Mehmed Âkif, tefekkür dünyasının hududunu Kur’ân’ın ve hadislerin tayin ettiği büyük bir mütefekkirdir. O kudsî kaynaklar hep insana hitap ettiğinden o da tefekkür hassasını hususan insanı anlamak için kullanmıştır.
Tevrat, İncil ve diğer semâvî kitaplar kâinatın yaratılış safhalarını veya peygamber sülâlelerini sayarak söze başladıkları halde, Kur’ân insana, önce insanın varlığını ve mahiyetini tanıtmış, vazifelerini hatırlatmış; Yaratıcısını tanımasını, kendisini anlamasını ve hilkatinin hikmetlerini öğrenmesini istemiştir.
Ne var ki, önceleri ekseriyet itibariyle kendisini tanıyan, yaratılışın gayesini bilen ve vazifesini yapmaya çalışan insan; zamanla kendisini gayesiz zanneden başıboş bir güruh haline getirilmek istenmiş ve bunda da bir hayli merhale katedilmiştir.
Onun için insanın kendisini anlamasının, bilmesinin ve kimliğini, kişiliğini bulmasının, milletin hayata yeniden ve daha güçlü bir şekilde dönmesini sağlayacağını düşünen Âkif, şiirlerinde önce insana seslenme ihtiyacı hissetmiştir.
“Haberdar olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen,
‘Muhakkar bir vücûdum!’ dersin, ey insan, fakat bilsen…
Senin mâhiyetin, hattâ meleklerden ulvîdir:
Âvâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir:
Zeminlerden, semâlardan taşarken feyz-i Rabbânî,
Olur kalbin tecellîzâr-ı nûr-u Yezdânî,”
Bu mısralarla, kendisinden haberi olmayan, mahiyetini bilmeyen, bazı meziyetlerini inkâr ederek mesuliyetten kurtulabileceğini düşünen insana, aslında meleklerden daha üstün bir mahiyete sahip olduğunu hatırlatmak istemiştir.
İnsan kâinatın bütün özelliklerini belli bir ölçüde bünyesinde barındıran “küçük bir âlem” olduğundan Allah’ın kâinata sığmayan feyzinin insan kalbine sığabileceğini, onun için her insanın kalbini bu İlâhî feyizle doldurması gerektiğini anlatmıştır.
“Bulutlardan sevâik sayd eder irfan-ı çâlâkin;
Yerin altında madenler bulur nakkad-ı idrâkin,”
Çünkü beyitte de ifade edildiği gibi bunu yapan insanın hareketli irfanı; bulutlardan yıldırım avlayıp elektriği bularak insanlığı aydınlık ve hareket kazandıracak, yerin altında madenler bulup işleyerek insanlığı terakkî ettirecek güçtedir.
Ona göre insan, kâinatı ihata edecek kadar geniş olan idrakini kullanarak harekete geçtiği takdirde yerin, göğün, dağların, denizlerin hazinelerinin önüne açıldığını görecek ve hepsini kullanmak isteyecektir.
“Denizler bisterindir, dalgalar, gehvâre-i nâzın;
Nedir dalgalar, semâ Peymâ senin şehbâl-i pervâzın!
Havâ, bir refref-i seyyâl-i hükmündür ki bir demde,
Olur demsâz-ı âvâzın bütün aktâr-ı âlemde.”
Yani, denizler öyle bir insanın yatağı, dalgalar beşiği olacaktır. Hattâ o insan, “nefsin arzularını terk ederek tembelliği bırakıp, kavânin-i âdetullahtan güzelce istifade ettiği takdirde” dağlardan çok daha yüksek bir kemalat mertebesine erecek ve âdeta kanatları ile gökleri ölçecektir.
Öyle bir mertebeye ulaşmış insanlardan meydana gelen insanlık havaya da hükmedecek ve tıpkı Hazret-i Süleyman (as) gibi sesini aynı anda dünyanın her tarafına duyurarak âlemde olup bitenlerden haberdar olacak ve hâkimiyeti ona göre tesis edecektir.
“Karanlıklarda gezsen, şeb-çerağın fikr-i hikmettir,
Ki her işrâkı bir sönmez ziyâ-yı sermediyettir,”
Akif’in nazarında öyle bir insan karanlıkta kalsa, hikmetli düşüncesi, ışıkları devamlı parlayan, nuru hiç sönmeyen bir kandil olur ve onu karanlıklardan, korkulardan kurtarır.
Lâkin bunu ancak ‘Âdetullah kanunları’ olarak adlandırılan sebeplere teşebbüs ettiği ve yaşayarak hayatına malettiği iman nurundan kuvvet aldığı nisbette yapabilir.
“Serâir perde-pûş-i zulmet olsun varsın isterse,
Düşürmez, düştüğünü yeldâ-yi hirman rûhunu ye’se.”
Bu beyitte de mânâsını bulduğu gibi karanlık kâinattaki bütün İlâhî sırları kapatsa ve insan bin bir türlü imkânsızlıklar içine düşse bile, imanına dayandığı müddetçe ümitsizliğe düşmez.
Araştırılıp incelenerek tahkikî hâle getirilen iman kıvılcımının tutuşturduğu ümit meş’alesi o insanı, bütün zorluklardan, zulmetlerden, korkulardan, endişelerden kurtarabilir.
“Senin bir nüsha-i Kübrâ-yı hilkat olduğun elbet,
Tecellî etti artık; dur, düşün öyleyse bir hükmet:
Nasıl olmak gerektir şimdi ef’alin ki, hem-pâyen
Behâim olmasın, kadrin melâikten muazzezken.”
O halde insan, kâinatın yaratılışının gayesi kendisi üzerinde tecellî eden büyük ve mükemmel bir varlık olduğunu anlamalı; durmalı, düşünmeli ve hayatının seyrini ona göre şekillendirmelidir.
İnsan, meleklerden daha üstün olabilecek bir fıtrat ve karakterde yaratılmışken kıymetini bilmeyip veya anlamazlıktan gelip, “İnsan maymundan türemiştir veya insan düşünen bir hayvandır” gibi asılsız, esassız teorilere sığınıp kendisini hayvanlarla mukayese ederek aslî, insanî değerlerini kaybetmemelidir.
Bu aslî değerler, insan olduğunu idrak edip bunun şuuruna varabilen her insanda bulunduğuna göre, Âkif umuma hitap etmekte, Garbın gafletinden doğan ve dünyayı saran bu illeti Şarkın iman ve ilhamı ile takviye etmeye çalışmaktadır.
Âkif’in bu hitabı; maddî bakımdan refahın zirvesine ulaşmasına rağmen mânen huzur bulmayan ve çareyi mâneviyatta arayan Batı insanı ile hakikî muhatabını bulmuştur.
Bu itibarla Batı medeniyetinin yaşandığı topluluklarda Müslüman olan insanların sayısının her geçen gün biraz daha artması ile o hitap bir ölçüde hedefine ulaşmıştır.
Bu güne kadar Batı ilim ve teknolojide, Doğu ise din ve hikmette ilerlemiştir. Halbuki Şark-Garb ayırımı yapmadan bu iki değere bütün insanlığın ihtiyacı vardır. Çünkü hakikî terakkî ancak bu iki değer birleştirildiği zaman sağlanabilir.
Yalnız tekniği tercih eden Garb, düştüğü mânevî burhanlardan; ilim çalışmalarında geri kaldığı için de Şark maddî mağduriyetlerinden bu iki değeri birleştirerek yani, Garb İslâm dininin hakikatlerini, Şark da temeli İslâm âlimleri tarafından atılan Batılı âlimlerin geliştirdiği ilmi alıp inancı ile mezcederek kurulabilir.
Halbuki, içine düştüğü cehaletle bir bakıma kendisini cezalandıran, zamanın gafil ve ihmalkâr insanlarının bu terakkîyi tahakkuk ettirmeleri mümkün değildir.
Onun için Âkif, bunu yapabilecek kabiliyet ve karakterde, ilim ve imanla mücehhez yepyeni bir nesil yetiştirme arzusunu tefekkür dünyasının hayat kaynağı saymıştır.
Edebiyat, san'at ve fikir sahasında yaptığı bütün çalışmalarını bu idealini gerçekleştirmek için yapmış ve örnek bir insan tipini tahayyül ederek gençliğe vermek istediği mesajları bu muhayyel gencin, yani Âsım’ın ağzından nakletmiştir.
Şaire göre bu ideal neslinin yapması gereken en mühim çalışma, memleket gerçeklerini öğrenmek ve ona göre hareket etmektir. Bu şekilde yetişecek ideal bir nesil, zamanı saran fiilî felâketlerin de manevî yaraların da tesirinde kalmayacak ve o yaraları sarabilecek bilgiyi, eğitimi almış bir gönüllü hizmet ordusu olacaktır.
Bunun için o neslin, milletini meziyetleri ve zaafları ile çok iyi tanıması gerekmektedir. Zira ancak hastayı iyi tanıyan hekimin tedavisi dertleri iyileştirebildiği gibi milleti iyi tanıyan neslin çalışması da milleti çabucak ihya edecektir.
Bu zamana kadar, büyük iddialarla işbaşına gelen zihniyetlerin, milleti kaale almadan yaptıkları hiçbir çalışma milletin dertlerini dindirmemiş, aksine daha büyük dertlerin doğmasına sebep olmuştur.
Meselâ Akif’le aynı zamanda yaşayan ve memleketin ancak yepyeni bir nesil yetiştirilerek kurtulabileceği gerçeğini gören şair Tevfik Fikret de, hayal ettiği gençliği hayata geçirmek için onların temsilcisi olarak oğlu Halûk’u Batıya göndermiştir.
Bunu yaparken insanın hasletlerini, milletin maddî, mânevî değerlerini ve memleketin gerçeklerini göz önünde bulundurmamış, oğluna Batıda, ruhu, idraki besleyen “Ne varsa al getir” demiştir.
Bir millet olmanın ve devlet kurmanın lüzumuna dahi inanmadan, milleti kurtaracak çareler bulmak için Batıya gidip orda eğitim gören Halûk; değil millet, kendisini bile kurtaramamış ve papaz olup bütün millî ve mânevî değerlerini inkâr ederek hem kendisini, hem babasını, hem de onlara ümit bağlayanları hüsrana sürüklemiştir.
Bu gerçeği çok iyi bilen Mehmed Âkif ise, yetiştireceği ideâl nesli milletin içinden seçip onun bir parçası saymıştır. O nesil, vatanı bütün maddî ve mânevî değerleri ile korumak, yaşayıp yaşatmak isteyen köklü ve büyük bir milletin ta kendisidir.
“Görmedim ben bu kadar dört başı mâmur insan,
Ne büyük hilkat o Âsım, ne muazzam heykel! "
Bu mısralarla da ifade ettiği gibi milletin ve neslin birbirini tanıması akıl, kalp, ruh ve tefekkür cihetiyle bütünleşmesi sağlanınca, dört başı mâmûr mükemmel bir insan tipi ve o fertlerden müteşekkil ideal bir cemiyet teşekkül etmiştir.
Âkif, tefekkür dünyasında şekillendirip inancı, fikri ve san'atı ile tezyin ettiği bu muazzam nesle, Asım’ın Nesli adını vermiş ve onu millete güven verecek ifadelerle tebcil etmiştir.
“Âsım’ın nesli diyordum ya; nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.”
28.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|