adın sosyal hayata katılmayacak mı? Eskiden Müslüman hanımlar sosyal hayatın içinde idi?
Elbette, meşrû zeminlerde, meşrû çerçevede katılabilir. Ama, siyaset dünyasında bunu muhafaza etmek ne derece mümkün? Kaldı ki, bugünkü zedelenmiş İslâm ahlâkı içinde, erkekler bile izzet ve ahlâkî değerlerini muhafaza edemiyor! Nerede kaldı ki, bu çarpık yapılanmada, hislerin son derece kaygan olduğu siyaset dünyasında...
Dolayısıyla, kadınları, hatta erkekleri dünyaya ve sokağa çağırmaya gerek yok. Teşvik etmeye hiç ihtiyaç yok. Zira, zaten nefis boyutumuz da olduğundan buna meyyal ve teşneyiz.
Öte yandan, artık bütün dünyada evde üretim teşvik görmeye başladı. Hatta, üniversite eğitimi de evde yapılmaktadır. Memurlar da işlerini evden yürütecekler. Kitle iletişim vasıtıları, özellikle bilgisayar ve internet yaygınlık kazandıkça, üretim evlerde yapılacak…
Öyle ise, “Kadınlar evlerinden sokağa çıkıp sosyal hayata katılmaları gerekir!” saçma-sapan bir düşüncedir… Şimdi iliklerimize kadar hissedeceğimiz şu sese kulak verelim:
“Zanneder misin ki Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hâle düşmüşler; ve ikaza muhtaçtırlar, tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar?
“Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş; onun için fakr-ı hâle düşüyorlar. Çünkü mü’minde hırs sebeb-i hasârettir ve sefalettir. ‘Hırs gösteren kaybeder!’ durub-u emsâl hükmüne geçmiştir.
“Evet, insanı dünyaya çağıran ve sevk eden esbab çoktur. Başta nefis ve hevâsı ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâileri var. Halbuki bâki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye dâvet eden azdır. Eğer sende zerre miktar bu biçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten (yüksek gayret ve yardımdan) dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye dâvet eden azlara imdat etmek lâzım gelir. Yoksa, o az dâileri susturup çoklara yardım etsen, şeytana arkadaş olursun.” 1
Öte yandan bu milletin fakirliği dinden kaynaklanan bir zühd ve takvadan kaynaklanmıyor. Bilâkis, dinî meseleleri yaşamamasından kaynaklanıyor. Yani, tevekkülü ve kanaati yanlış anlamasından kaynaklanıyor. Tarih şahit: Müslümanlar İslâmiyeti anladıklarında, yaşadıklarında dünyanın en modern, en müreffeh, en hakperest, en âdil, en zengin, en yardımsever toplumları olmuşlardır. Örnek mi istersiniz: İşte Asr-ı Saadet. O çapulçu, bedevî, hırsız, dolandırıcı, birbirinin kanını döken, hatta kızlarını diri diri gömecek kadar vahşetteki insanlar, en âdil, en hakperest, en şefkatli, en merhametli insanlar olmuşlardır. İşte Endülüs Emevî, işte Osmanlı… Osmanlı’da yükselme Fatih Sultan Mehmet ile başlar, Kanuni Sultan Süleyman ile son bulur. Şeriatın, dinin en çok yaşandığı devre de, o devredir. Demek ki, fakr u zaruret, dindarlıktan veya sokağa çıkmamaktan değildir…
Evet, Müslümanların fakirliği dinlerinden kaynaklanmıyor… Çin ve Hintteki Mecusî ve Berâhime ve Afrika’daki zenciler gibi, Avrupa’nın tasallutu (musallatı ve sömürüsü) altına giren milletler bizden daha fakirdirler? Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasp ediyor…2
Öyle ise, milleti sokağa, oyuna, eğlenceye değil, bilâkis mânevî değerleri anlamaya, özümsemeye, benimsemeye ve yaşamaya teşvik etmelidir. Müslümanların yükselme dönemlerindeki eğitim sisteminde iman temel ders olarak ele alınır, tefekkür ve ibadetlerle pratiğe geçirilerek detaylı bir şekilde işlenerek özümsenirdi.
Tahkikî iman elde edildiğinde hayatın her katmanında, her safhasında, her söz, fiil ve davranışta tezahür eden bir sır olur. Ve o iman sahibi, kâinata meydan okuyabilir!
Dipnotlar: 1- Lem’alar, s. 126.; 2- A.g.e.
13.01.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|