|
|
Rifat OKYAY |
İsviçre Alplerinde bahar |
|
Her zaman ve herkes değil, bazı vakitler ve bazı şahıslar önemli olur, önem arz eder, ehemmiyet kesbederler ve fikirleri, inançları itibariyle kıymetlidirler.
Avrupa’nın ortasında bir yerlerde İsviçre’de yaşayacaksınız ve Nurlu, nuranî bir yaşayış tarzınız olacak ve bu tarzınızdan taviz vermeden saadet içinde hayatınızı devam ettireceksiniz.
Bu tavizsiz hayata baktığınız zaman yüzde 46’sı Katolik, yüzde 40’ı Protestan ve geri kalan yüzde 14’ü 150’ye yakını diğer inanç sahiplerinden oluşan bir ülkeyi aklınızdan çıkarmamalısınız.
Genel kuralın asayiş, insan hak ve hürriyetlerine riayet etmek olduğu inanç noktasındaki bu serbestiyet her türlü inancın bu ülkede yaşayabilmesine imkân vermiş.
46 kantonlu İsviçre’de adeta artı bir kantonu da din duygusu ve inançlar teşkil ediyor… Belki de İsviçre’nin dünyaya verdiği ve vermeye çalıştığı tarafsızlık mesajının dayanak noktasını; hukuk ve hak noktasından sahip olduğu dinî inançların serbestçe yaşanmasını ağırlıklı olarak içine alıyor ve dünyaya gösteriyor…
Daha çok ve ayrıntılı bilgiler verilebilir İsviçre’de ki dinî hayat için. Bizim için dikkat çekici ve takdire sayan tarafı ise şu günlerde Avrupa’nın diğer bir çok ülkesinde İslâm'a ve Müslümanlara saldırıldığı halde İsviçre hükümetinin ve halkının ülkelerindeki Müslümanlara ve diğer inanç sahiplerine sahip olduklarının dışında farklı bir tavır sergilememeleridir.
Avrupa’nın bu kantonlar ülkesinde yukarıdaki özelliklere sahip uygulamalar bir cihette bize buradaki İslâmî hizmetlerin uygulamalarında ve Müslümanların İslâmı yaşamalarındaki imkânların kaynaklarını teşkil ediyor…
Mütevazî bir şekilde Risâle-i Nur hizmetleri de bu ülkede gayet rahat ve güzel bir şekilde yürütülüyor. Asayişe, toplum hayatına katkıları dünyanın her yerinde ispatlanmış olan Risâle-i Nur talebeleri ise muhtaçlara Nurları ulaştırma gayreti içinde çalışmalarını devam ettiriyorlar…
Belli bir yaş seviyesine ulaşmış olan İsviçre Nur talebelerinin soğuğa, işlerine ve şanssızlıklarına rağmen Risâlelerin okunması ve mütalâası noktasında gösterdikleri gayret ve çalışmalar takdire sayandır. Cenâb-Hak bu konuda her zaman istihdam ve muvaffak etsin İnşaallah…
Ekser yazılarımızda dile getirerek anlatmaya çalıştığımız gibi; iman ve inanç konusundaki bir ummanı andıran anlatım ve izahlarıyla benzersiz yaklaşımlar sergileyen Risâle-i Nurlardan istifade edebilmek gerçekten onların dikkatlice ve mütalâa ederek okunmasına bağlı…
Ve İsviçreli Müslümanların bu konuda da büyük bir gayret içinde olduklarına şahit olduk. Bu tarz okuma ve anlamaya yönelik olarak yapılacak programların devamı ve çoğalması dileği ile…
NOT: Bir okuma programı vesilesiyle kısa bir süre beraber olduğumuz sayın M. Aydın, T. Gümüş, A. Aydın, R. Gümüş, M.Serit, Y. Hüryaşar, O. Ermumcu, E. Şen, G. Kızılırmak, İ. Taş, F. Aydın ve isimlerini sayamadığımız bütün kardeşlerimize başarılar diliyor duâ ediyor, mukabil duâlarını bekliyoruz. R. O.
09.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Filistin meselesi… |
|
Filistin meselesi Arapların mahallî bir meselesi olarak ele alınabilir mi? Kanaatimizce cehaletin kendilerine yardımcı olduğu avamın düşüncesindeki yanlışların çoğu buradan geliyor. Ancak 1950'lilere doğru Avrupalı emperyalistlerden kısmen kurtulan Arap kardeşlerimizi Filistin dâvâsında ziyadesiyle rencide etmek de doğru değildir. Osmanlının devamı olan Türkiye başta olmak üzere zalim Avrupa'nın başımıza ördüğü süfyâniyet çorabından kurtulamadığımız bir zamanda, Arapları Filistin meselesinde ziyadesiyle incitmek kardeşliğe sığmıyor. Avrupa'nın üflediği bir siyasî hava ile yürüyen İslâm coğrafyasındaki politikacıların icraatlarını incelerken, mutlaka zamanı ve şartları nazara almak durumundayız.
Zamanı ve zamana hâkim şartları da zamanın müceddidinden öğrenmek istemeyenleri, zaman tecrübelerle tokatlıyor, Müslümanlar ancak belli bir süreci ıztırapla yaşayarak müceddidin tarif ettiği Kur'ânî yola gelebiliyorlar. Ahirzaman atlasını Bediüzzaman Hazretlerinin çizgileriyle takip edenler, Avrupa'nın, Hıristiyanlığın ve ehl-i kitabın mahiyetlerini Risâle-i Nur'dan okuyanlar hadiselere teşhisi doğru koydular. Eski halin muhâl olduğunu tecrübeyle değil, ilimle öğrendiler.
Tamamen Kur'ân ve Sünnetten hasıl olan Risâle-i Nur'dan kendi halimizin tahlilini, âlem-i İslâmın ayaklarındaki zincirlerin çözüm formülünü, Türkiye'nin döşüne oturmuş ve istibdadıyla ülkeyi inleten Kemalizmden kurtuluş çaresini okuyup öğrenmeden, ne dünya siyasetini ve ne de Filistin meselesinin aslını öğrenemeyiz. Ömrümüz ifrat ve tefritler arasında geçer. Bazan Ahmed-i Necad'laşır, Yahudilere toptan hakaret ederiz, sonra döner, global Yahudi sermâyedarlarla hasis menfaatler için işbirlikliklerine gideriz. Bazan da ehl-i kitap ve ehl-i mektebi zalim, dinsiz ve sefih ikinci Avrupa'dan ayırmadan bütün Batı dünyasını aynı kefeye koyarız. Mücadelemiz ahmakça dikleşmekle teslimiyet arasında neticesiz devam eder.
İmandan gelen feraseti gösteremediğimiz gibi, hikmetten çıkan diplomasi ve siyaseti de bilemeyiz. Bediüzzaman'ı dinlememekle cehaletimizi hâl ve icraatımızla dünyaya ilân ederiz. Zararını da yalnızca Filistin'in mazlûm halkı çekmez; bütün İslâm dünyası gibi Kürtler, Kafkas Müslümanları, Boşnaklar, Arnavutlar ve bütün Arap halkı da cehaletin yaktığı ateşlerde tutuşur.
Dünyayı karıştıran, hasis menfaatleri için herhangi bir coğrafyadaki küçücük bir meseleyi büyüterek global düzeye çeken cihanşümûl ahirzaman dinsizliğine karşı lokal veya ferden ferda mücadele artık imkânsızlaşmıştır. Ne Filistin, ne Şark meselesi ve ne de Ermenilerin iddiaları mahallî olarak ele alınamaz. İkinci Avrupa'nın uğruna enstitü kurduğu ve bu meselelerle dünyanın huzurunu kaçırmaya çalıştığı bir zamanda; Hıristiyan dünyasının barışı arayan Birinci Avrupa ve Amerika'sını, Yahudi milletinin başına felâketler gelmesin diye çırpınan Musevileri ve Osmanlıyı çok iyi bilen Ermenileri bulup devreye sokmadan bu yaralar sarılmaz. Madem ki bu zamanda hakim kamuoyudur. Filistin taraftarlarının oluşturdukları cemaati kurarak, Hıristiyan ve Müslüman efkâr-ı ammelerini arkamıza alarak, bütün uçları bizde olan bu meseleleri halledebiliriz.
Benî İsrail peygamberlerinin makberi olan bu coğrafyadaki barışa “İsrail'i dünya haritasından silmek” üslûbuyla yaklaşanların muhakeme-i akliyede sıkıntıları olduğuna inanıyoruz. Fakat bu dostlar, Amerika'daki siyonistlere bilmeden kuvvet veriyorlar.
Filistin meselesini dâvâ edenlerin Şam'a sığınmaları da ayrı bir fecaat. Yaptığı zulümlerden dolayı henüz tarihle yüzleşememiş, bütün dünyanın gözünde netameli ve İran'la çok kuvvetli bağları olan bir rejime sığınanlar, Filistin dâvâsını müdafaada zorlanırlar. Müslümanlar içinde daima ifrat çizgisini takip etmiş Şia çizgisinin mübalâğaları, Filistin'i Avrupa'da ve hatta Arap âleminde zarara sokuyor.
Kanaatimizce, Filistin meselesinin bir bütün halinde, insan hakları ve hürriyetçi topluluklar düzeyinde dünyaya yeniden anlatılması gerekiyor. Zengin ve sağlam arşivlerle, mutedil ve ferasetli diplomatlarla Filistin devleti kurulur. İsrail'in karşı koyacak tâkati yok. Fakat bu meselenin dünya kamuoyunca yeniden tekide ihtiyacı var. Bunun için evvelâ Filistinlilerin kendi içlerinde bütünlüğü sağlamaları elzem görünüyor. Bağımsızlık, hürriyet, adalet ve insaniyet Filistin'de en öne geçtiler. Buradaki ittifakta Filistin çok kısa sürede ayağa kalkar, kanaatindeyiz. Duâlarımız da bu istikàmette yürüyenlerledir.
09.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
İsrail’den Ergenekon’a |
|
Savunma Bakanı Ehud Barak’ın “Uzun ve zorlu bir harekât olacak” açıklamasıyla başlayan İsrail’in Gazze katliâmı, BM korumasındaki okula sığınan minik yavruların öldürüldüğü 12. günden sonra hız kesti gibi.
Bunda, dünya genelindeki tepkilerin artarak devamı mı, okul bombardımanının bardağı taşıran son bomba olması mı, Güvenlik Konseyinde İsrail’in ve destekçisi ABD’nin iyice zorda kalması mı, ateşkes çabalarının yoğunlaşması mı, kara harekâtına Hamas’ın gösterdiği direniş ve İsrail askerlerine verdirdiği kayıplar mı, yoksa tamamı birden mi etkili oldu, bilemiyoruz.
Ama 12 gün boyunca dünyadan gelen tepkilere kulaklarını tıkayarak gözü dönmüş bir çılgınlıkla bomba yağdırıp masumları katletmeye devam eden ve bunu yaparken öteden beri insafsız bir ambargo altında inlettiği Gazze’ye insanî yardımların da girmesini engelleyen İsrail, nihayet geri adım sinyalleri vermeye başladı.
Olmert, Barak’ın başlangıçtaki sözlerinin aksine harekâtın uzun sürmeyeceğini söyledi. İsrail, baştan beri reddettiği insanî yardım koridorunu açmayı kabul etti. Ve İsrail tankları, Gazze’nin güneyindeki Han Yunus’tan çekildi.
Bundan sonra İsrail kuvvetlerinin bölgeden tamamen çekilmesi, yeni bir ateşkes antlaşmasının imzalanması, silâhların susması bekleniyor.
Tâ yeni bir saldırı ve katliâm dalgasına kadar.
Şimdiye kadar hep öyle olageldi. Umarız, bu defa yine yüzlerce masum Filistinlinin hayatına mal olan tırmanış son olur ve İsrail azgınlığının tekrarlanmasına imkân vermeyecek tedbirler alınarak, kalıcı bir barışın şartları oluşturulur...
Ve Filistin’deki kanlı fâsit daire artık kırılır.
Bu noktada, günler süren bir sessizlikten sonra nihayet konuşan ve Gazzelilere ölüm yağdırılan bir ortamda sanki İsrail’de de böyle bir durum yaşanıyormuşçasına “dengeleyerek” dahi olsa sivil kayıpların “çok acı” olduğu mesajı veren Obama’nın görevi devraldıktan sonra izleyeceği politika son derece kritik öneme sahip.
Dileriz, Obama son beyanında, yaşananlar açıkça orta yerde iken İsrail için gözettiği dengeyi, Ortadoğu barışı için gündeme getirmesi gereken girişimlerde Filistinliler lehine kaydırarak âdil bir çözüme ulaşılmasına katkıda bulunur.
Böyle yapılmaz ve Bush döneminde iyice şirazeden çıkan “her hal ve durumda, kayıtsız şartsız İsrail destekçiliği” sürdürülüp, Filistinliler, kendilerine biçilip dayatılan çerçeveye zorlanırsa, Obama da derin bir hayal kırıklığı olarak tarihteki yerini alır ve Amerika-İsrail ikilisi başta olmak üzere herkes bir defa daha kaybeder.
Gelişmelerin hangi yönde seyredeceğini önümüzdeki süreçte hep birlikte görüp yaşayacağız.
İsrail’in bombalı saldırılarının tavsamaya başladığı gün Türkiye’nin gündemine, böylesi durumlarda kullanılan klâsik tabirle “bomba gibi” düşen ve Gazze başta olmak üzere diğer bütün konuları arkaplana iten şok bir gelişme yaşandı.
Dâvâsının ilk bölümü devam eden Ergenekon operasyonu kapsamında, aralarında iki emekli orgeneralle Kemal Gürüz gibi ilginç isimlerin yer aldığı gözaltılar gerçekleşti. Aynı dalgada evlerinde arama yapılan Sabih Kanadoğlu’nun yaş haddinden dolayı içeri alınmadığı belirtildi.
Son dalganın vurduğu flaş isimlerin ortak özelliklerinden biri, 28 Şubat sürecinde etkin roller üstlenmiş olmaları. Ve 2003-4’teki darbe planlarıyla irtibatlı olduklarını düşündüren bazı tavırlar sergilemiş olmaları. E. Org. Kemal Yavuz’un yazılarında ve TV konuşmalarında buna dair ipuçları vermiş olması ve Gürüz’ün “Ordu göreve” pankartlarının taşındığı rektörler yürüyüşünde boy gösterip, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanını makamında ziyaret etmesi gibi...
Önceki dalgalarda içeri alınan diğer bazı Ergenekon sanıklarıyla yoğun ilişkileri de cabası.
Dikkatleri yine Ergenekon’da yoğunlaştıracak bir gelişme bu. Umarız, süreç iyi yönetilir ve Filistin’i unutturmadan doğru sonuçlara bağlanır.
09.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Obama, Gazze’deki katliâmı gör! |
|
Aslında ‘söz’ çoktan bitti, ama ne çare ki gerçekleri tekrarlamaktan başka çare de yok. İsrail’in Filistinlilere yaptıkları karşısında ‘insanlık’ harekete geçmiş durumda. Her ne kadar ‘başkan’lar sessizce katliâmı izlemeyi sürdürse de, fertler Gazze’de devam eden katliâmın sona ermesi için duâ ediyor.
Birkaç gündür bu konuları gündeme taşımaya çalışırken, konu hakkında ‘ehil’ olanların tesbitlerini aktarmaya çalıştık. Bugün de, Hamas yetkililerinden Dr. Ebu Musa Mazruk ile Şam’da yapılan bir röportajdan tesbitler aktarmak istiyoruz. Akşam gazetesinden Nagehan Alçı, İsrail’in Gazze’de başlattığı kara saldırısından birkaç saat önce Halid Meşal’ın yardımcısı Dr. Ebu Musa Mazruk ile görüşmüş. Dr. Mazruk, “Durup dururken, el-Fetih varken, siz niçin Filistin’i yönetmeye talip oldunuz?” anlamına gelecek bir soruyu cevaplandırırken şöyle demiş: “Biz talip olmadık. Halk karar verdi.” (Akşam, 5 Ocak 2009)
Aslında Filistin’de yaşanan katliâma herkes şaşıyor. ‘Dost’lar duâ ederek ‘zalime karşı direnmeyi’ desteklerken; ‘düşman’lar da bunca yıl, bunca zulme rağmen Filistinlilerin teslim olmamasına şaşıyor. Bu konudaki bir soruyu da cevaplandıran Dr. Ebu Musa Mazruk, “(Direnme konusunda) Bizim sistemimiz her zaman hazır. O sistem insanların kendisi. Bunu İsrail de gayet iyi biliyor. Biliyorlar ki Filistinliler hiçbir zaman teslim olmuyor. Görecekler, şimdi de olmayacağız” demiş.
Dünyayı ‘idare edenler’ bekliyor ki Filistinliler pes etsin, teslim olsun, zulme karşı çıkmasın, haksızlığa boyun eğsin. Elbette bunca zulme rağmen ‘dik durabilmek’ ayrı bir meziyet. Mazruk, bu konuda çok emin. İsrail’in savaşı tercih edişini şöyle değerlendirmiş: “Eğer sürekli savaşıyorsan bir şeyleri başaramıyorsun demektir. Bu yüzden İsrail kesinlikle kaybedecek, çünkü asla Hamas’ın teslim olduğunu görmeyecek.”
Peki, Filistinliler ne istiyor? Cevap şu: “Bizim ne istediğimiz belli: Gazze üzerindeki ambargo kalksın, kapılar açılsın diyoruz. Çünkü bize uygulanan da bir nev’î savaş. Bunun sona ermesini istiyoruz.”
Bu nokta da çok önemli. Bazıları, ‘savaş’ın kara harekâtıyla ya da uçakların Gazze’yi bombalamasıyla başladığını düşünüyor. Hayır, asla ve kat’a durum böyle değil. Yıllardan beri süren gerçek savaş bir yana, Gazze’ye aylardan beri uygulanan ‘ekonomik ambargo’nun, tahrip açısından bugünkü ‘fiilî savaş’tan ne farkı vardı? Ne yazık ki bütün dünya Gazze’de bir milletin açlık ve sefaletle ölüp yok olmasını beklemeyi yeğledi.
Mazruk’un açıklamalarında; İslâm dünyasının Gazze’ye gerektiği gibi yardım etmediği konusunda da farklı bilgiler var. Belki ‘diplomatik’ bir dil kullanılmış, ama bu konuda şikâyetçi görünmüyorlar: “İslâm dünyası bize çok yardımcı oluyor. (Ama) Maalesef dünya resmî olarak güçlü olanların yanında duruyor.”
En çok eleştirilen ‘ihtilâf’ konusu da Mazruk’a sorulmuş. Cevabı şöyle: “Aslında sorun ne biliyor musunuz? Dış güçler. Biz kendi başımıza kalsak arada hiç problem olmaz. Aslında el-Fetih de Hamas gibi başladı ama 37 yılda geldikleri noktaya bakın. Ne başardılar? Filistinliler’in daha çok acı çekmesi dışında hiçbir şey.”
Can alıcı tesbitlerden biri de şu: “Dünya, mülteci kamplarında yaşayan Filistinliler’i görmek istemiyor. Medyayı da Yahudiler kontrol ediyor. Meselâ Obama İsrail’e gidip bacağı kopmuş bir çocuğu ziyaret ediyor. İsrail’de böyle iki çocuk var. Oysa yalnızca Gazze’de böyle 4000 çocuk yaşıyor.”
İsrail, ‘çocuk katili’ damgasıyla yargılanmak istemiyorsa bu katliâma son versin.
09.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
İnsanlıktan yanayız |
|
İsrail’in Gazze’deki vahşi katliâmı, her geçen gün insanlığa yeni dersler ve ibretler vererek sürüyor. Mesele ne medeniyetler çatışması, ne kültürler çatışmasıdır. Mesele tamamen menfaatler, nefisler, hırslar ve hasetler çatışmasıdır. Çünkü semavî olsun veya olmasın yeryüzündeki bütün dinlerin hiçbirisine sığmayacak, ondan da öte insanlarda doğuştan mevcut fıtrî dinin ma’kes bulduğu vicdanların ve sağduyuların hiçbirisinin kabullenemeyeceği bir vahşetle karşı karşıyayız. Bu vahşetin milleti, bloku, kıt'ası, bölgesi yoktur ve bu tür katliâmın mazereti, gerekçesi olmaz. Mesele Filistin-İsrail meselesi değil, insanlık meselesidir.
Görülmüyor mu ki bir tarafta içimizdeki vatanı, milleti, bölgesi, kültürü aynı olan, ama İsrail’in zulmünü normal karşılayan ve bir yerde haklı bularak taraf tutan bizimkiler varken öbür tarafta İsrail’in zulmünü protesto eden, lânetleyen dünyaca meşhur İsrailli müzisyen Gilad Atzmonlar, İsrailli şair-romancı Jonathan Geffenler var. Yani insaflı, vicdanlı Yahudiler. Atzmondan sonra dün bütün sitelerde şair Jonathan Geffen’in demeci yer almıştı. İkinci Dünya Savaşı esnasında Hiroşima’ya atom bombası atılmasının akabinde bu insanlığın yüz karası bombalama hadisesini meşrû göstermek isteyen ABD başkanı Truman’ın “Madem ki bu bombaya sahibiz, bunu kullanmalıydık” açıklamasına atıfta bulunarak sözü kendi ülkesine ve devletine getiriyor ve ironik ifadelerde bulunuyor: “Elimizde tonlarca füze olduğuna göre Gazze’deki mezarlıkları bombalamalıyız! “
Geffen çoluk çocuk demeden Gazzelileri katledenlere ağır suçlamalarla dolu ifadeler yöneltiyor: “Hangi adaletten, hangi onurdan söz ediyorsunuz?”
Dünyanın birçok yerinde ve İsrail topraklarında yaşayan binlerce Yahudi kökenli insanın da sürdürülen ahlâksız savaşı onaylamadığına, yürüyüşler ve nümayişlerle protesto ettiklerine şahit olduk ve olacağız. Almanya’da devlet televizyonu ARD’nin haber sitesinde İsrail zulmünü eleştiren yorumlar yapılması da zulmün—eğer bozulup tefessüh etmemişse—hiçbir vicdanda makes bulamayacağının bir işareti sayılabilir. Söz konusu yorumda geçen şu cümlelere katılmamak elde değil. “Temel sorun İsrail taraftarlığıdır. Eğer öldürülenler İsrailli olsaydı Avrupa’nın baş diplomatları yıllık tatillerini anında keserlerdi.” Anlaşılan o ki bu işin ırk, millet, din boyutu değil, insanlık boyutu öne geçmiştir. İsrail hükümetinin tehditvari söylediği “Herkes tarafını belirlesin, tarafını seçsin.” açıklamasına karşılık olarak bütün dünya insanlıktan yana, adaletten tarafa olduğunu elbette deklare edecektir.
İsrail’in yaptığı harekât savaş değildir. Kesinlikle savaş sayılamaz. Okullara, mabetlere, hastanelere bomba atan, savunmasız insanlara karşı en gelişmiş ve en sinsi silâhları kullanan, tam donanımlı askerlerine mukabil karşısında gıda ve ilâç ambargolarıyla; su, yakıt, enerji ablukasıyla tâkatsiz, halsiz bırakılmış sivil halka saldırmak, bir suçlu için bütün masumları cezalandırmak sayılan bu saldırı, asla savaş kelimesiyle nitelendirilemez. Çünkü ta ilk çağlardan beri yapılan savaşların bir gerekçesi, bir kanunu, kuralı hatta hukuku varken bu saldırının, bu işgalin hiçbir kanunu, hukuku yoktur. Kısaca savaşın ve savaşmanın yasal bir çok boyutu vardır, ama kan akıtmanın, katliâm yapmanın hiçbir yasal dayanağı yoktur. Hiçbir din, hiçbir ideoloji, hiçbir vicdan, bu tür kan akıtmayı, katliâm yapmayı onaylamaz. Velev ki cinnet söz konusu olsun. Bugün İsrail hükümetinin ve İsrail yandaşlarının içinde bulunduğu durum da olsa olsa cinnetle izah edilebilir.
İsrail devleti sanırım bu tür cinnet dolu davranışlarıyla dünyadaki bütün dostlarını kaybedecek ve kendi sonunu kendisi hazırlayacaktır. İkinci Dünya Savaşından sonraki dünya milletlerinin Yahudilere mağdur ve mazlûm sayan bakışı ile bu günkü İsrail politikaları karşısında zalim ve gaddar olarak bakışları arasındaki fark, gelecekte İsrail’i nelerin beklediğini çok iyi ve net bir şekilde göstermektedir.
09.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Demokrat Partinin seyir defteri (2) |
|
Demokrat Partinin seyir defteri, Türkiye’de demokrasinin seyir defteridir. Aslında Demokratların millete ve milletin değerlerine hizmet misyonu, 7 Ocak 1946’ta Demokrat Parti’nin “kuruluş beyânnâmesi”nde de açıkça vurgulanmakta; milletin mânevî değerlerine hizmetin, demokratlık ve hürriyetçilik misyonuyla din eğitimi ve öğretiminin bir “vazife” ve “vecîbe” olduğu açıkça belirtilmekte.
Bediüzzaman’ın takdir ettiği Demokratların kökeni Osmanlı Ahrar Fırkası, Osmanlı’yı 33 sene ayakta tutan Aziz hünkâr Sultan Abdülhamid’in yeğeni olan Prens Sabahaddin’in “meşrûtiyet, hürriyet ve teşebbüs-i şahsî” fikirlerinin bir asır önce Osmanlı’nın ufkuna taşınmasına dayanır. Çünkü bunlar, Bediüzzaman’ın “Kur’ân nâmına alkışlıyorum” dediği, esasında Kur’ân’ın bindörtyüz sene önce ortaya koyduğu meşveret, hürriyet, adalet ve kanun hâkimiyetini esas alan İslâm’ın insanlığa getirdiği insanî değerlerdir…
İttihad ve Terakki’nin tekelciliğine ve tepeden inme dayatmacılığına karşı, orduyu siyasete karıştırıp baskı aracı olarak kullanmasına mukabil Ahrar Fırkası, demokrasiyi ve sivil siyasetin hâkimiyetini esas alır. Bediüzzaman’ın devrin gazetelerine yazdığı makalelerde, yayınladığı broşür ve beyannâmelerdeki açık beyânıyla, “Asker neferatı siyasete karışmaz” prensibinden hareket eder.
Bundandır ki Ahrarlar, kuru bir isimden ibâret değil, gerçek “hür teşebbüs ve meşrûtiyet - demokrasi” hareketidir. Bundandır ki Ahrarların devamı olarak Demokratlar, Cumhuriyeti demokrasi ile taçlandırmışlar, “mânâsız isim ve resim”den kurtarmışlardır. Ve yine bundandır ki II. Meşrûtiyetin ilânının ardından kurulan “Ahrar Fırkası”nın misyonunu yüklenen Demokrat Parti’nin misyonu büyüktür.
RADYODA KUR’ÂN VE
MEVLİD OKUTULMASI
Çünkü Demokratlar, Bediüzzaman’ın, “Kur’ân, İslâmiyet ve vatana zarar veren dinsizlik cereyanı” ile “müstemlekâtların (işgal ve istilâ altındaki İslâm dünyasıyla) Türkiye’nin alâkasını kesmeye, dinsizliği neşretmeye uğraşan ifsad komitesi” olarak tanımadığı “iki dehşetli müthiş cereyan”a, “mesleklerince ve siyasetlerince muârızdırlar.” (Emirdağ Lâhikası, 423-424)
7 Ocak 1946’da bu mânâ için Demokrat Parti kurulur; tek parti devri diktasına karşı verilen demokratik yiğitçe mücâdele ile 14 Mayıs 1950 seçimleri zaferle neticelenir ve 408 milletvekiliyle iktidara gelir. CHP sadece 69 milletvekili alır.
22 Mayıs’ta Adnan Menderes Türkiye Cumhuriyetinin 19. hükûmetini kurar, Meclis Başkanlığına Refik Koraltan seçilir. 9 Haziran’da Menderes DP Genel Başkanlığına getirilir.
Türkiye’nin maddî-mânevî kalkınmanın hamlesi başlatılır. Bu inançla ilk icraat olarak, hükûmetin kurulmasından üç hafta sonra 16 Haziran’da Türk Ceza Kanununda yapılan değişiklikle 526. maddeden “Arapça ezân ve kâmet okuyanları” cezalandıran ibâre çıkarılır. Ezân-ı Muhammedî’nin aslî lisânıyla okutulması üzerindeki yasaklar kaldırılır.
Peşinden 5 Temmuz’da “Radyoda dinî program yayınlama yasağı” kaldırılarak, radyoda Kur’ân tilâvet edilir, dinî programlar yapılır, mevlid yayınlanır.
14 Temmuz’da Genel Af Kanunu çıkarılır ve aftan kısmen yararlanan Nâzım Hikmet serbest bırakılır, Yeni Basın Kanunu kabul edilir. 24 Temmuz’da sansürün kaldırılması “Basın Bayramı” olarak kabul edilir.
25 Temmuz’da Türk askerinin Kore’ye gönderilmesi kararı verilir ve 17 Ekim’de ilk birlik Kore’ye gönderilir. 10 Ağustos’ta, Bulgaristan’ın asimilasyon politikasıyla Balkanlardan sürülen 150 binin üzerinde Müslüman Türk göçmeni Türkiye’ye yerleştirilir.
13 Ağustos’ta muhtarlık seçimlerini, 3 Eylül’de belediye seçimlerini, 15 Ekim’de İl Genel Meclisi seçimlerini de DP kazanır…
Camilerde din görevlilerine maaş bağlanır, Kur’ân kursları daha yaygın hâle getirilir. Bugün Diyanet’e 80 binden fazla din görevlisinin atanması, binlerce Kur’ân kursu, yüzlerce imam hatip okulu, onlarca yüksek İslâm enstitüsü ve İlâhiyat fakültesi Demokrat Parti ve devamı partilerin eseridir.
DİN DERSLERİNİN
MEKTEPLERDE TEDRİSİ…
Ve 21 Ekim’de ilk ve orta mekteplerde din dersleri zorunlu hale getirilir…
Aslında merhum Başvekil Adnan Menderes’in, daha sonra darbeye “gerekçe” gösterilen “Konya Nutku”nda, “Türk milleti Müslümandır ve Müslüman olarak kalacaktır; ve İslâmiyetin icâplarını elbette yaşayacaktır” sözü, Demokrat Parti’nin inanç ve mânevî değerlere dair politikasının özetini teşkil eder.
Menderes’in, “Milletin evvelâ kendine ve gelecek nesillere dinini telkin etmesi, onun esasını ve kaidelerini öğretmesi, ebediyen Müslüman kalmasının münâkaşa götürmez bir şartıdır. Halbuki mekteplerde din dersi olmayınca, evlâdına kendi dinini telkin etmek ve öğretmek isteyen vatandaşlar bu imkânlardan mahrum edilmiş olurlar. Müslüman çocuğu, dinini öğrenmek gibi pek tabiî bir haktan mahrum edilmemek icabeder. Böyle mahrumiyet ve imkânsızlık vicdan hürriyetine uygundur denilmez. Bu itibarla orta mekteplerimize din dersleri koymak, yerinde bir tedbir olacaktır” ifâdesi, Demokrat Parti’nin din eğitimi ve öğretimi perspektifinin açık bir ifâdesi olur. Bu perspektifle, Demokrat Parti’nin Millî Eğitim Bakanı merhum Tevfik İleri, “Bizim için yol, köprü, baraj yapmak ne ise imam hatip okulu açmak da odur” diye konuşur.
Yine bu perspektifle, sayıları 465’e varan imam hatip okulları DP, AP ve DYP iktidarları tarafından açılır.
Özetle iktidara geldiğinin daha ilk yılında milletin mânevî değerlerine hizmeti esas alan icraatlar millette büyük bir ferahlık meydana getirir, yurtta topyekûn bir memnuniyet içinde maddî ve mânevî kalkınma heyecan ve gayreti görülür.
Kısacası “14 Mayıs seçimleriyle çeyrek asrın diktatöryası zir ü zeber edilip çatır çatır yıkılırken, millet, kendi mukedderâtına hâkim olmaktan duyduğu hudutsuz bir sevinç içinde bayram eder.” (Tarihçe-i Hayat., 548)
Ne var ki Demokrat Parti iktidarı eline alır almaz ezân-ı Muhammedînin serbestîsini temin etmesi, bu sebeple halkın muhabbetini kazanarak kendi kuvvetinden yirmi defa daha bir kuvveti elde etmesi Halkçıları müthiş endiye düşürür. (a.g.e.,, 553)
Bu telâşla daha ilk yılda, ifsad şebekeleri, mason komiteleri komplolar kurarlar, Demokratları düşürme plânlarını yaparlar…
09.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
İsrail’in cezasını kim kesecek? |
|
İsrail’in, Gazze’de 27 Aralık’ta başlattığı soykırım sürüyor. Havadan başlayan saldırılarını denizden ve karadan devam ettiriyor. BM okuluna sığınan Filistinlileri dahi bombalamaktan kaçınmayan, birçoğu bebek ve kadın olan 40’ın üzerinde insanı bu okulda öldürürken dünya hâlâ kınamanın dışında bir adım atmıyor. Birleşmiş Milletler “ateşkes kararı” dahi alamıyor. Dünyaca yasaklanan misket bombaları ile ölüm kusuyor.
Bu bir savaş değil, tam bir soykırım ve katliâmdır. Bunun adını iyi koymak lâzım. Ateşkes sağlansa dahi bunun uzun süreli olmayacağı geçmiş “ateşkesler” göz önüne alındığından belli. Kalıcı bir çözüm bulunmadıkça sağlanacak ateşkesler hiçbir işe yaramayacaktır. İsrail her zaman bir bahane bulacak ve Filistin’in tepesine bombaları yağdırmaya devam edecektir.
Stratejik konumu bulunan 360 kilometrekarelik küçük bir alana (Ankara’nın Sincan ilçesinin yüzölçüzümü 420 kilometrekare) hapsedilmiş 1.5 milyon Filistinli bir taraftan yiyecek yemek ve ilâç bulamıyor, bir yandan da bombalar başlarında patlıyor. Hastaneler sivillerle dolu. Yaralılar tıbbî gereçler olmadığı için ölüme terk edilmiş durumda. İnsanlar sığındıkları yerlerden çıkamadıkları için ölen yakınlarını defnedemiyor. Sınır kapıları kapalı olduğu için insanlar dar alanda sıkışmış durumda. Gıda ve ilâç yardımları İsrail’in müsaade ettiği kadar ulaşabiliyor. “Bebek katilleri” yaralı götüren ambulansları dahi vuruyor. İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak, yüzsüz yüzsüz, Gazze’deki insanların huzuru sağlamak için bu “savaşa” giriştiklerini söyleyebiliyor. Tıpkı, ağababası ABD’nin Irak’ı işgal ettiğinde söylediği gibi…
Yani insanlık katlediliyor, dünya 15 gündür seyrediyor.
* * *
Bebek katillerinin geçmişi de kirli. Tarihi katliâmlarla dolu... 1948 yılında Birleşmiş Milletler kararıyla Filistin toprakları bölünüp, İsrail devleti kurulmasından itibaren İsrail sürekli olarak soykırım yapıyor. Ortadoğu’da bir çıbanbaşı gibi duran İsrail o tarihten bu yana Ortadoğu’ya kan ve gözyaşından başka bir şey getirmedi.
Türkiye-İsrail arasındaki ilişkiler hep inişli çıkışlı bir seyir takip etmiştir. İsrail’in 5 Haziran 1967’de, komşuları Mısır, Ürdün ve Suriye’ye saldırdığı ve “6 gün savaşları” denen ve topraklarını dört kat genişlettiği savaşta Türkiye açıkça Arap ülkelerinden yana tavır almış ve İsrail’le ilişkilerini en alt düzeyde sürdürmüştü. Türkiye, bu savaş esnasında topraklarının ABD tarafından İsrail’e lojistik destek sağlamak amacıyla kullanmasına izin vermemiş; Arap ülkelerine askerî yardım götüren SSCB uçaklarına ise hava sahasını açmıştı. Türkiye bu savaştan sonra İsrail`in işgal ettiği topraklardan çekilmesini öngören BM Güvenlik Konseyi’nin kararını desteklemiş ve Kudüs’ün statüsünün değiştirilmesini önleyen Genel Kurul kararına da katılmıştır. Dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, İKÖ’nün kurulması çalışmalarını başlatmak üzere toplanan 25 İslâm ülkesinin devlet ve hükümet başkanlarının dâvet edildiği toplantıya katılmıştı.
Yine, 1980’de İsrail “Kudüs’ü daimi başkent” ilân ettiğinde o günkü hükümetin başında bulunan Demirel, bu kararın uluslar arası hukukun ihlâli olduğunu söyleyerek, Türkiye’nin Kudüs konsolosluğunu kapatacağını açıklamıştı.
Bu tarihî bilgileri Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “İsrail’le ilişkileri kesin” diyenlere gösterdiği tepkisi üzerine hatırlatma gereği duydum. Başbakan bunu söyleyenlere “Arkadaşlar, biz bakkal dükkânını idare etmiyoruz. Biz Türkiye Cumhuriyeti’ni idare ediyoruz” sözleri ile çıkışıyor. Oysa kendisi de 2002 yılında yine İsrail’in katliâm yaptığı günlerde “Bu terör karşısında Türkiye’nin İsrail’le imzaladığı M-60 tanklarının modernizasyonuna ilişkin antlaşmayı askıya alması gerekir. Eğer mevcut hükümet Türkiye’nin gücünün farkında değilse yazıklar olsun. 700 yıllık Türkiye, tanklarını modernize etmek için 50 yıllık İsrail’e muhtaç oluyorsa, bu kara kara düşünülmesi gereken bir unsurdur.” (Can Dündar, Milliyet, 6.1.2009) diyerek “haklı tepkisi” dile getirmişti. Şimdi ise bunu söyleyenlere niye sinirleniyor.
Türkiye’nin son saldırılardan sonra yaptığı diplomatik girişimleri elbette çok faydalı olmuştur. Ancak Filistin’de yaşanan katliâmlara seyirci kalınmamasını istemek ve bazı tekliflerde bulunulmasına tepki göstermek yerinde olmasa gerek.
Bir vatandaş olarak ve Başbakanın “akl-ı selim ile oturup kalkanların getireceği bir şey varsa oturur konuşuruz” sözünü de dikkate alarak birkaç teklifi burada sıralayalım. Son dönemde iki İsrail firmasına verilmesi kararlaştırılan 141 milyon dolarlık F-16 uçakları modernizasyon ihalesi, 54 adet F-4 savaş uçağının modernizasyonunu yapan İsrail’in ikinci paket F-4 modernizasyonun da yapması ve füze savunma sistemi projesinde, İsrail Arrow ile ihaleye katılması engellenemez mi? 48 adet F-5 savaş uçağının modernizasyonu ile M-60 tanklarının modernizasyonunu da İsrail yapıyor. Yine Türkiye İsrail’den 10 adet insansız hava aracı satın aldı ve askerî istihbarat alanında 167 milyon dolarlık bir antlaşma imzalandı. Bunlar askıya alınamaz mı?
* * *
Artık söz dönemi bitti. Çünkü İsrail 60 yıldır olduğu gibi yine “sözler”e kulak asmıyor. O zaman hiç değilse ekonomik olarak “ceza vermek” gerekmez mi?
Özetle, İsrail’le yapılan askerî, ticarî antlaşmalar bozulamazsa da dondurulma noktasına getirilemez mi? Elbette getirilir. Tarihimizde yaşanan “ilişkileri en alt düzeye indirme” örnekleri gibi,—hiç değilse—elçimizi geri çağırarak ve buradaki İsrail büyükelçisini geri göndererek ilişkiler en alt düzeye indirilmesi büyük bir tavır olmaz mı?
09.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
107 yaşında bir ulu çınar, bir Osmanlı delikanlısı |
|
Bu defa hizmet seferimiz Balıkesir ili ve ilçelerine düştü.
Çok değerli ağabey ve kardeşlerimizin dâveti üzerine Osmanlı diyarı, güzel ilimiz Balıkesir ve ilçelerinde dolu dolu dört gün geçirdik.
Yep yeni simalarla, değerli hizmet erleriyle müşerref olduk. Bandırma, Bigadiç, Sındırgı, Erdek, Edincik’te yıllardan beri bu kudsî hizmeti omuzlayan, vefakâr ve cefakârca yürüten, değerli dâvâ adamları ağabey ve kardeşlerle zihin tazeledik. Dertleştik, halleştik. Dâvâmızı konuşup, tanımakla şeref duyduğumuz Risâle-i Nur Külliyatının engin sularında hakikat hazinelerini ve yakutlarını paylaşmaya çalıştık. Üstadımızın asırlara, tarihe, beşeriyete Kur’ân’dan getirdiği can baha reçeteleri terennüm etmeye gayret ettik.
Ve hizmet turumuzu bir Osmanlı çınarı 107 yaşındaki Hasan Amcayla taçlandırdık Elhamdülillâh.
Yer, Balıkesir ili, Bigadiç İlçesi, Kadıköy’ü.
Kadıköy, Bigadiç’e yedi kilometre mesafede. Doksan haneli tipik bir Anadolu köyü.
Bu Anadolu toprağının bozkırında “Osmanlı kokusunu” ve esintisini hissetmemeniz imkânsız.
Bir asalet, bir derinlik, bir sükûnet, vakar ve sadelik var...
Eski İstanbul-İzmir yolu üzerinde bir köy.
İşte bu köyde asırlık bir “çınar” var. Osmanlı yadigârı dinç bir delikanlı!
Lâkabı, Hacı Hafız.
Asıl adı; Hasan Bilgiç.
Yaşı: 107.
Evet kendi beyanı bu. Nüfusta, resmî kayıtlarda doğumunun 1929 olduğunu, fakat ana yaşının—ilmî tabirle “kemik yaşının”—107 olduğunu beyan ediyor.
Ve başlıyor sohbetimiz...
Hasan Amca, siz hiç okula veya medreseye gittiniz mi?
Hayır.
Kur’ân’ı kaç yaşında ezberlediniz?
Yirmi yaşında Kur’ân’ı hıfzettim. Hafız oldum.
Kur’ân’ı nasıl ve kimden öğrendiniz?
Köyümüzün hocasından.
Nur talebelerinin namazdan sonra yaptıkları tesbihâtı, kırk yıldır camide cemaatle beraber yaptığınızı duyduk. Bu doğru mu?
Evet, doğrudur.
Bediüzzaman ismini kimden ve ne zaman duydunuz?
Bediüzzaman’ın ismini, hafızlığa çalışırken camiye gelenlerden ve köylülerden duydum. Senesini hatırlamıyorum ama Bediüzzaman’ın Afyon hapsinde yattığı yıllardaydı sanıyorum ilk ismini duyduğum an. Büyük bir âlim olduğunu ve Afyon Cezaevinde yattığını söylüyorlardı. Ben de hafız olduğum için içimden böyle bir zatı görmeyi ve duâsını almayı çok istedim.
Peki Bediüzzaman’ı görebildiniz mi? Konuşmak, duâsını almak mümkün oldu mu?
Evet, gördüm. Ama bizzat konuşup, duâsını almak mümkün olmadı. Gıyâben duâsını aldığıma inanıyorum.
Bediüzzaman’ı nerde, ne zaman, nasıl gördünüz?
İstanbul’da gördüm. Fatih Camii'nin önünde. Ben hafız olduğum için İstanbul’daki Hırka-ı Şerif Camii’ne her sene “Hırka-i Şerif” merasimine gidiyordum. On beş, yirmi sene bu ziyaretlerim devam etti. Yılını hatırlamıyorum. Demokratların iktidar olduğu dönemdeydi. Yine bir gün Fatih Camii’nin yanından Hırka-i Şerif Camii’ne gidiyordum. Yolda bir kalabalık gördüm. O sıralar Fatih Camii’nin etrafı çok genişti. Seksen dönüm kadar bir boşluk vardı. Yol çalışmaları ve inşaat vardı. Reşadiye Otelinin yanından yol açıyorlardı. Demokratların, inançlı insanların isteklerine uyarak camileri tek tek ibadete açmalarından dolayı milletin camilere karşı büyük bir teveccühü vardı.
Demokratlardan önceki karanlık dönemde camiler yıkılmış ve kapatılmıştı. Mabedler mahzundu. Demokratların döneminde Müslümanlarda bir rahatlama olmuştu. İşte böyle bir seferde, Fatih Camii’nin önünden Hırka-i Şerif Camii’ne doğru gidiyordum. O sırada yolda kalabalığın arasında bir taksi yol almaya çalışıyordu. Taksinin Bediüzzaman’a ait olduğu söylendi. Takside önde şoför, arkada da tek başına kendisi oturuyordu. Caminin etrafındaki yol ve genişleme çalışmalarından dolayı Bediüzzaman’ın taksisi yol alıp ilerleyemiyordu. Fakat halk, elbirliğiyle arabanın camiye ulaşmasını sağladı. Ben de bu kalabalık arasından Bediüzzaman’ı görmeye, elini öpmeye niyet ettim. Kendini arabasının içinde gördüm fakat konuşup, elini öpüp, duâsını almak o an mümkün olmadı.
Doğruca Hırka-i Şerif Camii’ne gittim. O gün orada Mısır Kralının oğlu da vardı. Hatta hiç kimseden para almadığım halde, o gün o kalabalığın arasından birisi bana elli lira vermişti. Bu parayla Mısır Kralının oğlu ve yanındaki iki adamına yemek ısmarlamak için on lirasını vereyim diye çıkarıp adamların birisine tercüman vasıtasıyla parayı takdim ettim. Kralın oğlu benim bu hareketim karşısında cüzdanını çıkararak: “Ben bir kral oğluyum, zenginim, sen istediğin kadar para al” diye bana uzattı. Tabi ben almadım.
Bu ziyaretin ardından tekrar Fatih Camii avlusundan çıktık. İsmini Abdurrahman veya Abdurrahim olarak hatırladığım, elli yaşlarında Bediüzzaman’ın talebelerinden olan bir zât bana çantasından çıkarıp üç tane kitap verdi. Bu kitaplar nasıl kitaplar diye baktım. Üzerinde “Bediüzzaman Said Nursî” yazıyordu. Hatırladığım kadarıyla, Küçük Sözler ve tesbihât kitaplarıydı. Bu şahıs bana bu kitapları verdikten sonra: “Üstadın size çok selâmı var. Benimle görüşmek isteyen görüşemezse üzülmesin. Benim kitaplarımı okumak benimle görüşmek gibidir. O kâfidir” dedi. Ben de o kitapları alıp çantamda köye getirdim.
Ben bu köyde kırk yıllık imamlık yaptım. Kitapları cemaate okudum. Tesbihâtı da hiç terk etmeden devamlı yaptım. Hâlâ da yapmaya devam ediyorum. Camideki cemaate de devamlı kırk sene tesbihâtı okudum. Ama kimseyi zorlamadım. “Canı sıkılan varsa çıksın gitsin, isteyen benimle kalsın” dedim ve sesli olarak beş vakit namazda bu tesbihatı devamlı yaptım. Şimdi de kendi evimde şahsen okumaya devam ediyorum. Tesbihatı yapmayı hiç terk etmedim.
(Bu arada, isteğimiz üzere tesbihatı bize de okuyor. Orada bulunan hepimizin hayranlıkla dinlediğimiz: “Ya Cemili Ya Allah, Ya Karibi Ya Allah…” diye bir anda, iştahla, zevkle ve sesli olarak Esmâ-i Hüsna’yı net ve fasih bir şekilde okuyor.
Arkasından “Subhaneke ya Allah teâleyte ya Rahman Ecirnâ minennar…” diye başlayan sabah ve ikindi namazlarından sonra okuduğumuz bölümü de hiç eksiksiz, yanlışsız, tecvitli olarak okuyor. Maşallah, barekâllah, Subhanallah demekten kendimiz alamıyoruz.
Kur’ân’ı hâlâ gözlüksüz okuduğunu, birkaç sene önceye kadar on saatte bir Kur’ân hatmettiğini, şimdilerde ise Kur’ânı ancak on beş saatte bir hatmedebildiğini söyleyen bir asrı aşan bereketli bir ömrün sahibi Hasan Amcamız, diğer kitapları gözlüksüz okuyamadığını beyan ediyor.
Cevşendeki, “Delâilinnur” bölümünün de elli senedir “virdi” olduğunu ve hiç terk etmediğini söylüyor.)
Bu bereketli ve uzun ömrün sırrı nedir? Neler yiyip içiyorsunuz?
Köydeki herkes ne yiyorsa, ben de onları yiyorum. Farklı bir beslenmem yok. Fakat ben Hazret’in (Bediüzzaman’ın) duâsını aldığımı ve onun bereketiyle bu nimete nâil olduğumu düşünüyorum.
Bu son söz, bize, tam on sene önce 1999 yılının Temmuz ayında Van’ın Erciş kazasında yaşamakta olan ve o zaman 105 yaşında olan Mustafa Çakır Amcayı hatırlattı. O da Üstadın duâsını almış. Üstada,—sürgün zamanı—altı gün yemek taşımış. Bu hizmetine karşılık da Üstadın, kendisinin sırtını sıvazlayarak “Sana hastalık ve dert ârız olmasın” diye duâ ettiğini söylemişti. Bildiğim kadarıyla şimdi Rahmet-i Rahmana kavuşan Mustafa Amcamız da, “Bu ömrü neye borçlusunuz?” diye sorunca: “Ben bu sıhhati ve bereketi Seyda’nın duâsına borçluyum. Ben bu kadar uzun ömrümde ve hayatımda bir gün doktora gitmemişim. Bir tane de hap atıp hiçbir ilâcı almamışım. Sanki benim içimde iç organlarım yoktur. Şimdiye kadar hiçbir organımın ağrıdığını da duymamışım” demişti. Aynı çizgi, farklı mekânlarda devam ediyor.
Ecdad yadigârı bu vatanda, böyle mübarek nesli ve ulvî hakikatleri yıllarca, vefalı, sadakatli, kadirşinas ve değerli insanlarla nesl-i âtide görmemiz dilek ve temennisiyle...
ÖZÜR VE DÜZELTME:
2.1.2009 Cuma günkü gazetemizde “Hasbihâl” köşesinde yayınlanan “İsmail Hakkı İzmirli’nin hatıraları”yla ilgili iki müdakkik dostumuzun ikazı üzerine bu açıklamayı yapma gereği duydum.
Birinci olarak; ilk bölümde geçen “Üstad hapisteyken o da hapse düşmüş. Birkaç ay orada kalmış” ifadesi sehven ve dikkatsizlik eseri olarak kayıtlara geçmiştir. Doğrusu “Ben de, Üstadın hapis yattığı aynı Afyon hapsinde kalmıştım. Üstadın ismini, orada gardiyanlardan ve hapishane müdüründen duydum. Kendisini orada görmedim” şeklinde olacaktır. Yani İsmail Hakkı İzmirli ile Üstad aynı zamanda hapiste bulunmamışlardır. Bu sehiv bizden kaynaklandığı için özür dilerim.
İkincisi: Bütün okuyucular olarak biz Üstadın hapishanede geniş bir koğuşta bulundurulduğunu biliyoruz. Ama İsmail Hakkı İzmirli, ısrarla hastane müdürü ve gardiyanların, Üstadın “hapishane revirinde” kaldığını beyan ettiklerini söylüyor. Bu konuyu araştırılmaya değer olarak görüyorum. Onun için de müdahale etmeden aynen bu muhterem zâtın beyanlarını yazdım.
Son olarak; tarihî kayıtlara uymayan diğer beyanları ve söylediklerini de fazla dikkate almadığımızı; okuyuculara aşk, şevk verip ders verme niteliğinde olan kısımları aynen kendi ifadeleriyle, herhangi bir yorum yapmadan vermeye çalıştığımızı arz eder, sehivden dolayı da sizlerden özür dilerim. Saygılarımla. N. E.
09.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Kerbelâ’nın arkasındaki sırrı biliyor musunuz? |
|
Bir hadis-i şerifte buyurulur ki: “Cenâb-ı Hak bir kulun ecelini bir yerde takdir etmişse, orada onun için bir ihtiyaç çıkarır, onu oraya sevk eder.”1 Hz. Hüseyin (ra), Kûfelilerin ısrarlı dâvetleri üzerine Yezid’in zulmüne son vermek, yerine İslâmın getirdiği hürriyeti ikame etmek maksadıyla yola çıkmıştı.
Ne var ki onu olumsuzluklar beklemekteydi. Aslında o “Kader gelince gören göz görmez olur”2 gerçeği gereğince yüce bir maksat için şehadet gibi yüksek bir makama doğru yürüyordu.
Hz. Hüseyin (ra), on sekiz bin kişinin kendisine biât ettiği ve yüz bin kişinin de beklemekte olduğu haberi üzerine Kûfe’ye doğru yola çıktığında eceline doğru koştuğunu nerden bilebilirdi? Onun adına biatı alan amcasıoğlu Müslim bin Akil acele gelmesini istemiş, Hz. Hüseyin de yakınlarını alıp yola çıkmıştı.
Ne var ki Kûfeliler Müslim bin Akil’e sahip çıkmadıkları gibi, Hz. Hüseyin’i de yüz üstü bırakacaklardı. Yolda karşılaştığı ünlü şâir Ferezdak da, ona veciz bir şekilde Irak halkını “Onların kalbleri seninledir. Kılıçları ise, üzerine çevrilmiştir. Kalbler seninledir. Ama kılıçlar Ümeyye Oğullarıyladır” cümleleriyle anlatmıştı.
Müslim bin Akil Kûfelilerin yaptıklarını, şehit edilmeden önce bir mektupla Hz. Hüseyin’e (ra) bildirdi. Haberi duyan Hz. Hüseyin’in (ra) yanındaki Akil’in kardeşleri, “Kardeşimiz Müslim’den sonra bize yaşamak gerekmez. Geri dönmemiz mümkün değil, bize ancak ölüm yakışır” demişlerdi. Hz. Hüseyin (ra) ise “Bunlar da öldükten sonra yaşamakta hayır yoktur” demekten kendini alamayacaktı.
Kayz mevkiine geldiklerinde ise Kûfe valisi İbni Ziyad’ın gönderdiği yüz kişilik süvariyle karşılaştılar ve İbni Ziyad’a götürmek istediklerini, geri dönmelerine de müsaade etmeyeceklerini söylediler. Çarpışmaktan başka yol kalmamıştı onlar için artık. Ve nihayet tasalı, mihnetli, belâlı yer anlamına gelen Kerbelâ’ya geliyorlar ve orada mukadder, yürekleri, vicdanları sızlatan acı son gerçekleşiyor.
“Eğer denilse bu kadar haklı ve hakikatli olduğu halde, neden muvaffak olmadı. Hem neden kader-i İlâhî ve rahmet-i İlâhiye fecî bir akibete uğramasına müsaade etmiş?” şeklinde akla gelebilen bir soruya Bediüzzaman Hazretleri, Hz. Hüseyin’in yakın taraftarlarının değil de cemaatine katılan sâir milletlerin, yaralanmış millî gururları sebebiyle Arap milletine karşı bir intikam fikri taşıdıklarını, bunun da Hz. Hüseyin ve taraftarlarının safî ve parlak mesleklerine halel verip, mağlûbiyetlerine sebep olduklarını söylüyor. Hikmetini de şöyle açıklıyor:
“Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri mânevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem’i [toplanması] gayet müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü. Dünyanın çirkin yüzünü gösterdi—tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat [geçici] ve sûrî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı maneviyeye tayin edildiler. Âdi valiler yerine evliya aktaplarına mercî oldular.”3
Dipnotlar:
1- Câmiü’s-Sağîr, 1:232.
2- Fethu’l-Kebir, 3:37.
3- Mektûbât, s. 58-59.
09.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Gazze ve 57 İslâm ülkesi |
|
İslâm dünyası denince derin derin düşünür, bazen ürperir, bazen de gözyaşlarımı tutamam. İnsan bazen sevinçten ağlar, bazen de elemden, ıztıraptan, vefasızlıktan ağlar. Ben İslâm dünyasına son üç kelimeyle bakar ve ağlarım. 2009 itibarıyla Asya, Afrika ağırlıklı haritada ve kara parçalarında 57 İslâm ülkesi görülmektedir. Ne garip bir görünüm ki; bu muazzam genişlik içinde, bir nokta hâlinde olan ve 21 bin km²’lik toprağa ve takriben 6 milyon nüfusa sahip İsrail devleti ile baş edemiyor ve onun dümen suyundan çıkamıyorlar. Ayrıca İsrail, 150 civarında nükleer silâhı ile dünya ülkeleri arasında yer almaktadır.
Gazze veya Gazze şeridi diye anılan toprak parçası, İsrail’den dışlanan bir mahalle gibidir. 1948 Arap-Filistin Savaşı sırasında İsrail’den kaçan veya atılanlardır. Avamî lisanla dünyanın en büyük açık cezaevidir. 360 km²’lik alanında 1.4 milyon insan barındırır. Gazze şeridi hiçbir ülke tarafından bağımsız bir devlet veya devlet bölgesi olarak kabul edilmez. Dünyada İsrail’in bir parçası olarak kabul edilir ve İsrail-Filistin arasında bir anlaşmayla geleceği belirlenecek bir bölge olarak tanımlanır. İsrail ile 51 kilometre ve Mısır ile 11 kilometre uzunluğunda kara sınırı vardır. Akdeniz’de 40 kilometre uzunluğunda bir sahil şeridine sahiptir. Nüfus artışı % 4 seviyesindedir. Bölgede yaşayanların % 99’undan fazlası Filistinli Müslüman ve % 0.7’si Filistinli Hıristiyan’dır.
27 Aralıktaki hunhar katliâm öncesi iki nokta dikkatimi çekmiştir. Birincisi; İsrail başbakanı Olmert Ankara’ya geliyor, ülkesine döndükten dört gün sonra Gazze saldırısı başlıyor. İsrail başbakanı Olmert Ankara’ya gelmeden bir hafta önce kararlaştırıldığı ortaya çıkıyor.1 İkincisi ise; Rahip Nathanel Kapner de Yahudilerin iki bayramına birden denk gelen Gazze saldırısını şöyle değerlendiriyor: “İsrail’in Gazze’deki sivil halka karşı olan canavarca saldırısı, 27 Aralık 2008’de Deccal Festivali Hanuka’da başladı” diyor.2
Biraz daha geriye gittiğimizde 1950’li yıllarda DP iktidarı döneminde, Hz. Bediüzzaman’ın Menderes hükümetine gösterdiği hedefler içinde de yer aldığı tarzda, merhum Adnan Menderes Bağdat Paktı’ndan önce Ortadoğu turlarına ve istişârelerine çıkar. İran, Mısır, Suriye ve Suudi Arabistan Pakt’a karşı şiddetli cephe aldılar. Bu durum karşısında Türkiye ve Irak, 24 Şubat 1955’te Bağdat Paktı’nı imzaladı. Kısa bir müddet sonra da, 4 Nisan 1955’te İngiltere, 23 Eylül 1955’te Pakistan ve 3 Kasım 1955’te de İran Bağdat Paktı’na katıldılar ve böylelikle Bağdat Paktı “CENTO” adını aldı.
İstikbali kurtaracak olan bu harekât karşısında, Rusya ve bazı gafil Arap liderler fitneyi başlattılar. “Bu Pakt, İsrail’e yardım” gibi iftiraya başladılar ve 21 Nisan 1956’da Mısır-Suudi Arabistan-Yemen savunma antlaşması imzalandı. Ortadoğu’da Bağdat Paktı’na mukabil bir blok ortaya çıktı, ittihadın düşmanı zındıka komiteleri de harekete geçti. 14 Temmuz 1958’de Irak’ta General Abdülkerim Kasım, bir darbe ile yönetimi ele geçirdi. Kral Seyyid Faysal başta olmak üzere iktidar üyelerini acımasızca öldürdü. 2 yıl sonra da Türkiye’de C. Gürsel başkanlığında 27 Mayıs 1960 askerî ihtilâlinde, başta merhum Adnan Menderes olmak üzere Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan gibi devlet adamları hunharca idam edildi ve İslâm dünyası büyük bir kaosa girdi.
Takip ediyorum... O günden beri İslâm dünyası bir türlü rayına oturmadı ve oturtmadılar. Süper güçlerin oyuncağı ve karargâhı haline gelen bu ülke toprakları, peygamberlerin irşad için geldiği ve mukaddes kitapların nâzil olduğu mekânlar. Başımı ellerimin arasına alarak, bizim hükümetlerin tutumunu, âlem-i İslâmın 57 ülkesini hayretle izliyorum. Tek ümidim; Hz. Bediüzzaman’ın 100 yıl önce söylediği; “Musibet seyyiâtın neticesi, saadetin mukaddemesidir.” 3 İnşaallah diyoruz...
Dipnotlar:
1- Basın, Aralık-2008
2- Basın, Aralık-2008
3- B.S.Nursî, Tarihçe-i Hayat
[email protected]
09.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Rü’yâ üzerine-2 |
|
Gamze Hanım: “Rü’yâ nedir? Bazen çok rü’yâ tabir ediyorlar; karamsar veya iyimser tablolar çıkabiliyor. Rü’yâ tabirlerine inanılır mı? Rü’yâ tabirleri ile amel edilir mi?”
Kaynaklarımızda üç kısım rü’yâdan bahsedilir: Şeytânî rü’yâ, nefsânî rü’yâ ve Rahmânî rü’yâ (sâdık rü’yâ). Bunlardan ilk ikisi, tabire değmeyecek ölçüdedir. Hiçbir anlam ifâde etmezler. Hiçbir hakîkatı barındırmazlar. Ne mâzide, ne müstakbelde; hiçbir hâdiseye işâret sayılmazlar.
Ebû Saîd’el-Hudrî (ra) rivâyet eder: Resûlullah (asm) şöyle buyurmuştur: “Sizden birisi sevdiği bir rü’yâyı görürse, bilsin ki o Allah tarafındandır. Bunun üzerine Allah’a hamd etsin ve bu rü’yâyı başkalarına da anlatsın. Buna aykırı, hoşlanmadığı bir rü’yâ görürse, bilsin ki, o Şeytandandır. Şerrinden Allah’a sığınsın ve bunu hiç kimseye söylemesin. Bu durumda o rü’yâ, sâhibine zarar vermez.”1
Kimler tâbire değmeyen rü’yâ görür? Kimler sâdık rü’yâ görür? Tâbire değmez rü’yâları sâdık rü’yâlardan ayırabileceğimiz bir ölçümüz olacak mı? Bir rü’yânın Rahmânî veya sâdık olduğunu ve bizim için bir mesaj taşıdığını nasıl anlayacağız? Ve rü’yâ ile amel edecek miyiz?
Dünkü yazımızda ifâde etmeye çalışmıştık; rü’yâ esnasında rûhî kuvvelerimiz irâdemizi dinlemezler. Dolayısıyla rûhumuz bazen seviyesiz ve anlamsız girdaplarda dolaşabilirken; bazen de mühim bir mânânın etrafında kanat çırpması mümkün. Yani uyku esnasında irâdemiz hâkim konumda değil. Bu açıdan rü’yâlarımızdan sorumlu değiliz. Çünkü kendimizde değiliz. Çünkü uyanık değiliz.
Herkesin her an seviyesiz ve mânâsız rü’yâ görmesi de mümkün; Rahmânî veya sâdık rü’yâ görmesi de. Ne var ki, ne seviyesiz rü’yâlarımızdan dolayı kendimize kötü puan verebiliriz; ne de sâdık rü’yâlarımızdan ötürü kendimizi kaf dağı kadar yüceltmeye hakkımız var! Tâbiri doğru çıkan mânâlı bir rü’yâ gördüğümüzde, ancak Allah’a hamd ederiz. Diğer türlü mânâsız rü’yâlarımızı tıpkı “vesvese” gibi değerlendirelim; aldırmayalım; üzerinde durmayalım; yorumlamaya çalışmayalım; hele hele kötümser mânâlar hiç çıkarmayalım; geçelim.
Rahmânî, yani sâdık rü’yâ görmek ihtiyârımız dahilinde değildir. Ancak bu kapı umûma açıktır. Yani her mü’min sâdık rü’yâ görebilme potansiyeline sahiptir. Bedîüzzaman Hazretlerinin (ra); rü’yâ-yı sâdıkaları avâm-ı mü’minînin bir nev'î velâyete mazhariyetleri olarak değerlendirmesi dikkate değer bir tespittir.2 Bu değerlendirme şu hadîs-i şerifle de mutâbıktır: “Zaman (Kıyâmet saati) yaklaşınca mü’minin rü’yâsı yalan çıkmaz. Çünkü mü’minin rü’yâsı nübüvvetin kırk altı cüz’ünden bir cüz’üdür. Nübüvvetten olan bir şey ise yalan olmaz!”3
Uykunun, sâdık rü’yâlar cihetinde avâm için bir velâyet mertebesi hükmünde olduğunu beyan eden Üstad Hazretleri (ra), güzel ahlâkı ve güzel düşünceleri rü’yâ ile ilişkilendirir: “Güzel ahlâklı, güzel düşünür; güzel düşünen, güzel levhâları görür. Fenâ ahlâklı, fenâ düşündüğünden, fenâ levhaları görür.”4
Rü’yâları tâbir etmek, rûhun gaybî âlemlerden elde ettiği bir takım mânevî argümanları, şehâdet âlemindeki sembollerle ifâde etmek ve çözmekle ilgili bir işlevdir. Gaybî âlemlerin esrârı ile dirsek temasında bulunmanın verdiği zorluktan mıdır, nedendir, Kur’ân’ın da gerçek bir hâdise olarak yer verdiği rü’yâ tabiri konusunda, ne yazık ki günümüze kadar çok isâbetli bir ilim dalı teşekkül etmiş değildir. Bunu insanların mânevî zaaflarına bağlamak belki de sebeplerden yalnızca bir tanesi. Rü’yâ tabirleri konusunda yazılmış eserlerden rü’yâmızla ilgili bir görüş açısı elde etmek belki mümkündür; ancak çok net mesajlara ve çok doğru bilgilere ulaşmayı beklememelidir. Bu tür eserler genelde gâlip zanla yazılmış; rü’yâdaki semboller üzerine bir takım ihtimal yorum çalışmalarından ibârettir. Rü’yâlarımızı en doğru veya doğruya en yakın şekliyle yorumlamak için kendi hislerimize, duygularımıza ve iç dünyâmıza dönmemizde yarar vardır. Sâdık rü’yâlarımızı bir nev'î, olaydan önce içimize doğan bir his niteliğinde değerlendirdiğimizde; iyimser bir yorumla kendi rü’yâmızı tabir etmemiz mümkündür. Ya da, kendi yaptığımız tabir, başkalara müracaatla elde ettiğimiz tabire oranla daha isâbetli olabilecektir. Ancak rü’yâları kötüye yorumlamak câiz olmadığı gibi; çok net bir ilmî veri niteliği taşımadığından, rü’yâ tabirleri ile amel etmek de câiz değildir. Çünkü ilim ile amel edilir; ilimsiz yorumlarla amel edilmez.
Hazret-i Yûsuf’un (as), Mısır Hükümdarının “yedi semiz ineği, yedi zayıf ineğin yediğini; yedi yeşil başak ve o kadar da kurumuş başak gördüğünü” anlattığı rü’yasını hapishânede tâbir etmesi ve yaptığı tabire göre Mısır halkını amel etmeye çağırması,5 kendisine Rü’yâ Tabiri İlmi verildiği içindir. Rü’yâ Tabiri İlmi, Peygamberlere ve Allah’ın tâbir ilmi verdiği büyük âlimlere mahsus bir ilim olarak bilgi ve kültür dünyamızdaki yerini almış; diğer ilimler gibi inkişâfı, bir hikmete binâen, umûma şâmil olmamıştır.
Dipnotlar:
1- Buhârî, K. Ta’bîr, 2102
2- Mektûbât, S.333
3- Buhârî, K. Ta’bîr, 2107
4- Mektûbât, s.333
5- Yûsuf Sûresi, 12/43-49
[email protected]
[email protected]
0 544 733 87 89 - 0 505 648 52 50
09.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Maddî kalkınmanın kaynağı da imandır |
|
İlk Peygamber Hz. Âdem’den (as) son resûl Hz. Muhammed’e (asm) kadar gelen peygamberler, insanlığa hem maddî hem mânevî önder olarak gönderilmişlerdir. İnsanlığın maddî yükselişine de peygamberlerin öncülük ettiğini ifade eden Bediüzzaman, bunu mû'cizeyle gerçekleştirdiklerini vurgular.
San'atkâr ve zanaatkârların çoğunun, pir olarak bir peygamberi kabul etmesinin sırrı budur. Meselâ çiftçilik konusunda Hz. Âdem (as); marangozluk ve gemi sanayiinde Hz. Nuh (as); dülgerlik işinde Hz. İbrahim (as); demiri hamur gibi yoğurma ile demircilik sanayiinde Hz. Davud (as); rüzgâra binip uzak mesafelere gitmesi ve Mısır Melikesi Belkıs’ın tahtını aynen yanına getirmesiyle ulaşım ve medya-iletişim teknolojileri sahasında Hz. Süleyman (as); asasını yere vurarak suyu fışkırtmasıyla santrafüjde Hz. Musa (as) ve alaca hastalarını tedavi edip, ölüleri diriltmesiyle tıp ilminde Hz. İsa (as) ve bütün peygamberlerin mû'cizelerini göstermesiyle her sahada Hz. Muhammed (asm) insanlığa rehber ve önder olmuştur.
Bütün medeniyet, yükseliş, mükemmellik ve kültür değerleri, semâvî dinler ve peygamberler eliyle insanlığa hediye edilmiştir. Medeniyet tarihi, insanlığın inkişaf ederek bugünkü durumu bulmasında dinin (vahiy) en mühim bir unsur olduğunu gösteriyor zaten. Hatta felsefe ve hikmetin içerisinde görünen fazilet, genel güzellik, ahlâkî değerler ve insanî esaslar da, peygamberlik güneşinin doğmasıyla insanlığın fikir ve kalplerinde doğan parıltılardır. Avrupa ve Amerika’dan getirilen fen ve san'at da, gerçekte yine İslâm’ın malıdır.
* Ruhu terbiye etmenin, ulvî duyguları geliştirmenin, olumsuz duyguları yönlendirip terbiye etmenin esaslarını da yine vahiy belirlemiştir. Vahiy de peygamberler vasıtasıyla gelir.
İnsanlığın ferdî, sosyal, hukukî, hatta teknolojik, kısaca maddî manevî yükselmesi, peygamberlik müessesesinin getirmiş olduğu hakikatler sayesindedir.
Nübüvvetin meyveleri birkaç maddede şöyle toplanabilir:
1- Teknolojinin kaynağı peygamberlerdir.
2- Medeniyeti, nezaketi, nezaheti ve diyaloğu öğreten peygamberlerdir.
3- Aklı kullanma yolunu açan, peygamberlerdir.
* Yaratılışın sebebi, hayatın sırrı, kâinatın mânâsı ve muamması ancak peygamberler sayesinde çözülür. Hayat onlar sayesinde boşluktan kurtulur, değer kazanır. Ayrıca insan-kâinat, yani eşya ve varlık münasebetlerini, aradaki koordineyi de peygamberler, dersleriyle sağlamaktadırlar.
* Peygamberlerin çizgisinde gidenler, sünnet-i seniyyeye ittibâ edenler, hayatlarını denge içinde geçirirler; hem maddî hem de manevî rahatlığa kavuşurlar. Peygamber yolunda gidenlerin mutluluk ve huzuru ile, onun çizdiği çizgiyi aşanların taşkınlıkları her an gözümüz önündedir.
Peygamberlerin gönderilmesinin diğer hikmetlerini, hayata ve insanlığa kazandırdıkları maddî manevî güzellikleri özetleyerek şöyle toparlayabiliriz:
- Mâneviyat cephesinde olduğu gibi, maddî cihetten de insanlara rehber, önder ve üstat oldular.
- İnsandaki hayır ve kemalatın esası, insanlık âleminin kutup ve mihveri olan nübüvvet, evliya, asfiya, müdakkikleri, ağniya gibi sehavet ve keremdarları, adil hâkimleri ve melek gibi melikleri yetiştirdi.
- İnsanların ihtilâfa düştüğü konularda hakka dâvet edip, Allah’ın rahmetini müjdeleyip azabından sakındırdılar.
- İnsanları kirlerden temizleyip aydınlattılar.
- İlmi, hikmeti, yani yaratılış kanunlarını ders verdiler.
09.01.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
|
|