Kader konusunda bazı akılların almadığı veya almak istemediği husus özetle şöyle seslendirilir:
“Madem Allah her şeyi ezelden takdir etmiş ve yazmıştır; öyle ise, kötü yola düşen, günah işleyenin suçu ne!”
Evet, eğer takdir ve yazmak tek belirleyici unsur olsaydı, o zaman imtihana, peygambere, güzel ve çirkin fiillere, sevap ve günaha, cennet ve cehenneme ne gerek vardı; neden insan yaptığı kötü işlerden, fiillerden dolayı sorumlu tutulmaktadır?
Bu meselenin püf noktasını yakalayabilmek için, fiillerimizin iki türlü olduğunu kavramamız gerekir:
1- İrademizin hiçbir müdahalesinin olmadığı, mecburî olarak yaptığımız/kabullendiğimiz hususlar/fiiller/işler...
2- Hür irademizle yaptıklarımız…
Dünyaya erkek veya kız, Türk veya Arap olarak gelmemiz, bizim irademiz dâhilinde değildir. Dolayısıyla bunlar, “ıztırârî, mecburi” hâllerdir, irademiz dışında cereyan ederler. Ki, bu ve benzeri durumlardan zaten sorumlu değiliz... Yani “Niye sen Kürt doğdun, niye Türk oldun, neden Arabistan’da dünyaya geldin?” diye hiç kimse herhangi bir suâle muhatap olmayacak, bundan herhangi bir sevap veya günah da almayacaktır. Allah, dilediğini, istediği millet ve ırktan yaratır.
Diğer taraftan; görmek, mecburî (buna ıztırârî de denir) bir fiildir. Bakmak ise, ihtiyârî, yani irademiz içinde olan bir fiildir. Gören bir insan, görme fiilinden dolayı değil, bakma fiilinden sorumludur.
Kezâ bir insanın eğilip kalkma, elini kaldırıp indirme, istediği yere gidip gelebilme kabiliyetinde olması ıztırârî fiillerdendir. Ve bundan dolayı herhangi bir soruyla karşılaşmayacaktır. Ancak “Belini namazda da mı eğdi büktü, yoksa başka kötü işlerde mi; elini iyilik için mi uzattı, kötülük için mi?” gibi fiillerden sigaya çekilecektir. Allah, “sevap ve günah”a sebep olacak ve tercih edecek, “cüz’î irade” dediğimiz bir “hür irade” bize vermiştir. Hür irade, isteme, arzulama, düşünme, istediği gibi hareket edebilme, hayatımızı yönetebilme / yönlendirebilme serbestisi demektir. Ne istersek, ne arzularsak, neye inanırsak, Allah onu yaratır, onu yazar, onu verir...
Hür irade şudur:
On katlı, asansörlü bir apartmanı düşünün... Beşinci kattan yukarısında iyilikler, güzellikler, olumlu davranışlar, sevaplar, meşrû yerler; aşağısında çirkinlikler, kötülükler, olumsuzluklar, günahlar, gayrimeşrû yerler bulunsun. Biz beşinci katındayız.
Asansörde, hangi katta neyin bulunduğunu gösteren tarifnâme, levhalar, işaretler, ayrıca asansörü çalıştıran yetkili vardır. Asansöre biniyoruz... Asansör, elektrik sistemi vs. kaderdir ve küllî iradedir. Bizim istediğimiz düğmeye basmamız, “cüz’î irade” dediğimiz hür irademizdir. Biz hangi düğmeye basarsak asansör bizi oraya götürür. Düğmeye basarken herhangi bir zorlamaya tâbî olmadığımızı vicdanen de biliyoruz. Tıpkı, balın tadını, limonun ekşiliğini, yemeğin lezzetini vicdanen ve hâlen bildiğimiz gibi.
Herkes yaptığı işlerde herhangi bir baskıya maruz kalmadığını bilir. Dolayısıyla “hür iradesi”yle yaptıklarımızdan sorumluyuz. Meselâ yolda giderken, önümüze büyük bir çukur çıksa “Ne yapayım, kaderimde bu da varmış!” deyip atlamıyor, yolumuzu değiştiriyoruz.
Aslında kötü işler yapıp, günah işleyip yoldan sapanların “Ben kaderin mahkûmuyum!” diyerek kendilerini mazur gösterirken; iyi işleri kendilerine mâl etmeleri, hür iradelerinin varlığını kabul ettiklerini gösteriyor; ancak günah psikolojisi onlara kendilerini müdafaa ettiriyor ve mazur gösteriyor!
Hayrettir ki, hiçbir Cebriyeci, suratının ortasına yediği yumruk sahibine, “N’apalım, sen rüzgârın önüne kapılmış bir kuru yaprak gibisin!” demediği hâlde, işlediği günahları / kötülükleri kadere yüklüyor!..
Kaderi suçlamak öğrenci psikolojisine benziyor. Okul, kaderdir. Talebenin “okul” meselelerinde, yalnız “okumak” ve “hocalarla olan münasebeti” dâhilinde mes’uliyeti vardır. Dersine çalışmayan, vazifesini yerine getirmeyen bir öğrenci, suçu öğretmene ve okula yükleyemez!
30.01.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|