Ahmet Hakan, geçenlerde yayınlanan bir yazısında, birçok cemaate, gruba girip çıktığını ifade ettikten sonra, “Sonra hepsinden sıkılıp ‘gruplar üstü radikal’ olarak takıldım... Ve sonunda kader beni bugün bulunduğum noktaya getirdi” deyiverdi… Bu düşüncenin derinliklerinde yatan psikolojik boyutlardan birisi şudur: Bulunduğum yer pek hoş ve makbul değil, ama beni bu noktaya kader getirdi…
Bu vesileyle, çoğu insanın içine düştüğü bir yanlışa değinelim:
Olumlu bir sonuç için, “Ben yaptım, ben kazandım, ben hallettim, ben verdim, ben kurtardım, ben, ben, ben…” der. Günaha ve olumsuzluklara gelince, “Kaderimde varmış; ah, beni buna mahkûm eden kaderim utansın!” der… Utanmadan işlediği fiilleri kadere havale ile utancı onun üzerine yıkmak, yavuz hırsızlık budur işte!
Diğer varlıklara ne vazife verilmiş, kaderleri nasıl tayin edilmişse öyle hareket etmek zorundadırlar.
İnsanın ise bir kısım hareketleri mecburî, bir kısmı ise hür iradesine bağlanmıştır. “Sorumlu tutulduğu” mevzularda, tamamen serbest bırakılmıştır. Hür irademizle istediklerimizi Cenâb-ı Hak yaratır. Burada anlaşılması gereken incelik şudur:
Kul ister, meyleder, arzu eder, Allah yaratır… Yani insanın, “istemek, meyletmek” dışında herhangi bir dahli yoktur. Tıpkı asansöre bindiğinde herhangi bir düğmeye basmayı istemesi gibi…
Ancak akıldan uzak tutmamamız gereken bir vecibe var: Kulun istediği ve meylettiği şeyleri yapabilmesi için, Allah’ın da onları dilemesi gerekir. Kul diler, Allah yaratır. Ancak Allah, kulun her isteğini ve dileğini, dilerse yaratır.
“Ne yaptım da bu başıma geldi?”
Kadere iman eden insanın: “Ah ne yaptım, ne ettim de bu başıma geldi! Zalim kader, kader utansın!” gibi ifade ve değerlendirmelerde bulunması son derece yanlış ve tehlikelidir. Allah’ın Âdil-i Mutlak, Rahîm-i Mutlak olduğuna inanan bir mü’min, böylesine isyanvârî bir tutum takınamaz. Kader asla zulmetmez, adalet eder. Vicdanen şu hususu takdir ederiz:
Ne zaman, nerede, kime karşı nasıl bir haksızlık yaptığımızı bilemeyiz. Kimi zaman da eşya, hayvan ve sâir mahlûkatın da hukuklarını çiğneriz. Dün ne yediğimizi bile unuttuğumuza göre, kime, ne zaman, hangi yanlışı yaptığımızı nasıl aklımızda tutabiliriz ki? Kader ezelden ebede her şeyi görüp kuşattığı için, bizim hatırlayamadığımız biriken hatalarımızın da karşılığı verilir. Ve “İnsan zulmeder, kader adalet eder” hakikati ortaya çıkar.
Kader nasıl adalet eder?
Rivayet edilir ki, Hz. Musa (as), Allah’ın adaletinin tecellisini, karmaşık bağlantılar içinde seneler sonra da olsa kaderin adalet etme cihetini anlamak ister: “Ya Rabbi! Nasıl adalet edersin?”
Ona yolun kenarındaki çeşmenin başında oturması emredilir. Derken bir atlı gelir, atını sular, elini yüzünü yıkar. Atına binerken kesesini düşürür. Az sonra bir çocuk su almaya gelir. Keseyi bulur, alıp gider. Ardından bir âmâ gelir. Bu sıralarda atlı, kesesini çeşme başında unuttuğunu hatırlar, geriye döner.
“Altın dolu kesemi düşürdüm, geri ver!” der.
“Ben almadım!”
“Başka kim alabilir, demin düşürdüm ve geri geldim, senden başka kimse var mı burada?”
“Ben körüm, keseni göremem ki!...”
Ancak hırsla köpüren atlı, “Senden başka kim alabilir?” deyip bir yumruk indirir ve onu öldürür!
Hz. Musa (as), “Ya Rabbi! Keseyi düşüren atlı, alan çocuk, ölen âmâ; bu nasıl adalet!” der. Ona şöyle seslenilir:
“Çocuğun babası, atlının babasının çiftliğinde çalışmıştı; ücretini vermemişti. Adam öldü; hak, miras olarak çocuğa kaldı. Âmâ da, senelerce önce atlının babasını öldürmüştü. Kimse bilmiyordu. Atlı da onu öldürdü ve adalet yerini buldu...”
29.01.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|