Yalnız fen ilimlerinde uzman olup mâneviyâttan haberi olmayanlar, her ne kadar “titr ve paye” sahibi iseler de, gerçekte câhildirler. Bu, abartılı bir ifade gibi gelebilir. “Filozoflar, fen veya sosyal ilimlerde profesör olanlar nasıl cahil olur?” diye düşünülebilir.
Ne var ki, meselenin püf noktası yakalandığında kesinlikle böyle oldukları görülecektir. Bu husus genel bir prensiptir: Bir ilimde uzman, âlim olan, diğerinde gabî, câhil olabilir. Bu normal bir durumdur. Hepimiz öyle değil miyiz? Mesleğimizin uzmanı iken, diğer mesleklerin cahili olabiliyoruz.
Her ne kadar iman ve özellikle tevhid, fen ilimlerinin de şehadetiyle sâbit ise de; mânevî ilimlere girerler. Madde ile uğraşan veya maddede boğulanlar maneviyâtta kördür; gerçeği göremez! Meseleye şu örnek penceresinden bakabiliriz:
Sosyal veya fen ilimlerinden herhangi birinden bahseden bir kitap düşününüz. Yazanını, konusunu, mahiyetini, içindeki hakikatleri bilmeyen; eni, boyu, sayfa adedi, paragraf sayısı, yazı karakteri gibi maddî ve şeklî yönünde uzman dahi olsa; bu bilim/ilim değildir. Belki feyizsiz, kuru ve ruhsuz bir bilgidir. Ki, ilim sahibi olmayan birisi, bir cetvelle ölçer, biçer, bu hususları ortaya koyabilir.
Bu perspektiften bakıldığında; kâinat kitabını inceleyen, “Kim yazmış, niçin yazmış, kitabın anlamı nedir?” sorularını hiç düşünmeden; fizikî, kimyevî veya biyolojik yönlerini ortaya koysa da aslında bu gerçek bilim değil, cehalettir! Dolayısıyla fen ilimlerinde mesafe katedip, maneviyâttan haberdar olmayan her bilgi sahibi, ilim ehli değildir. Dolayısıyla, kâinat kitabının maddî boyutlarını ele alıp, yaratılış gaye, hikmet ve sebeplerini araştırmamak, iç yüzünü okuyamamak, hikmet dilini çözememek, sentez yapamamak bir cehalettir. Bu hakikati, 20. yüzyılın büyük âlimi, fizikçisi ve filozofu Albert Einstein (1879-1955) şöyle ifade eder:
“Duyabileceğimiz en güzel ve en derin heyecan mistik heyecandır. Bütün hakikî ilim bundan çıkar. Gönülden gelen mânevî heyecanı tanımayan, yaratılmış tabiat karşısında hayrete düşmeyen ve bu mükemmelliği, muhteşemliği yaratan Allah’ın huzurunda huşu ile eğilmeyen kimsenin ölüden farkı yoktur. Bizim sınırlı aklımızla anlayamadığımız, gözlerimizle görme kudretinden mahrum bulunduğumuz şeyin gerçekten var olduğunu, parlak bir güzellik halinde kendini gösterdiğini bilmek, işte hakikî dindarlığın temelinde bu bilgi ve bu duygu vardır.”1
İnkârcıların bakış açısı gerçek, harfî, ilmî bir bakış değil, belki ismî bir bakıştır. Mânâ-ı ismî ile bakış; bir şeyin sadece kendisini bilip tanımak, eşya ve hadiselere maddî cephelerinden, sathî, üstünkörü, kendi hesabına, tek yönlü bakmaktır. Diğer bir ifadeyle varlığı, maddî, dünyevî boyutuyla algılamak, nefsî çıkarlar açısından görmektir.
Oysa, her şeye “harfî” bakılırsa, sanatkârı, ustası görülür. Harfî bakış, bir şeyin kendisini değil, sanatkârını tanıttığı, bildirdiği mânâdır. Yani, anlamını, sahibini, ustasını, kâtibini, yazarını, sanatkârını gösteren, bildiren, tarif eden bir bakıştır. Bu bakış; harflerin, kelimelerin şekil ve renginden önce, anlamını görür. Bir san'at eserine, “Nasıl yapılmış, neyden yapılmış?” diye bakılırsa; madde, şekil ve görüntünün dar kalıplarının ötesine geçilemez. “Kim yapmış, niçin yapmış, ne anlatmak istemiş ve hangi mesajı vermek istiyor?” sorularına da niyet edip bakarsınız; bilginiz, ufkunuz pek çok âlemlere açılır.
İşte “mânâ-yı harfî”, Cenâb-ı Hakk’ın yaratmış olduğu şu koca kâinat kitabına, O’nun hesabına bakmak; niçin yazmış, neler yazmış olduğunu anlamak ve anlamlandırmaktır. Eğer kâinata harfî bakışla, Cenâb-ı Hakk’ın azametini, büyüklüğünü gösteren bir eser nazarıyla bakılırsa, o oranda kıymet de kazanır. Meselâ, bir resim Ahmet Hamdi, Leonardo da Vinci veya Picasso’ya dayansa, bir tespih tarihî şahsiyetlere isnat edilse, değeri yüz milyarlarca liralarla ifade edilir. Ancak aynı değerde bir resim veya antika eser; bir ressama veya sanatkâra isnat edilmezse, kıymeti hiç hükmündedir.
Dipnot:
1- Saliha Şahan, Büyük Hayatlar, s. 84-85.
23.01.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|