İnsanlığın en vahşî yüzyılı olarak da tarihe geçen 20. yüzyılda hâkim olan hayat anlayışının insanlara yaptığı en büyük kötülüklerden biri herkesi bir anlamda göçmen yapmış olmasıdır sanırım. Kavimler göçünden bu yana bu kadar fazla sayıda insanın bir yerden bir yere hareketlendiği görülmemiştir her halde. Kendi ülkelerindeki hayat şartları dolayısıyla köyünden, ilçesinden büyük şehirlere göç etmek zorunda kalanlardan tutun, dünyanın gelişmiş ülkelerinde bir nev'î köle olarak da olsa yaşamak uğruna, çantaları ellerinde, umutları sırtlarında, ölümü göze alarak teknelerle denizlere açılan mültecilere kadar, hemen hemen herkes bir şekilde göçmenleşmiş durumdadır maalesef.
Bir yazar zamanında şöyle bir soru soruyordu: “Kaç kişi şu anda dedelerinin mezarlarının olduğu yerde yaşamaktadır acaba?” Ben daha iyimser bir soru sormak istiyorum. Kaç kişi en azından doğduğu şehirde yaşamaktadır acaba? Yakın zamanda yapılan çalışmalar da gösterdi ki, bu oran çok az maalesef. Yahya Kemal yıllar öncesinden bu durumu Kocamustafapaşa adlı şiirinde şöyle belirtir:
“Derler: insanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük.
Sızlatır bazı saatler dayanılmaz bir acı,
Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.
Ruh arar başka teselli her esen rüzgârda.
Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!”
Köksüzlük, sahiplenilmeyen topraklarda, kalitesiz bir hayata mahkûm olmaktır. Nitekim özellikle büyük şehirlere nazar ettiğimizde, tarihi geçmişe dayanan, köklü, yerleşik semtlerde hayatın daha kaliteli ve seviyeli olduğunu görüyoruz. Daha fazla kazanmak uğruna ortaya çıkan estetik yoksunu beton yığınlarına daha az rastlıyoruz. En azından sokaklarında, yollarında halen ağaçlar görüyoruz. Buna mukabil sonradan oluşan, belli bir geçmişi olmayan yeni yerleşim yerlerindeyse hayat kalitesinin bariz biçimde düştüğünü, insanların birbirlerine daha az saygı duyduğunu çok kolay fark ediyoruz. Kuşların bile konacakları, yuva yapacakları bir ağaç bulamadıkları için uzak durdukları gettolarda insanlar nasıl rahat edebilir ki?
Sait Faik, 1952’te yazdığı Son Kuşlar adlı eserini şöyle bitirir: ‘Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı. Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz… Bizim için değil ama çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikâyesi.’ Sait Faik’in yıllar önce belirttiği tehlikeyi biz bugün yaşıyoruz maalesef. Köksüzlüğün bedelini bir anlamda hayatımızla ödüyoruz.
Son zamanlarda kentsel dönüşümler çokça konuşulur oldu. Köksüzlüğün verdiği umursamazlık sonucu çirkinleşen şehir hayatının güzelleşmesi açışından bu dönüşümlerin önemli olduğuna inanıyorum. Ancak kentsel dönüşümden önce kültürel dönüşümün yaşanması gerekiyor bence.
Zira köksüzlük, topraktan uzaklaşma problemidir aslında. Mevcudatla bağımızın kopmasıdır. Çünkü topraktan uzaklaştıkça, ölümü unutuyoruz. Ölümü unutup, hep bu dünyaya nazar edince, mesele sadece daha fazla kazanmak ve daha rahat yaşamak üzerine kuruluyor. Ancak kökü olmayanın gövdesi de olamıyor. Ve bence bu yüzden, Yahya Kemal’in deyimiyle, ‘hüznü bir zevk edinen’ kalitesiz hayatlar yaşanıyor, büyük şehir olarak adlandırılan ‘insanat bahçeleri’nde.
Günün birinde kültürel dönüşümü sağlayıp, insanca yaşamaya başladığımızda, gökyüzündeki esmer lekelere, yeşilliklere, temiz havaya, düzenli hayata tekrar kavuşuruz belki. Biz göremeyebiliriz ama çocuklarımız görür. Benden de umut etmesi…
30.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|