Davut Dursun’un ardından “ölümü gülerek karşılamak”
1986 yılının Mart ayının 23’ünde Mardin-Nusaybin ilçesinde öğretmenlik görevine başlamıştım. Evi yeni tutmuş, içerisini döşemiştik. Hafta sonu öğrencilerin ziyaretiyle dolup taşıyordu. Yakın ilçelere ve köylere de zaman zaman ziyarete gidiyorduk. Bunlardan birisi de Mehmet Emin Değer’in köyü olmuştu. Köyün İmamı Molla İbrahim Dursun’la tanışmıştık. Davut ve Abdullah isminde iki çocuğu henüz ilkokulu yeni bitirmişlerdi. Nusaybin ilçe merkezinde orta öğrenimlerini devam ettirmek için yanımda kalmasını istediklerinde ben de memnun olmuştum. Dört yıla yakın aynı mekânı paylaştığımız bu gençlerle çok güzel günler geçirmiştik. Ankara’ya atamam çıktığında Abdullah’ın naklini Ankara’ya almıştık. Davut ise lise öğrenimini Nusaybin’de tamamlamıştı. Babasının Şanlıurfa’ya gitmesiyle Harran Üniversitesi hukuk müşavirliğinde göreve başlayan Davut, ihlâsı ve samimiyeti ile örnek davranış sergiliyordu.
2008 Ekim ayının ilk haftalarıydı. Aldığım bir telefonla Davut Dursun kardeşin tedavi için Ankara’ya geleceğini haber vermişlerdi. Kalp krizi geçirdiğini, anju yapıldığını öğrenmiştim. Ankara’da yapılan tetkik ve tahlillerin sonucu hiç de olumlu çıkmıyordu. Kalbin aşırı yorulduğunu, zedelendiğini belirtiyordu hekimler. Kalp kapakçığı cerrahî müdahale ile değişmesine rağmen, yine de kalp sıkıştırması önlenemiyordu. Ameliyattan sonra özel hastanenin yoğun bakımından da çıkamamıştı. Kalbin bu durumu akciğerleri de tamamen etkisiz hale getirmiş, hekimler çözümün kalp ve akciğer organ naklinin birlikte yapılmasında olduğunu söylemişlerdi. Bunun için de Avusturya-Viyana’da tedavinin yapılmasına karar verilmişti.
Araya 9 günlük Kurban Bayram tatili girmişti.
Bayram sonrası mübarek Cuma günü yine ziyaretine gitmiştik. Kalbini makineye bağlamışlardı. Nefes alıp vermede çok zorlanıyordu. Nefes alıp vermenin ne kadar büyük bir nimet olduğunu o ânı gördüğünde insan daha iyi anlıyordu. Sürekli Esmâü’l-Hüsnâ’dan Cenâb-ı Hakk’ın isimlerini anıyor, yine hâline şükrediyordu. Eşi de sürekli yanında telkinde bulunuyordu.
Babası Molla İbrahim o gece gördüğü rüyayı bizlerle hastane koridorunda paylaşmıştı. Rüyasında; “Vefat eden annesinin yanında Davud’u beyaz elbiseleriyle neşeli bir şekilde gördüğünde, kardeşi Muhsin’e ‘Hani bu yoğun bakımda hastalığından dolayı kalkamıyor, aşırı ağrıları vardı. Ne oldu da bu Davut’a, ayağa kalkmış, çok neşeli görünüyordu?’ diye sormuştu. Muhsin’in ise işaret parmağını dudaklarının arasına götürerek babasına ‘sus’ işaretini yaptığını ve uykudan uyandığını” anlatmıştı.
O sırada baba Molla İbrahim uykusundan uyanır ve o gün erkenden hastaneye gelir. Davut’un yoğun bakım ünitesinde kalbi makineye bağlı olarak çalışıyor, ağrı ve sancılar içerisinde olduğunu, nefes almakta zorlandığını görür.
İnsan daha dünyaya gelmeden önce, anne rahminde Kudret kalemiyle yazılan Kader, hükmünü icra etmesi için ilk belirtisini gösteriyordu. Dünya hayatı ne kadar olacak, kaç nefes alacak hepsi yazılmıştı.
Davut, yoğun bakım ünitesindeki yatağında kalbin sıkışması, nefes almada çektiği güçlükler arasında yine Cenâb-ı Hakk’ın isimlerini zikrediyordu. Cuma günü akşamı 23.00 sıralarında ruhunu Rahman-ı Rahim’e teslim ediyor, baba Molla İbrahim Ağabeyin rüyası tahakkuk ediyor; geçici, fani, elemli dünya hayatına elveda diyordu.
Ertesi sabah hastanenin din görevlisi hocaefendi cenazeyi yıkarken Davut’un yüzündeki tatlı tebessümü bizlere gösteriyordu. Mevtin güzel yüzü ona gösterilmiş olmalı ki ölümü ağlayarak değil gülerek karşılamıştı. Ne mutlu ona! Bu tatlı tebessüme mukabil din görevlisi “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz, nasıl haşrolursanız öyle hesaba çekilirsiniz” hadis-i şerifine hatırlatmada bulunuyor, kendisinin bu gibi durumlara çok az rastlanıldığını ifade ediyordu.
Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti onunla birlikte olsun. Ruhu şâd, mekânı Cennet olsun.
|