Bediüzzaman Hazretleri yaklaşık yüz sene önce efkâr-ı amme dediğimiz kamuoyunun hakim olacağını haber veriyor. Henüz dahil olduğumuz 21. yüzyılın en önemli sosyal hareketlerinin başında, “dünya kamuoyunu elde etme” mücadelesinin gelmesi çok manidardır. Toplumun sosyal görüşlerine hakim olma çabası çerçevesinde, başta Amerika’da olmak üzere kurulan enstitüler ve bu istikamette Avrupa ve Asya’da harcanan yüz milyarlarca dolar, bu mücadelenin şiddetini gösteriyor. Küresel sermayeyi banka ve fonlarıyla idare etmeye çalışan meşhur dinsiz ekonomi sihirbazlarının kurdukları enstitülerce yapılan çalışmaların dikkatle incelenmesi neticesinde, ahir zaman dinsizlerinin semavî dinlere ve bu dinlerden doğan hayatlara verdiği devâsa zararlar daha net ortaya çıkar.
Türkiye’mizde, bilhassa son on sene zarfında çeşitli fon ve isimler altında yapılan sosyal alan çalışmalar ve bu çalışmalara dayanarak yapılan propagandalarla nasıl bir kamuoyu oluşturulmaya çalışıldığını Yeni Asya okuyucuları bilirler.
Yaklaşık elli ülkede faaliyet gösteren Açık Toplum Enstitüleri, TESEV, KALDER ve bilhassa kadınları ihtiva eden bazı sivil toplum kuruluşlarının çalışmaları incelendiğinde, efkâr-ı ammenin hangi istikamette ve kimlerce iğfal edilmeye çalışıldığı daha iyi anlaşılır. İşin en acıklı tarafı ise, söz konusu kuruluş ve kurumları finanse eden kaynakların mahiyetlerinin bilinmemesinden dolayı ülkemizin birçok üniversite, siyasî parti ve sivil toplum örgütlerinin bu tezgâha bilinçsizce düşmeleridir. Bazen Diyarbakır merkezli BOP fonları, bazen AB fonları ve bazen de Soros fonları kimlikleriyle piyasaya çıkan paralarla finanse edilen çalışmaların, netice itibariyle Türkiye’mizin ahlâkına, inançlarına, tarih ve kültürüne zararlı çalışmalar olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Mahiyetini izaha çalıştığımız çalışmalar yalnızca Türkiye, Arap dünyası ve eski Doğu Bloku ülkelerinde icra edilmiyor, bazen Almanya ve Fransa’da da Müslümanlar ve Hıristiyanlar aleyhine yapılabiliyor.
Meselâ yine aynı kaynaklardan beslenen bir enstitü, Almanya Rostock Üniversitesinde, Almanya’daki Müslüman gençlik üzerinde bir çalışma gerçekleştirmiş. Hans Jürgen von Wenslerski ile Claudia Lübcke tarafından idare edilen sosyal çalışma ile Almanya’daki gençlerin “cinsellik ve aileye bakış” açıları araştırılmış. Türk milletini, İslâmiyeti ve temel insanî değerleri bilmeyen akademisyenlerin çalışmaları–onlara göre–fevkalâde ilginç sonuçlar vermiş. Buradaki Müslüman gençlerin cinselliğe bakış açıları, 1950’li yıllardaki Almanların bakış açılarını tedai ettiriyormuş. Bu da–onlara göre–çağdışı ve gericiymiş.
Almancası ile “altmodisch…” Bu ise, entegre olamayan bu gençlerin zamanla okullarda ve toplumda problem olacaklarını gösteriyormuş. Yani Müslüman gençlerin nikâhsız beraberliklere karşı çıkmaları, aileye taraftar olmaları ve aralarında seksi konuşmamaları nakise olarak yansıyor enstitünün yaptığı çalışmalara…
1950’li yıllarda, Freud ve talebelerinin şekillendirdiği saldırgan, sefih ve dinsiz felsefenin geleneksel Hıristiyan kültürüne yaptığı son saldırı henüz gerçekleşmemişti. Wilhelm Reich ve yoldaşlarının “serbest beden kültürü” hareketi, sivil halklarda makes bulamamıştı. Bildiğiniz gibi, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya’yı terk eden Bolşevikler, Almanların mağlûbiyetinden sonra Amerika ve İngiltere’nin korumaları altında tekrar Kuzey Avrupa’ya döndüler. II. Frankfurt okulunu kurup dinsizlik ve sefaheti resmî kurumların aracılığıyla daha da teşmil ederek yaymaya başladılar. Meşhur cinsel devrim bu çalışmanın ürünüdür. Dünyanın canını boğazına getiren “Ye’cüc ve Me’cüc” karakterli 68 nesli de bu mektebin zakkumî bir meyvesidir.
İşte Avrupa, bu dehşetli tahripleri görmeden önce Hıristiyanlıktan gelen geleneklerle az-çok gençliğini muhafaza ediyordu. Nikâhsızlığın “fıtrîlik” diye takdimi, eşcinselliğin normalleştirilmeye çalışılması, kadın-erkek çıplak yüzme havuzları ve din derslerinin bazı eyaletlerde kaldırılması, bu meşhur tahribattan sonra ortaya çıkıyor. Rostocklu araştırmacılar gençliğin bu yağmalanmış halini normal, Müslüman gençlerin fıtrî yaşamaya meyillerini anormal olarak takdim etmeye çalıyorlar. İnsanî değerlerden mahrumca yaşamayı modernite veya çağdaşlık olarak propaganda eden zındıka enstitüleri, İslâmiyetin olmazsa olmaz olarak çizdiği insanî sınırlar içindeki yaşamayı gericilik, çağdışılık ve Almancası ile “altmodisch” olarak yutturmaya gayret ediyorlar.
Gönül isterdi ki, İslâm ülkelerinin “dinî işler daireleri” veya üniversiteleri bu tarz ilim adına ifsad edici çalışmalara, bilimsel çalışmalarla cevap versinler. Bir Müslüman genci haramdan koruyan “cehennem” fikrinin mahiyetini, İslâm şeriatının sınırlarını ve Peygamberimizin (a.s.m) tavsiye ettiği Sünnet-i Seniyye iklimlerinin hangi mânâları tedaî ettirdiğini ilmî olarak üniversitelerde anlatabilirsek, Avrupa gençliği de kendisini çürümekten korumak için insaniyet adına anlattıklarımıza sahip çıkacaktır. Zındıka enstitüsü Müslüman gençliği hayvanca yaşamaya karşı olduğundan dolayı deccaliyet adına ayıplarken, bin kilometre yukarıdaki coğrafyada gençliği yok olmaktan kurtarmak için “fuhşa yasak” getiriliyor ve cezaî müeyyideler konuluyor.
Burada önemli olan, insaniyet ile İslâmiyeti aynı çizgiye taşımak ve orada dalgalandırmaktır. İnsaniyeti yok etmeye çalışanların büründükleri yalancı formaları onların üzerinden çekerek, çıplak hakikati bütün dünyaya ilân etmektir.
Almanya, Fransa ve İngiltere hapishanelerini dolduran Avrupa tebaiyetli milyonlara varan Müslüman gencin ıslâhı için, yetkililere aklî ve ilmî projeler sunmak da Müslümanlara düşüyor. Aksi takdirde her gün onlarca, belki de yüzlerce gencimizin sefahetin derelerine yuvarlanıp oradan hapishanelere ve belki de mezaristanlara düşmeleri böylece sürüp gidecek. Kurtulmalarına gidecek yolları göstermek, müdafaamızın en önemli gereği değil mi?
26.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|