"Gerçekten" haber verir 25 Ocak 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Basından Seçmeler

Türkiye’de, devletin sahibi kim sorusu...

Başbakan Ecevit’e 1970’lerde, “Duyduklarımdan dehşete kapıldım” dedirten kontrgerilla...

Başbakan Demirel’e 1980’de, “12 Eylül darbesinin sabahında terör ve anarşi nasıl öyle birden duruverdi?” sorusunu sorduran derin devlet olgusu...

Başbakan Yılmaz’a 1990’ların sonunda, “Devletin bazı kurumları terörle mücadele ederken hukukun dışına çıktılar” tespitini yaptıran Susurluk olayı...

Şimdi sorabilirsiniz:

Tümünün düğüm noktası nedir?

Bu sorunun yanıtını rahmetli Ecevit de biliyordu, Demirel’le Yılmaz da biliyor.

Bugünün Cumhurbaşkanı Gül de biliyor, Başbakan’ı Erdoğan da... Onların bildiğini asker de biliyordu, bugün de biliyor tabii...

Hepsi farkında, meselenin düğüm noktası ‘asker’dir. Askerden ‘yeşil ışık’ yanmadan bütün bunlar yaşanmazdı.

Bazen ‘çizgi dışı‘na çıkılmış olsa da, kontrgerilla, derin devlet, Susurluk, bütün bunlarda belirleyici olan ya da çerçeveyi çizen ‘askerin iradesi‘ydi.

Bugün Ergenekon’a nasıl gelindiğini düşündüğünüz vakit, asker yine sahnede kendini belli ediyor.

Ergenekon’u yerli yerine oturtmak için 2003-2004 darbe tertiplerini, özellikle Ergenekon sanığı, eski Jandarma Genel Komutanı emekli Orgeneral Şener Eruygur‘un başrolü oynadığı Sarıkız’ı gözardı edebilir miyiz?..

Bunları kaçıncı kez yazıyorum.

Takıntılı olduğum için mi?

Evet, bir takıntım var:

Demokrasi ve hukuk devleti...

Bu takıntım yüzünden Türkiye’de asker-sivil ilişkileriyle devlet meselesini sürekli düşünüyorum.

Askerle siyaseti düşünüyorum.

Sivil-asker ilişkilerinin ileri demokrasilerdeki gibi normalleşmesine kafa yormaya çalışıyorum.

Çünkü yıllar geçtikçe bir noktayı gayet iyi anlamış durumdayım. Sivil-asker ilişkileri demokratik bir normalleşme rayına oturmazsa, siyasal istikrar bu ülkenin kapısını kolay kolay çalmaz.

Asker bu ülkede kendini bir yerde ‘devlet’in asli sahibi olarak görüyor. İttihatçılar’dan bu yana, ama özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri bu hiç değişmedi.

Asker, ‘sivil’e güvenmiyor.

‘Sandık’tan çıkana güvenmiyor.

Asker, halkın oyu her şey demek değildir diye düşündüğü içindir ki, arada bir yaptığı darbelerle, öylesine anayasal ve yasal bir çerçeve çiziyor ki, demokrasi ve hukukun kolu kanadı kırılıyor.

Seçimle gelen organların, seçilmiş hükümetin ‘devlet’ karşısında, ‘asker-sivil bürokratik elit’ karşısında zayıf, eli kolu bağlı kalması kurumsallaştırılıyor.

27 Mayıs, 12 Mart, özellikle 12 Eylül ve 28 Şubat’tan gelen birçok örneği var bu gerçeğin...

Kısacası:

Asker, bu ‘devlet egemenliği‘ni daha çok kendi tekelinde tutmak istediği içindir ki, bu ülkede Ecevit’i dehşete düşüren kontrgerilla faaliyetleri yaşanabiliyor. Demirel’i 12 Mart’ta, 12 Eylül’de başbakanlıktan deviren ‘darbe ortamları’na Türkiye sürüklenebiliyor.

28 Şubat’taki gibi post-modern darbeler düzenlenebiliyor.

Veyahut 2000’lerin başındaki gibi darbe tertipleri, büyük-küçük Ergenekon‘lar, Çankaya Savaşları, 27 Nisan Muhtıra’ları yaşanabiliyor.

Yineliyorum:

Bütün bunların temelinde, bir türlü ‘demokratik normalleşme süreci’ne oturamayan sivil-asker ilişkileri ve devlet meselesi yatıyor.

Bir kez daha altını çiziyorum:

Türkiye ‘asker sorunu‘nu çözmek zorunda!

Bunu belirtmek, ‘asker düşmanlığı’ değildir. Bunu belirtmek, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratmaya dönük bir çaba değildir. Bunu belirtmek, askerden eski darbelerin ‘rövanşı’nı almak değildir.

Bu sorun, Türkiye’nin belki en temel sorunudur. Sivil ve askerin işbirliği içinde, demokrasi ve hukuk çerçevesinde çözecekleri bir sorundur.

Sorunun özüne gelince, askerin halk oyuyla ‘seçilmiş sivil otorite’ye tabi olmasıdır.

Ama aynı zamanda ‘hukuka aykırılık’lara geçit vermeyen bir anlayış ve yapının, sivil içinde olduğu gibi, asker içinde de bir an önce kurulmasıdır bu sorunun özü...

Bunun için de bazı hesapların sorulması, temizliklerin yapılması gerekir.

Özellikle asker içinde...

Ergenekon davası sürecine, yukarıda özetlemeye çalıştığım pencereden de bakılabilir.

Milliyet, 24.1.2009

Hasan Cemal

25.01.2009


Ergenekon’da ters dalga

Geçen yazdan beri Ergenekon soruşturması hakkında yazdığım yazılarda ‘usul’ün de ‘esas’ kadar önemli olduğuna dikkat çektim. Soruşturma boyunca yapılacak usulsüzlük ve hak ihlállerinin yapılan işin ciddiyetine zarar verebileceğini ve ‘Ergenekon’un temsil ettiği kötülüğün vahametine ilişkin kamuoyu algısını gölgeleyebileceğini belirttim.

İtiraf edeyim ki, bu istenmedik sonucun, soruşturmanın yürütülüş tarzı kadar, onu kasıtlı olarak karalamak ve küçümsemek isteyeceklerin bir başarısı olarak ortaya çıkabileceği ihtimalini gözardı etmişim. Daha doğrusu, Ergenekon kovuşturmasını gözden düşürmeye çalışanlar olacağının baştan beri farkındaydım, ama onların bugün göründüğü kadar bu işte başarılı olabileceklerini öngörememişim.

Evet, bugün asıl tehlike, bu meselede bir ters dalganın hakim olmaya başlamış olmasıdır. Bu ters dalga, görünüşe göre, bu soruşturmanın hoyratça ve hukuk tanımaz bir şekilde yürütüldüğü kaygılarından beslenmektedir. Ne var ki, bu ters dalganın başını çekenlerin hak-hukuk meselelerinde şimdiye kadar hiç de iyi sınavlar vermemiş olan kimi medya organlarının olduğu gerçeği, devlet içindeki bu hukuk-dışı örgütün bütün bağlantılarıyla ortaya çıkmasını önlemek için özel bir çaba içine girilmiş olduğu kuşkusu doğurmaktadır.

Nitekim, Ergenekon kovuşturmasını gözden düşürmek veya ‘sulandırmak’ için olsa gerek, ilginç yollar deneniyor. Bunun hükümetin muhaliflerini sindirme amaçlı ‘siyasi’ bir dava olduğunu ısrarla söyleyenlerden tutun da, soruşturmada görevli savcıların sayısının 40’a çıkarılmasını önerenlere kadar nice kurnazlıklar sergileniyor. Hani, mümkün olsa işi çıkmaza sürükleyecek ‘367’ benzeri yeni bir buluş ortaya atacaklar.

Bu arada, medyada Ergenekon şüphelileriyle ilgili bir ‘tezkiye’ çabası başlamış görünüyor. Önce Kemal Gürüz, ardından Tuncer Kılınç ‘aklandı’, muhtemelen sırada aklanacak başkaları da vardır. Bir de ‘28 Şubat’ın intikamını alıyorlar’, deniyor. Sanki, ‘28 Şubat’ yakın tarihimizdeki en büyük siyasi kötülük örneği değilmişcesine, onun failleri değil de mağdurları muaheze ediliyor.

Ergenekon soruşturmasından rahatsız olanların bu yolda başvurdukları en büyük kurnazlıklarından biri de, başkalarını ‘yargıyı etkilemek’le suçlayarak asıl kendilerinin yargıyı baskı altına almaya çalışmalarıdır. Savcıların ve mahkemenin kimleri gözaltına alıp kimleri alamayacaklarını onlar belirliyor, ideolojik sicilleri ‘temiz’ (yani, ‘sağlam Atatürkçü’) olanlara dokunulamayacağını buyuruyor, görevli savcılık ve mahkemenin kovuşturmayı meşhur ‘367 mucidi’nin uygun gördüğü biçimde yürütmelerini salık veriyor, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun -sanki böyle bir yetkisi varmış gibi- bu işe re’sen müdahale etmesini teşvik ediyorlar. Daha da vahimi, iş mahkemeye taşınmışken -yani, ortada ‘görülmekte olan bir dava’ varken- halá bu soruşturma ‘fasa-fisodur’ diyorlar.

Evet, yargıya asıl kim müdahale ediyormuş bakalım? Davanın seyri hakkında kamuoyunu bilgilendiren gazete ve televizyonlar mı, yoksa görülmekte olan bir davayı karalamaya, olmazsa yönlendirmeye çalışan ötekiler mi?... (Mamafih, bu noktada, birinci grup medyanın da bu konuda yer yer haberciliğin sınırlarını zorladığını bir kere daha kayda geçirmek isterim)

Star, 24.1.2009

Mustafa Erdoğan

25.01.2009


Tuncer Kılınç ve Ergenekon

Emekli Org. Tuncer Kılınç, “MGK Genel Sekreterliği’nin, Türkiye’de üretilen istihbaratın koordine edildiği bir makam olduğunu” söyledi ama, “Ergenekon diye illegal bir örgütün varlığından haberdar olmadığını” da sözlerine ekledi. Tuncer Kılınç, 2001-2003 arasında MGK Genel Sekreteriydi. Tuncay Güney’in, 2001’de Organize Suçlar Şube Müdürü Adil Serdar Saçan tarafından alınan ifadesi, Kılınç Paşa’ya ulaşmadı mı? Kılınç, kurumlar arasındaki istihbarat yarışının, bilgi kaçırılmasına yol açtığını belirtiyor fakat konu, Adil Serdar Saçan tarafından, DGM Savcılığı’na da intikal ettirilmişti. Dosya, uzunca bir süre DGM Savcısı Muzaffer Yalçın’ın elinde kaldı. Dolayısıyla, istihbarat örgütlerinin birbirinden bilgi kaçırması şeklindeki bir izahat yetersiz kalıyor. Mamafih, Susurluk döneminde, Özel Tim’in yanı sıra, JİTEM’in yasadışı faaliyetleri söz konusu edildiğinde, askerler, ordu içinde JİTEM diye bir yapılanma olmadığını da söylemişlerdi. Bu yüzden, Org. Tuncer Kılınç’ın ifadeleri bana pek inandırıcı gelmiyor.

Tuncer Kılınç, Susurluk kazası sonrasında, Veli Küçük’ün Abdullah Çatlı ile ilişkisini hiç duymadı mı? JİTEM’le birlikte çalışan Yeşil’in adını işitmedi mi? O tarihte, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri değildi ama, 1995-1998 arasında Milli Savunma Bakanlığı’nda müsteşardı. Demek, Tuncer Kılınç, işgal ettiği makam gereği bilmesi icap edenleri bilmiyor ama işiyle hiç ilgisi olmayan konularda geniş malûmat sahibi. 2003’te, Brüksel’deki Türk Büyükelçiliği’nde yapılan toplantıda sarf ettiği sözleri hatırlayalım:

“Başörtüsünün din ile alâkası yoktur. Anadolu kadını rüzgârdan, yağmurdan korunmak için başını örtmüştür. Olmuştur şalı, olmuştur başörtü...”, “İslâm’da hacı hoca yoktur. İslâmiyet’i evde ananızdan babanızdan öğreneceksiniz...”, “Cem evlerini kuranlar bölücüdür.”, “PKK, AB’nin gerçekleştirdiği bir örgüttür. 30 bin insanımızın ölmesine AB sebebiyet vermiştir...”, “Türkiye’nin en yanlış politikası, dar para politikasıdır. Elimizde olsa, beyaz kâğıdı alıp Türk parasını basarız. Darphaneyi 24 saat çalıştırırız.”

Paşamızın, JİTEM’den ya da Ergenekon’dan hiç haberi olmamış; lâkin, ekonomiden cem evlerine, AB’den İslâmiyet’e kadar bir dizi konuda fikir sahibi. Keşke herkes kendi dalında derinleşip uzmanlaşsa. Belki o zaman Türkiye ayakları üzerinde durabilir.

TSK hepimizin

Tuncer Kılınç’ın bir cümlesine takıldım: “1960’ta bir ihtilâl yaşamışız, daha sonra 12 Mart ve 12 Eylül... sonra da 28 Şubat süreci. Bu süreçlerde kendilerini mağdur hisseden kesimler silâhlı kuvvetlerden rövanş alma, öç alma peşine düşmüşler.”

Askerin kışlasına çekilmesi, siyasete müdahale etmemesi, Genelkurmay başkanlarının politik demeçler vermemesi, e-muhtıralarla seçilmiş kişilerin önünün kesilmemesi için çaba sarf edenleri, özet bir ifadeyle, demokrasi ve insan haklarını savunanları, “Türk Silâhlı Kuvvetleri’nden rövanş almaya çalışan” kişiler olarak göstermek doğru mu? Darbe yapacaksın, düzmece mahkemeler kurup, seçkin politikacıları asacaksın, hapishaneye attıklarını işkenceye maruz bırakacaksın; Diyarbakır Cezaevi’nde çekilen çileler PKK’ya zemin hazırlayacak, JİTEM olup adam öldüreceksin, haraç keseceksin; andıçlar yazıp vatandaşları fişleyecek, memleketin güzide insanlarını PKK işbirlikçisi ilân edeceksin, karalayacaksın; gazetecileri “makbuldür”, “makbul değildir” diye akreditasyona tâbi tutacaksın... Sonra “Eleştiri yapanların kuyruk acısı var” diyeceksin. Oysa, Türkiye’de, hemen herkes Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne saygı duyar; hemen herkes ordusuyla övünür, şehitler için gözyaşı döker.

Kimse, ordunun itibarı arkasına gizlenip, kendi yanlışlarını, yasadışı faaliyetlerini ya da demokrasiye ters düşen hedeflerini savunmaya kalkışmasın.

Sabah, 24.1.2009

Nazlı Ilıcak

25.01.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır