na, daha doğrusu General Çevik Bir’e devretmiş.
O da yüz binlerce meslek lisesi öğrencisinin yüzüne üniversiteye giriş kapılarını kapamış.
Bakalım Kemal Gürüz paşa buna ne diyecek? ‘Emre karşı mı gelseydim?’ dediğini duyar gibiyim.
Üniversiteyi kışlaya çeviren, yönetimini bir askerden aldığı yazılı ve sözlü direktiflerle emir-komuta zincirine terk eden Gürüz gibi bir YÖK başkanı da ödülünü aynı makama ikinci kez atanarak almıştı(...).
Bu ilişkilerden bir kez daha açığa çıkan şu: 28 Şubat döneminde asker, hükümete olmasa da devlete el koymuş.
General Bir’den gelen direktifle yüz binlerce meslek lisesi mezununun hayatını katsayı ile karartan bir anlayışın YÖK üyesi olan uzantıları bir bildiri yayımlamışlar. Anlaşılan hâlâ öğrenememişler, üniversitenin reel sorunlarıyla uğraşacaklarına siyaset yapmaya devam ediyorlar; siyasetten anladıkları da kavga. Bırakın da YÖK ve üniversiteler gerçek işlerine dönsünler, ‘bilim yapsınlar’; kütüphane ve laboratuvarların geliştirilmesi, öğrenciler ve öğretim üyelerinin ihtiyaçlarının tedariki, uluslararası işbirliklerinin geliştirilmesi, bilimsel yayınların kalitesinin ve sayısının artırılması gibi meselelerin üzerine gitsinler.
Hayır, hayır; hizmet üretmek, hizmetin kalitesini artırmak Kemal Gürüz ve Erdoğan Teziç ekibinin bildiği işler değil. Onların derdi, üniversiteleri zapt-u rapt altına almak. O yüzden ‘özgür üniversite’ deyince neredeyse panik atak geçiriyorlar.
Yeni üniversite açmak, kontenjanları artırmak yani hizmet üretmek, taleplere karşılık vermek yanlış bunlara göre... Haksız da sayılmazlar tabii; daha çok üniversite daha çok üniversiteli, daha aydın ve aydınlık bir Türkiye, resmî ideolojinin ve bürokratik vesayetin sınırlarına razı olmayan bir Türkiye demek... Ayrıca, yeni üniversite, ‘eskiler’ için rekabet demek. Devlet katında korunmaya alışmış kişiler ve kurumlar için rekabet zor şey.
Tepelerinde Erdoğan Teziç ve Ahmet Necdet Sezer gibi kişiler olmayınca da topu topu beş kişi kalmışlar. Olsun, azınlık da olsalar ‘yönetme hakkı’nın, olmadı ‘veto yetkisi’nin sahipleri olarak görüyorlar kendilerini. İşte, ben bu cürete ve ‘özgüven’e hayranım. Bir türlü çözemiyorum da bunun kaynağını. Tıpkı siyasal uzantıları olan CHP gibi...
İsteseler de istemeseler de üniversiteler dönüşüyor; çünkü dönüşmek, gelişmelere uyum sağlamak ve hatta gelişmelere öncü olmak zorunda. Üniversiteleri statükonun kaleleri olarak görenler için değişim dert.
Gürüz ve Teziç’in üyeleri için generallerle emir-komuta zinciri kurmak doğal, ama hükümetle işbirliği yaparak üniversitelerin sorunlarını çözmeye çalışmak suç.
‘Beş’ YÖK üyesi, ‘üniversitede özgürlük’ bildirisine imza atan akademisyenlerin bazılarının rektör atanmasından da şikâyetçilermiş. Nasıl yani? Susurluk ve Ergenekon’un başrol oyuncularından General Veli Küçük’e ‘Bir emriniz var mı, paşam?’ diyen rektörler mi istiyorlar? Bir tane var, yetmez mi? Doğrusu Gürüz’ün ve Teziç’in üniversitelerine yasakçı ve Ergenekoncu rektörler yakışmıştı, ama ‘evrensel bilginin evi’ olan üniversitelere yakışmaz.
Aslında çok da dertlenmesinler; üniversitelerde hâlâ 28 Şubat sürecinin bazı kalıntıları dimdik ayakta. Eski YÖK başkanı Gürüz gözaltına alındığında ‘ben içeride olabilirim, ama yaptıklarımla hâlâ iktidardayım’ diye düşünmüştür herhalde. Alparslan Türkeş, 12 Eylül sonrasında yargılanırken ‘biz içerdeyiz ama fikirlerimiz iktidarda’ demişti ya...
Evet, katsayı mağduriyeti bitmeden, bütün öğrencilere eşit ve adil bir yarışmayla üniversiteye giriş imkânı verilmeden ne 28 Şubat süreci bitmiş olur, ne de Gürüz’e dikte edilen ‘fikirlerin’ iktidarı sona erer.
İhsan Dağı,
Zaman, 16 Ocak 2009
|
17.01.2009
|
|
‘Musevi adayımız da var, başörtülü de...’
Yerel seçimlere adım adım ilerlerken, ister istemez iki etkili parti üzerinde daha çok duruyoruz, AK Parti ve CHP...
Ama MHP, SP ve DP de hazırlıklarında hayli iddialı görünüyor. Özellikle klasik merkezin genç temsilcisi DP’de dikkat çekici gelişmeler söz konusu...
Bir süre önce katılımcı ve coşkulu bir kongre yaşayan Demokrat Parti, şu sıralar merkez medyanın görmezden gelmesine rağmen yerel seçimler için sessiz ama etkili çalışmalara imza atıyor. Aynı alanı paylaştığı partilerin aksine, kadrolarını kaptırmadığı gibi yeni kadroların da çekim merkezi oluyor.
Önceki gün DP Genel Başkanı Süleyman Soylu ile birlikteydik. Soylu’ya yerel seçimlere nasıl hazırlandıklarını sordum. Bir yıldır yoğun bir çalışma içinde olduklarını belirten Soylu şunları söylüyor:
“Teşkilâtımızla gurur duyuyorum. İnanın müthiş bir mücadele yürütüyorlar. Türkiye’nin her yerinde iyi bir yerel yönetici ile beldesini buluşturmak için, toplumun itibar ettiği insanları partisine kazandırmak için olağanüstü bir çaba gösteriyorlar. Biz toplumun bütün renklerine açığız, kimsenin öteki yaratmadığı bir hareketi sürdürme çabamız var. Bunu da aday seçimleriyle gösteriyoruz. Bizim Musevi adayımız da var, başörtülü adayımız da...”
DP sadece çeşitlilik açısından değil, tecrübe açısından da yeni isimleri partiye katıyor. Örneğin Bursa’nın AK Partili Büyükşehir Belediye Başkanı Hikmet Şahin bugün DP’ye geçiyor. Aydın’ın yine AK Partili il belediye başkanı DP’ye geçti. Soylu bugüne kadar görevde olan 15 belediye başkanının DP’ye geçtiğini belirterek şöyle diyor:
“DP aslında herkesin, her kesimin kendini içinde hissettiği sıcak bir yuvadır. Herkes geleceği olan yere gider. 29 Mart bizim için bir fırsat olacak. Sadece yerel yönetimlere değil genel yönetime de alternatif olduğumuzu göstereceğiz. Çünkü Demokrat Parti Türkiye’nin değişimine açılan yeni bir kapı...”
Soylu bu iddialı konuşmasını şu yaklaşıma dayandırıyor:
“Türkiye, 2007’de milletle Türkiye’yi yönetenler arasında yapamadığı hesaplaşmayı 2009 seçiminde yapacak. Siyasi iktidara gereken dersi verecek ama aynı zamanda Türkiye’nin önüne siyasi iktidarın dışında da başka bir alternatif koymayan bütün müesseselere de cevabını verecek.”
Aydın, Bursa, Muğla ve Antalya gibi kentlerde iddialı olduklarını belirten Soylu sözlerini şöyle noktalıyor:
“Kalelerimizi tek tek geri alacağız...”
Mahmut Övür
Sabah, 16 Ocak 2009
|
17.01.2009
|
|
İnsanlık suçu!
Eşik nedir?
Bin ölü yeterli değil midir?
Bin çocuğun öldürülmesi mi beklenmelidir?
Nedir?
Bin okul mu vurulmalıdır?
Bin mezarda bin ölü mü yeniden öldürülmelidir?
Nedir?
Bin kadının vurulması mıdır?
Bin bebeğin ölü doğması mıdır?
Eşik nedir?
Bin gece rahat yataklarda uykusuz kalınması mıdır?
Bin gündüz boyunca uyuyan vicdanın uyanması mıdır?
Nedir?
Bin gün müdür?
Bin ay mı, bin yıl mıdır?
Nedir? Bin tank mıdır?
Bin füze midir?
Eşik nedir?
Bin diplomatik oyun mudur?
Bin ihale midir, bin lobi midir?
Nedir?
Çocukları öldürmeyi reddedecek bin İsrail askeri midir?
İsrail’in takmadığı ve İsrail’i mahkûm edemeyen bin BM kararı mıdır?
Bin hastanenin vurulması, bin doktorun öldürülmesi, yarı ölülerin yüzde bin öldürülmesi midir?
Abluka altında aç, susuz, elektriksiz, çıkışsız bırakılmış insanların bir kafes içinde imhası...
Hem savaş suçu, hem insanlık suçu.
Ve bizim buralardan “insanlık suçu” diye bağırıp çağırmamız hep eksik kalıyor.
Birincisi; suçlu tanklarla, füzelerle, uçaklarla yüzsüz ilişkimiz sürüyor.
İkincisi daha derin; “insanlık suçu” üstüne asla kendimizle de hesaplaşmamış olmamız hakiki ve dobra bir vicdanımız olmasını engelliyor.(...)
Umur Talu
Sabah, 16 Ocak 2009
|
17.01.2009
|
|
Büyümez Filistinli çocuklar
Ne çok isterdim tek bir çocuğun ahının, koskoca devletleri tuzla buz etmesini, orduları bozmasını, ölüm kusan savaş uçaklarını düşürmesini.
Bu karmaşık dünyada benim tek pusulam vicdandır. Kafam karıştığı zaman bana vicdanım yol gösterir. Filistin’de ölen yavrumun önünde soğukkanlı analizler yapamam. Buna yüreğim elvermez.
Her insan gibi elbette ben de sorular sorarım, gerçeği anlamak isterim.
Mesela Hamas niçin kendi halkı üzerine bir katliam oluşturmak için füzeler attı diye sorarım. “Bunları İran mı yaptırıyor?” sorusunun cevabını merak ederim.
“Yoksa İsrail Obama’yı masaya mı çekiyor?” sorusunun cevabını ararım.
Ama parçalanmış bir çocuk bedeninin önünde bunların hepsi önemsizdir.
Jean Paul Sartre ne demişti: “Savaşta ölen bir tek çocuk karşısında benin bütün kitaplarımın ne değeri var?”
Evet, yalnız Sartre’ın kitaplarının değil, bütün kitapların, hatta bütün uygarlığın ne anlamı var?
Şunu unutmayalım: En büyük anıt insandır.
Hiçbir zaman büyümeyecek olan Filistinli ölü bir çocuk bedeni önünde, dünyanın bütün politikacıları, bütün askerleri, bütün devletleri, bütün hükümetleri başlarını önüne eğsin ve utanç içinde sussun.
Savaş emri verenler acaba kendi çocukları hedef olsa ne hissederler?
***
Geçen hafta Ridley Scott’un yeni filmini gördüm.
İki CIA ajanı var filmde. Biri Orta Doğu’da, sahada görev yapıyor, öteki Amerika’da Langley’de.
Leonardo Di Caprio’nun oynadığı birinci ajan kan ateş ve barut içinde.
Russel Crowe’un canlandırdığı ikinci karakter ise Amerika’nın bir kentinde çoluğu çocuğuyla oynuyor.
Cep telefonunun kulaklığını takmış; bir yandan Orta Doğu’daki ajanla konuşuyor, bir yandan da oğlunun beyzbol maçını izliyor.
Bu müşfik baba, beyzbol oynayan oğlunun resmini çekerken, telefonla birçok kişinin ölüm emrini veriyor.
“Hepsini öldürün!” diyor sık sık.
Yüzündeki şefkatli baba ifadesi silinmeden hem de. Belli ki oğlunu gerçekten çok seviyor ama öteki çocuklar onun için bir anlam ifade etmemekte.
Hepsi öldürülebilir, bombalanabilir, parçalanabilir.
İşte durum bu.
Birçokları, kendi çocuğu olmadığı sürece bütün çocukları “öldürülebilir nesneler” olarak görüyor.
Devletler, hükümetler, ordular, terör örgütleri durmadan çocuk öldürüyor.
***
Ne çok isterdim tek bir çocuğun ahının, koskoca devletleri tuzla buz etmesini, orduları bozmasını, ölüm kusan savaş uçaklarını düşürmesini.
Ama elimizden bir şey gelmiyor.
Kahrolarak yaşıyoruz.
***
Benim tek pusulam vicdandır dedim.
Çünkü vicdanı olmayan her insan Nazi’dir.
Zülfü Livaneli, Vatan, 16 Ocak 2009
|
17.01.2009
|
|
Kim “Dur” diyecek?
Gazze olayında, çeşitli faktörler nedeniyle, Arap ülkelerinin, İslâm dünyasının ve uluslararası camianın tepkisi söylemden ibaret kaldı.
GAZZE’deki trajik durum dün, savaşın 20. gününde, daha da tırmandı. Bu kez İsrail kuvvetleri yarım milyon Filistinlinin yaşadığı kentin merkezine girdi, buradaki evleri ve bu arada BM’nin ve bazı yabancı yayın organlarının ofislerinin bulunduğu binaları vurdu...
Bu durum daha ne kadar böyle devam edecek? İsrail’in askeri ve siyasi amacı nedir? Uluslararası camia neden bu kadar aciz kalıyor? Silahları susturabilecek bir güç yok mu?
İsrail’in dünkü saldırıları, başta tasarladığı gibi, askeri harekâtın üçüncü aşamasına geçildiğini gösteriyor. Önce havadan bombardımanla başlayan, daha sonra kara harekâtıyla devam eden bu saldırıların üçüncü aşaması, kent merkezini hedef olarak öngörüyordu. Demek ki İsrail, BM Güvenlik Konseyi’nin kararına ve çeşitli merkezlerden gelen baskılara rağmen, askeri stratejisini kendi bildiği gibi, uygulamak kararında. Ama nereye kadar ve daha ne kadar zaman?
Bu soru, İsrail’in Gazze’deki saldırılarının siyasal amaçlarının ne olduğu konusuyla ilintili. Yani İsrail’in niyeti, Hamas’ı roket saldırılarını sürdüremeyecek hale getirip onu etkisizleştirmek mi, yoksa bunun ötesinde onu tamamen saf dışı etmek veya ortadan kaldırmak mı?
***
Dünya aciz kaldı...
BU konuda İsrail’in askeri ve siyasi liderlerinden farklı sesler yükseldiği için, İsrail’in esas stratejisinin ne olduğu hale açık değil. Ama belli ki, bu strateji şimdilik daha bir süre saldırıları devam ettirmeyi ve mümkün olduğu kadar Hamas’ı etkisizleştirmeyi amaçlıyor.
İsrail’in bir insanlık dramına yol açmak ve bütün dünyanın şimşeklerini üstüne çekmek pahasına bu stratejisini sürdürmesi eskiden beri uyguladığı bir doktrinin parçasıdır. Bu doktrin kendi güvenliği ve bekası için tek yanlı hareketi mubah görüyor. Bunu yaparken de kendi gücüne—ve bazen karşı tarafın zaaflarına ve uluslararası camianın çaresizliğine—güveniyor...
Nitekim Gazze olayında, çeşitli faktörler nedeniyle, Arap ülkelerinin, İslam dünyasının ve uluslararası camianın tepkisi söylemden ibaret kaldı.
Ne var ki, İsrail’in itibarı ve imajı bu olayda ciddi bir darbe yedi, bazı ülkelerle ilişkileri yara aldı.
İsrail, sivilleri hedef almadığını, ama Hamas’ın kalabalık yerlerde sığındığını ve hatta onları bir kalkan olarak kullandığını belirterek, birtakım binaların hedef alınmasını haklı göstermeye çalışıyor. Ancak İsrail stratejistleri bu saldırıları başlatmadan önce, Gazze’nin nüfus yoğunluğunu düşünmediler mi?
Öte yandan, bu dramın cereyan etmesinde, Hamas yönetiminin de mutlaka İsrail’i yok etmek niyetiyle, daha önce uzlaşma sinyallerini vermemesinin ve halkını böyle bir tehlikeyle karşı karşıya bırakmasının da payı vardır.
“Umudumuz Obama”
ŞİMDİ İsrail’in saldırılarına son vermesi için iki umut var. Biri, günlerden beri Kahire’de cereyan eden müzakerelerin bir ateşkes anlaşmasıyla sonuçlanması. Dün gelen haberler, İsrail’in de, Hamas’ın da böyle bir anlaşmaya yakınlaştıklarını gösteriyor.
Ama açıkçası asıl umut, ABD’de, daha doğrusu Barack Obama’da. Yeni Başkan önümüzdeki salı günü Beyaz Saray’da işe başlıyor. İsrail’i durdurabilecek belki de tek güç ABD. Obama bütün dünyada ve özellikle Arap âleminde büyük beklentiler yarattı. Şimdi bu beklentileri yerine getirmek, selefinden farklı bir perspektifle Ortadoğu sorunlarına yaklaşmak onun elinde.
Bu düşünce, Gazze’deki saldırıların birkaç gün içinde son bulacağı umudunu veriyor.
Sami Kohen
Milliyet, 16 Ocak 2009
|
17.01.2009
|
|
AKP İslâmcı değil, devletçidir
Kimilerinin tezi şu: AK Parti ‘İslamcı’ ve devleti ele geçiriyor.
Benim tezim ise şu:
AK Parti devletçi... Elbette dindar motifleri yüksek ama AK Parti’yi başarılı kılan ve iktidarda tutan ‘dinsel’ değil; ‘devletçi’ özellikleri.
2006 yılından itibaren, Türkiye’de akademisyenler ve kamuoyu araştırmacıları ‘milliyetçi’ bir yükseliş olduğunu söylüyordu.
Bense, ilki 2006 yılının ortaları olmak üzere, bir dizi analiz kaleme aldım...
Tezim, yaygın kanının aksine, toplumda yükselen eğilimin ‘milliyetçilik’ değil, ‘devlet arayışı’ olduğu yönündeydi.
AK Parti iktidarına kadar, yolsuzluk ve örgütlü suçlar konusunda ‘devlet’ iyi bir sınav verememişti.
Muhalefetse, İslami duyarlılıkları ön plana çıkartmasına rağmen, temelde bu aksaklıklardan besleniyordu.
Akademisyenler ve kamuoyu araştırmacıları ise, bir başka muhalefete bakarak, yükselen değerin ‘milliyetçilik’ olduğuna kanaat getirmişti.
Bu iki muhalefetten, devleti tahkim etmek ve onarmak arzusunu merkeze alan AK Parti başarılı çıktı.
2007 yılındaki AK Parti Kurban Bayramı afişleri, bu partinin siyaset biçimini gösteriyordu:
Bir dev ay-yıldız üzerinde, ‘Kurban olam, ayına yıldızına,’ sloganı!
Ay-yıldız, bir milliyetçilik değil, millilik sembolüydü ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni temsil ediyordu.
AK Parti muhalifleri, toplumda yükselen dalganın ‘milliyetçilik’ olduğunu zannederken, AK Parti doğru bir analiz yapmış ve yükselen talebin ‘devlet aklı’ olduğunu okumuştu.
Recep Tayyip Erdoğan, bu sloganı çeşitli alternatifler arasından seçerek, İslamcılık veya milliyetçilik değil, ‘güçlü devlet’ siyasetini tercih ettiğini göstermişti.
İşte bugün, manzara-i umumi’ye bakıp bakıp...
Milliyetçilik yükseliyor, ama niye hala AK Parti iktidarı güçlü...
İslamcı diye biliyoruz, ama niye devlet AK Parti’ye destek oluyor... diye apışıp kalanların anlamadığı gerçek bu.
Türkiye’de toplum ve kurumlar ‘devlet aklı’ ve ‘otorite’ talep ederken; onlar ‘aşırılık’ ve ‘kaos yaratabilecek söylemler’i destekleyerek karşılarına çıktığı için her ‘üç oydan biri’ni bile alamıyor.
AK Parti, etki alanındaki merkezkaç unsurları devletle barıştırırken yaşanan ‘ulus-devletten uzak düşüldü’ ve ‘laiklik tehdit altında’ teşhislerini de tedavi etmeyi başarırsa, muhalefetin, özellikle CHP’nin daha kesif bir bunalım yaşama ihtimali çok yüksek..
Atılgan Bayar,
Akşam, 16 Ocak 2009
|
17.01.2009
|
|
|
|