Allah’ın varlığı ve birliğini gösteren sayısız muhteşem deliller vardır. Bunlardan bir kısmı aklî, bir kısmı naklî, bir kısmı tecrübî ve gözleme dayanır. İnkâr konusunda önce şu hususu da vurgulayalım:
“İlgilenmeme” şeklinde gelen inkâr ile “yokluğu ispata” yeltenilen inkâr arasında büyük fark vardır. İkincilerin aklına şaşmak gerekir.
Varın ispatı, yokun ispatından her zaman ve zeminde daha kolay ve mümkündür. Çünkü, var olan aynı zamanda kendi kendisini de gösterir, ortaya koyar. Meselâ, bir tek elmayı göstermekle elma cinsinin yeryüzünde bulunduğu ispat edilir. Oysa, yokluğunu iddiâ eden kimse, bütün yeryüzünü, hattâ kâinatı dolaşıp, ancak ondan sonra onun yokluğunu ispat edebilir.
Evet, “varı ispat etmek gayet kolay, yoku ise çok zor”, hattâ imkânsız. Yâni, inkâr edenler, kâinatı didik didik edip, hiçbir yerde olmadığını göstermekle dâvâlarını ispat edebilirler. Bu da imkânsızdır. Çünkü nefsü’l-emirde (gerçekte) yokluk ispat edilmez; ihata lâzımdır.1 Yâni, kâinatı bütünüyle kucaklamak, her tarafını görmek, göstermek gerekir. Meselâ, “Şu odada 5 kuruş madeni para var!” diyen gösterir; dâvâsını rahatça ispat eder. “Yoktur!” iddiasında bulunan; odanın her tarafını didik didik etmeli. Hattâ, koltukların içini, döşemenin altını söküp, bütün kuytu yerleri, karanlık delikleri dahi tarayıp açığa çıkarmalıdır. Aksi halde, “yok!” demek bir ispat, bir mârifet değildir...
İspatta şöyle aklî-ilmî bir avantaj daha var: Zâyıf da olsa, herbir delilin sağında ve solunda pekçok takviye kuvvetleri mevcuttur. İmân hakikatlerini ispat için ortaya konan delilleri tetkik ederken, “Şu kocaman neticeyi bu zayıf delil kaldırmaz” şeklindeki tenkit de geçersizdir. Zîrâ, İslâmiyetin doğruluğuna delâlet eden şahitlerden, işaretlerden her birisi, o müdafaa meydanında arkadaşını himâye etmekle sıhhat raporunu imzalayarak sağlam olduğunu tasdik eder. Çünkü, imân hakikatlerinde hedef ispattır, inkâr değildir. Sabit olan birşeyi gösterenlerin biri, bin gibidir. Zira, ispatta, gösterenlerin gösterme tarzları birbirine uygun olduğundan ve örtüştüğünden herbiri ötekini tasdik etmiş olur.
İnkâr edenlerin şehadetlerinde tevâfuk/örtüşme yoktur. İnkârlarına farklı sebepler gösterirler. Meselâ, ay başlangıcındaki hilâli göremeyenlerin herbirinin gerekçesi farklıdır: Biri, “Rahatsızdım, göremedim!” derken; öbürü, “Hava bulutlu idi, görmedim!”; bir başkası, “O anda uyuyordum!”; bir diğeri “Miyopum ondan göremedim!” der. Örtüşme ve birbirini destekleme olmayınca; elbette ispat ve izaha yardımcı olması muhâl, imkânsız olur.2
İspat edenler, “Benim nazarımda ve gözümde hilâl var” demiyor; “Gerçekte, göğün yüzünde hilâl vardır, görünür” diyerek aynı dâvâda ittifak ediyor.
Benzer şekilde, uzman bir kişinin kendi alanında verdiği bir hüküm; o sahada uzman olmayan binlerce kişinin verdiği hükme tercih edilir. Öyle ise, ilmî kariyer ve rütbeleri ne kadar büyük olursa olsun, kişilerin uzman olmadıkları sahada söyledikleri sözler, uzman olanların sözlerinin yanında bir kıymet ifade etmez.
Mesele gayet basit, net ve açık: İnkârcıların imânî bir meseleyi inkâr etmelerindeki ittifakları tek bir haber gibidir; tesirsizdir. Amma, inananların imânî meselelerdeki sözlerinin herbirisi ötekisine yardımcıdır, takviye eder, güç katar.3
Dipnotlar:
1- Age, s. 133-134.
2- Mesnevî-i Nûriye, s. 88.
3- Mesnevî-i Nûriye, s. 73.
19.01.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|