Bu defa hizmet seferimiz Balıkesir ili ve ilçelerine düştü.
Çok değerli ağabey ve kardeşlerimizin dâveti üzerine Osmanlı diyarı, güzel ilimiz Balıkesir ve ilçelerinde dolu dolu dört gün geçirdik.
Yep yeni simalarla, değerli hizmet erleriyle müşerref olduk. Bandırma, Bigadiç, Sındırgı, Erdek, Edincik’te yıllardan beri bu kudsî hizmeti omuzlayan, vefakâr ve cefakârca yürüten, değerli dâvâ adamları ağabey ve kardeşlerle zihin tazeledik. Dertleştik, halleştik. Dâvâmızı konuşup, tanımakla şeref duyduğumuz Risâle-i Nur Külliyatının engin sularında hakikat hazinelerini ve yakutlarını paylaşmaya çalıştık. Üstadımızın asırlara, tarihe, beşeriyete Kur’ân’dan getirdiği can baha reçeteleri terennüm etmeye gayret ettik.
Ve hizmet turumuzu bir Osmanlı çınarı 107 yaşındaki Hasan Amcayla taçlandırdık Elhamdülillâh.
Yer, Balıkesir ili, Bigadiç İlçesi, Kadıköy’ü.
Kadıköy, Bigadiç’e yedi kilometre mesafede. Doksan haneli tipik bir Anadolu köyü.
Bu Anadolu toprağının bozkırında “Osmanlı kokusunu” ve esintisini hissetmemeniz imkânsız.
Bir asalet, bir derinlik, bir sükûnet, vakar ve sadelik var...
Eski İstanbul-İzmir yolu üzerinde bir köy.
İşte bu köyde asırlık bir “çınar” var. Osmanlı yadigârı dinç bir delikanlı!
Lâkabı, Hacı Hafız.
Asıl adı; Hasan Bilgiç.
Yaşı: 107.
Evet kendi beyanı bu. Nüfusta, resmî kayıtlarda doğumunun 1929 olduğunu, fakat ana yaşının—ilmî tabirle “kemik yaşının”—107 olduğunu beyan ediyor.
Ve başlıyor sohbetimiz...
Hasan Amca, siz hiç okula veya medreseye gittiniz mi?
Hayır.
Kur’ân’ı kaç yaşında ezberlediniz?
Yirmi yaşında Kur’ân’ı hıfzettim. Hafız oldum.
Kur’ân’ı nasıl ve kimden öğrendiniz?
Köyümüzün hocasından.
Nur talebelerinin namazdan sonra yaptıkları tesbihâtı, kırk yıldır camide cemaatle beraber yaptığınızı duyduk. Bu doğru mu?
Evet, doğrudur.
Bediüzzaman ismini kimden ve ne zaman duydunuz?
Bediüzzaman’ın ismini, hafızlığa çalışırken camiye gelenlerden ve köylülerden duydum. Senesini hatırlamıyorum ama Bediüzzaman’ın Afyon hapsinde yattığı yıllardaydı sanıyorum ilk ismini duyduğum an. Büyük bir âlim olduğunu ve Afyon Cezaevinde yattığını söylüyorlardı. Ben de hafız olduğum için içimden böyle bir zatı görmeyi ve duâsını almayı çok istedim.
Peki Bediüzzaman’ı görebildiniz mi? Konuşmak, duâsını almak mümkün oldu mu?
Evet, gördüm. Ama bizzat konuşup, duâsını almak mümkün olmadı. Gıyâben duâsını aldığıma inanıyorum.
Bediüzzaman’ı nerde, ne zaman, nasıl gördünüz?
İstanbul’da gördüm. Fatih Camii'nin önünde. Ben hafız olduğum için İstanbul’daki Hırka-ı Şerif Camii’ne her sene “Hırka-i Şerif” merasimine gidiyordum. On beş, yirmi sene bu ziyaretlerim devam etti. Yılını hatırlamıyorum. Demokratların iktidar olduğu dönemdeydi. Yine bir gün Fatih Camii’nin yanından Hırka-i Şerif Camii’ne gidiyordum. Yolda bir kalabalık gördüm. O sıralar Fatih Camii’nin etrafı çok genişti. Seksen dönüm kadar bir boşluk vardı. Yol çalışmaları ve inşaat vardı. Reşadiye Otelinin yanından yol açıyorlardı. Demokratların, inançlı insanların isteklerine uyarak camileri tek tek ibadete açmalarından dolayı milletin camilere karşı büyük bir teveccühü vardı.
Demokratlardan önceki karanlık dönemde camiler yıkılmış ve kapatılmıştı. Mabedler mahzundu. Demokratların döneminde Müslümanlarda bir rahatlama olmuştu. İşte böyle bir seferde, Fatih Camii’nin önünden Hırka-i Şerif Camii’ne doğru gidiyordum. O sırada yolda kalabalığın arasında bir taksi yol almaya çalışıyordu. Taksinin Bediüzzaman’a ait olduğu söylendi. Takside önde şoför, arkada da tek başına kendisi oturuyordu. Caminin etrafındaki yol ve genişleme çalışmalarından dolayı Bediüzzaman’ın taksisi yol alıp ilerleyemiyordu. Fakat halk, elbirliğiyle arabanın camiye ulaşmasını sağladı. Ben de bu kalabalık arasından Bediüzzaman’ı görmeye, elini öpmeye niyet ettim. Kendini arabasının içinde gördüm fakat konuşup, elini öpüp, duâsını almak o an mümkün olmadı.
Doğruca Hırka-i Şerif Camii’ne gittim. O gün orada Mısır Kralının oğlu da vardı. Hatta hiç kimseden para almadığım halde, o gün o kalabalığın arasından birisi bana elli lira vermişti. Bu parayla Mısır Kralının oğlu ve yanındaki iki adamına yemek ısmarlamak için on lirasını vereyim diye çıkarıp adamların birisine tercüman vasıtasıyla parayı takdim ettim. Kralın oğlu benim bu hareketim karşısında cüzdanını çıkararak: “Ben bir kral oğluyum, zenginim, sen istediğin kadar para al” diye bana uzattı. Tabi ben almadım.
Bu ziyaretin ardından tekrar Fatih Camii avlusundan çıktık. İsmini Abdurrahman veya Abdurrahim olarak hatırladığım, elli yaşlarında Bediüzzaman’ın talebelerinden olan bir zât bana çantasından çıkarıp üç tane kitap verdi. Bu kitaplar nasıl kitaplar diye baktım. Üzerinde “Bediüzzaman Said Nursî” yazıyordu. Hatırladığım kadarıyla, Küçük Sözler ve tesbihât kitaplarıydı. Bu şahıs bana bu kitapları verdikten sonra: “Üstadın size çok selâmı var. Benimle görüşmek isteyen görüşemezse üzülmesin. Benim kitaplarımı okumak benimle görüşmek gibidir. O kâfidir” dedi. Ben de o kitapları alıp çantamda köye getirdim.
Ben bu köyde kırk yıllık imamlık yaptım. Kitapları cemaate okudum. Tesbihâtı da hiç terk etmeden devamlı yaptım. Hâlâ da yapmaya devam ediyorum. Camideki cemaate de devamlı kırk sene tesbihâtı okudum. Ama kimseyi zorlamadım. “Canı sıkılan varsa çıksın gitsin, isteyen benimle kalsın” dedim ve sesli olarak beş vakit namazda bu tesbihatı devamlı yaptım. Şimdi de kendi evimde şahsen okumaya devam ediyorum. Tesbihatı yapmayı hiç terk etmedim.
(Bu arada, isteğimiz üzere tesbihatı bize de okuyor. Orada bulunan hepimizin hayranlıkla dinlediğimiz: “Ya Cemili Ya Allah, Ya Karibi Ya Allah…” diye bir anda, iştahla, zevkle ve sesli olarak Esmâ-i Hüsna’yı net ve fasih bir şekilde okuyor.
Arkasından “Subhaneke ya Allah teâleyte ya Rahman Ecirnâ minennar…” diye başlayan sabah ve ikindi namazlarından sonra okuduğumuz bölümü de hiç eksiksiz, yanlışsız, tecvitli olarak okuyor. Maşallah, barekâllah, Subhanallah demekten kendimiz alamıyoruz.
Kur’ân’ı hâlâ gözlüksüz okuduğunu, birkaç sene önceye kadar on saatte bir Kur’ân hatmettiğini, şimdilerde ise Kur’ânı ancak on beş saatte bir hatmedebildiğini söyleyen bir asrı aşan bereketli bir ömrün sahibi Hasan Amcamız, diğer kitapları gözlüksüz okuyamadığını beyan ediyor.
Cevşendeki, “Delâilinnur” bölümünün de elli senedir “virdi” olduğunu ve hiç terk etmediğini söylüyor.)
Bu bereketli ve uzun ömrün sırrı nedir? Neler yiyip içiyorsunuz?
Köydeki herkes ne yiyorsa, ben de onları yiyorum. Farklı bir beslenmem yok. Fakat ben Hazret’in (Bediüzzaman’ın) duâsını aldığımı ve onun bereketiyle bu nimete nâil olduğumu düşünüyorum.
Bu son söz, bize, tam on sene önce 1999 yılının Temmuz ayında Van’ın Erciş kazasında yaşamakta olan ve o zaman 105 yaşında olan Mustafa Çakır Amcayı hatırlattı. O da Üstadın duâsını almış. Üstada,—sürgün zamanı—altı gün yemek taşımış. Bu hizmetine karşılık da Üstadın, kendisinin sırtını sıvazlayarak “Sana hastalık ve dert ârız olmasın” diye duâ ettiğini söylemişti. Bildiğim kadarıyla şimdi Rahmet-i Rahmana kavuşan Mustafa Amcamız da, “Bu ömrü neye borçlusunuz?” diye sorunca: “Ben bu sıhhati ve bereketi Seyda’nın duâsına borçluyum. Ben bu kadar uzun ömrümde ve hayatımda bir gün doktora gitmemişim. Bir tane de hap atıp hiçbir ilâcı almamışım. Sanki benim içimde iç organlarım yoktur. Şimdiye kadar hiçbir organımın ağrıdığını da duymamışım” demişti. Aynı çizgi, farklı mekânlarda devam ediyor.
Ecdad yadigârı bu vatanda, böyle mübarek nesli ve ulvî hakikatleri yıllarca, vefalı, sadakatli, kadirşinas ve değerli insanlarla nesl-i âtide görmemiz dilek ve temennisiyle...
ÖZÜR VE DÜZELTME:
2.1.2009 Cuma günkü gazetemizde “Hasbihâl” köşesinde yayınlanan “İsmail Hakkı İzmirli’nin hatıraları”yla ilgili iki müdakkik dostumuzun ikazı üzerine bu açıklamayı yapma gereği duydum.
Birinci olarak; ilk bölümde geçen “Üstad hapisteyken o da hapse düşmüş. Birkaç ay orada kalmış” ifadesi sehven ve dikkatsizlik eseri olarak kayıtlara geçmiştir. Doğrusu “Ben de, Üstadın hapis yattığı aynı Afyon hapsinde kalmıştım. Üstadın ismini, orada gardiyanlardan ve hapishane müdüründen duydum. Kendisini orada görmedim” şeklinde olacaktır. Yani İsmail Hakkı İzmirli ile Üstad aynı zamanda hapiste bulunmamışlardır. Bu sehiv bizden kaynaklandığı için özür dilerim.
İkincisi: Bütün okuyucular olarak biz Üstadın hapishanede geniş bir koğuşta bulundurulduğunu biliyoruz. Ama İsmail Hakkı İzmirli, ısrarla hastane müdürü ve gardiyanların, Üstadın “hapishane revirinde” kaldığını beyan ettiklerini söylüyor. Bu konuyu araştırılmaya değer olarak görüyorum. Onun için de müdahale etmeden aynen bu muhterem zâtın beyanlarını yazdım.
Son olarak; tarihî kayıtlara uymayan diğer beyanları ve söylediklerini de fazla dikkate almadığımızı; okuyuculara aşk, şevk verip ders verme niteliğinde olan kısımları aynen kendi ifadeleriyle, herhangi bir yorum yapmadan vermeye çalıştığımızı arz eder, sehivden dolayı da sizlerden özür dilerim. Saygılarımla. N. E.
09.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|