Şehir hayatının, insanları canından bezdirdiği malûm. Bu yönüyle şehir hayatı ‘zehirli bal’a benziyor. Köyde yaşayanlar ‘zor’luklar karşısında bıkarak; bir an önce şehirlere göçmek istiyor. İmkân bulunca da ilk fırsatta şehirlere göçüyor, taşınıyor. Fakat bu sevinç çok kısa sürüyor. Davulun sesinin uzaktan hoş gelmesi misali, insanları cezbeden şehirlerin gerçekte daha çileli olduğu kısa sürede anlaşılıyor.
Tabiî ki köylerden şehirlere göç, sosyal bir mesele. Sebepleri geçmişe dayanan, belki de önü alınamaz bir gerçek. Şehirlerde yaşamak ‘medenî’ olmanın şartı olarak sunuldu. İnsanların eğitim seviyeleri yükseldikçe de bu göç mecburî hale geldi. Bugünkü şartlar altında çocuğunu iyi eğitmek, lise ya da üniversitelerde okutmak isteyenlerin şehirlere göç etmekten başka yapabileceği bir şey yok. Pek çok köyde değil 8 yıllık ilköğretim okulları, 5 yıl eğitim veren ‘eski ilkokul’lar bile yok. En başta Karadeniz Bölgesi bu durumda. Alternatif olarak sunulan ‘taşımalı eğitim’ de bu konuda çare olamadı.
Pek çok meselede olduğu gibi bu konuda da uzun dönemli düşünememiş ve gerekli olan alt yapı çalışmalarını ihmal etmiş durumdayız. Hayvancılıkla uğraşmayı, tarlasını ekip biçmeyi, kısaca ‘çiftçi’liği hakir gördük. Eh, “Millet aya giderken, tarlada çalışmak, ‘Bir Türk dünyaya bedeldir!’lere yakışır mıydı? Hele hele, “Bir çırpıda 15 milyon genç...” marşını söyleyen ve söyletenlere ‘köylü’ olmak ve köylü kalmak yakışmazdı. Bu sebeple eli kaşık tutan herkesi şehirlere göç etmeye teşvik ettik. Bu yolla büyük şehirler kurduk, yüksek binalar da yaptık, fakat, şehirlere dâvet ettiğimiz insanların en tabiî insanî ihtiyaçlarını düşünmedik, planlamadık. Maddî ve manevî ihtiyaçlarının dışında, insanî ihtiyaçlar da ihmal edildi.
Bugün şehirlerde yaşayan hemen herkesin ortak bir şikâyeti var. O da, kalabalıklarda yalnız kalınması... Bütün apartmanlar, bütün sokaklar, bütün caddeler kalabalık; ama insanlar buna rağmen kendilerini yalnız ve kimsesiz hissediyor. Bunda da haklılar. Çünkü aynı apartmanda kalanlar bile neredeyse birbirlerine selâm verme imkânı bile bulamıyor. Beyler sabah erken saatte ‘ekmek parası’ peşinde koşarken, hanımlar da en iyi ihtimalle ev işlerini tamamlamanın telâşına düşüyorlar. (Dizi mahkûmları bahsimizin dışındadır.) Bu konudaki sıkıntı, tahminlerin de ötesindedir.
Geçen günlerde bir müftü efendi ile bu konularda sohbet etme imkânı bulduk. İstanbul’un bir ilçesinde müftülük yapan hocamız, yaşadığı sıkıntıyı şöyle ifade etti: “Yeni tayin olduğum için oturduğumuz apartmanda çok az kişiyi tanıma imkânım oldu. Kurban Bayramında kestiğim kurban etinden bir miktar konu komşuya göndereyim dedim. Ama kime, nasıl götürecektim? Kimin kapısını çaldıysak açan olmadı. Açan olsa bile ‘Acaba ne der?’ endişesi içimizi kapladı. Kapıcıya sorup yardım istedim. Kapıcımız, ‘Efendim, biz sadece kapıya kadar gider, siparişi bırakırız. Evde kim oturur, durumu nedir bilmeyiz’ dedi. Büyük şehirde yaşadığım ilk bayramda bu sıkıntıya şahit oldum. Komşum ne durumda? Yan apartman ya da yan mahalledeki insanlar ne durumda? Maalesef komşuluk çok tahrip olmuş. Bu kısır döngüyü kırmak, en başta ilâhiyatçılar olmak üzere hepimize düşüyor.”
Şehir hayatı, kalabalıkta yalnızlığı yaşamamızı netice veriyor. Bu hayalî duvarı aşmak nasip olur İnşallah.
13.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|