"Gerçekten" haber verir 19 Ocak 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Suna DURMAZ

Osmanlı zırhını atan Müslümanlar kolay lokma oldu



İKİNCİ BÖLÜM

udüs’te 88 yıl kaldıktan sonra zillet içinde geldikleri yere dönen Haçlılar, yenilginin acısını yıllarca unutamamışlardı. Ellerine geçen her fırsatı değerlendirerek tekrar Kudüs’e dönmenin yollarını aramışlar ve bu gaye ile tam yedi Haçlı seferi daha yapmışlardı. Ancak hiçbirinde emellerine ulaşamamışlardı. Çünkü tek sancak altında toplanan Müslümanlar vahdetlerini korumaktaydılar. Ve Kudüs, bu vahdetin kalbi hükmünde olmaya devam ediyordu. Bu durum yüzyıllarca aynı minvalde devam etti. Taki 19. yüzyıla kadar... 19. yüzyıla gelindiğinde, yüzyıllar boyunca Kürt, Türk, Arap demeden ‘Osmanlı’ denen vahdet zırhı içinde kardeşçe yaşayan Müslümanlar, şeytanın desiselerine uyarak cahiliyye hamiyetperverliği hastalığına düşmüşlerdi. İmanları zayıfladığından, Allah’ın safları kuvvetlendiren Müslümanları aziz kılacağını ve hiçbir zaman zillete düşürmeyeceğini unutmuşlardı. Şeytanın oyununa gelerek Osmanlı zırhını çıkarıp atan Müslümanlar; artık havl ve kuvveti olmayan, yutulması kolay lokmacıklar olmuş, zillete düşmüşlerdi.

Bu durumu değerlendiren Haçlı torunu Emperyalist Batı, atalarının kollayıp da ele geçiremedikleri tarihî fırsatı kaçırmak istemiyordu. Bu öyle bir fırsattı ki, bir hamlede hem dinî, hem de dünyevî iki maksada birden ulaşılacaktı. Bu iki maksada ermek için ise, Yahudiler alet olarak kullanılacaktı. Özellikle de Protestanlar bu işe pek hevesliydiler.

Hıristiyanlığın katolik inancına göre; “Rab, özelde Beni-İsrail’i, genelde de bütün beşeriyeti işlemiş oldukları günahlardan temizlemek için kendi özoğlu İsa’yı yeryüzüne göndermişti... Ne varki, İsrailoğulları İsa’nın tanrı oğlu olduğuna inanmamışlardı. Bununla kalmamış, onu öldürmüşlerdi. Sonra da Tanrı, oğlunu yanına almıştı. Ahir zamanda onu tekrar yeryüzüne gönderip krallığını ilân edecek, akabinde ise bütün dünyaya barış hakim olacaktı. Ahir zamanın ne zaman geleceği ise Tanrı’nın ilmi dahilindeydi. İnsan elinin zamana tesiri yoktu...”

Protestan mezhebinde ise, “barışın hakim olacağı ahir zamanın gelmesi için beklemeye gerek yoktu. Müstakbelde Hıristiyanlaşacak olan Yahudilerin vaad edilmiş topraklara (Filistin) dönmelerini sağlamakla ahir zaman süreci başlatılmış olunacaktı. Böylece, başlangıçta İsa’ya inanmayan Yahudiler, bu sefer inanacaklar ve Deccal’a karşı yapılacak olan ‘Armegeddon’ savaşında İsa’nın askerleri olarak çarpışacaklardı..” (The Politics of Cristian Zionism sh: 20 / The Impact of Christian Zionism on American Policy’ - AmericanDiplomacy.org)

Diğer taraftan, Avrupa’daki Milliyetçi Yahudiler, Protestanların kendileri için Hırıstiyanlığa dönük dinî planlar yaptıklarının farkındaydılar. Ancak, Yahudilerin millî çıkarlarıyla uyuştuğu için, şimdilik bu planı reddetmiyorlardı. 19. yüzyılın sonlarına doğru ‘Politik Siyonizm Hareketi’ni başlatan Theodor Herzl bakın bu konuda ne diyor:

“Şayet Filistin’e gidersek İngilizlerin dindar Hırıstiyanları bize yardımcı olacaklar. Çünkü onlar, Yahudiler vatanlarına geri dönerlerse Mesih’in (Hz. İsa) geleceğine inanıyorlar. İngiltere’nin Viyana sefareti Rahibi William Hechler beni ziyaret etti. Projemi büyük bir heyecanla karşıladı. O da hareketimin (Siyonizm) ‘Peygamber Meselesi’ olduğuna inanıyor. Bana harbiyeli subaylar için hazırlanmış olan büyükçe bir Filistin haritası gösterdi. Dört sayfadan oluşan harita açıldığında bütün odayı kapladı. Gururla bana “Senin için temeli hazırlamış bulunuyoruz” dedi. Plana göre yeni tapınağımız ülkenin tam ortasında olacaktı. Bu arada eski tapınağın yerini de gösterdi.” (Diaries sh: 71-72)

Yüzyıldır Ortadoğuyu kan gölüne çeviren kirli ideolojinin dinî arka planı kısaca açıklandıktan sonra, biraz da dünyevî arka planına değinmek istiyorum. 19. yüzyıl Avrupası, Darwin’in şovenist düşünce sisteminden etkilenen milliyetçi hareketlerin zirveye çıktığı ve buna bağlı olarak da Yahudi karşıtı hareketlerin baş gösterdiği bir dönemdir. Buna göre, Avrupa’nın içinde bulunduğu sosyal sıkıntıların altında Yahudiler vardı. Yahudiler dünyaya sahip olmak için hem Marksizm’i, hem de Kapitalizm’i araç olarak kullanıyorlardı. Bir Yahudi olan Karl Marx’ın, sosyal devrim yapma ideolojisinin ardında uygarlığın temsilcisi Almanya’yı yıkma ideolojisi yatıyordu. Bu yüzden, sosyal gerilime sebep olan Yahudilerin Avrupa’dan çıkarılması gerekmekteydi. Bundan başka, sanayileşme devriminden sonra Batı’nın enerji kaynaklarına olan ihtiyacı arttığından, yeni kaynaklar bulma zorunluluğu vardı. Müslüman toprakları ise inanılmaz tabiî kaynaklara sahipti. Bu servetleri ele geçirmenin tek yolu ise, Müslümanların tekrar vahdet zırhına girmelerine engel olmaktı. Bunun için bir ileri karakola ihtiyaç vardı. Yahudiler bu ileri karakol vazifesini başarıyla eda edebileceklerdi. Bu iş için Yahudiler, biçilmiş bir kaftandı. Böyle bir planla harekete geçen Batı, yüzyıllardır Avrupa’da yaşayan Yahudileri yerlerinden söküp, onları deste deste Müslüman topraklarına dikmeyi başardı. Maddî ve manevî olarak destekleyerek toprağa kök salmasını sağladı.

—Devam edecek—

19.01.2009

E-Posta:




Umut YAVUZ

Obama'ya zaman tanınmalı



Amerika Birleşik Devletleri’nin seçilmiş başkanı Barack Obama, yarın yapılacak görkemli törenlerle ABD başkanlığını resmen halefi Bush’tan devralacak. Barack Obama’nın görev başına geleceği 20 Ocak tarihi, ne yazık ki ABD’nin en birinci müttefiki İsrail’in Gazze’de yaptığı ve insanlık tarihine eşi görülmemiş zulümlerden biri olarak geçecek olayların hemen akabine rastgeldi. 1250 dolayında Gazzelinin şehit olduğu, 5-6 bin dolayında insanın yaralandığı, yüzlerce masum kadın, çocuk ve erkeklerin öldürüldüğü bu savaşa ABD Başkanı Barack Obama’nın görevi devralmasından 48 saat önce tek taraflı ateşkes ilân edilerek ara verilmesi ise manidardı.

İsrail’in, insanlık ayıbına bütün tepkilere rağmen devam etmesi, Obama öncesi dönemde Filistinlilere son ve sıkı bir darbe vurmak istemesi şeklinde yorumlanıyordu. Aslında Obama görevi devralmadan hemen önce tek yanlı bir ateşkes ilân edilmesi bu yorumları bir bakıma haklı çıkarıyor denilebilir. Çünkü Dışişleri Bakanımız Ali Babacan’ın da belirttiği BM’nin uyarılarına rağmen İsrail’in bazı ülkelerden yüz bulduğu -ki burada ABD’yi kastediyor- gerçeği, Obama döneminde bu şekilde devam etmeyecektir. Yani Barack Obama döneminde İsrail, en büyük müttefiki ABD’yi Bush dönemindeki kadar arkasında veyahut yanında bulamayacaktır. Bunun farkında olan İsrail, Obama’dan önceki son dönemde, hazır İsrail’de seçim dönemi de yaklaşmışken böylesi bir zulmü Filistinlilere reva gördü.

Peki gerçekten Obama döneminde İsrail, ABD’den eskisi gibi yüz bulabilecek midir? Amerikan tarihi boyunca ve özellikle de Bush döneminde İsrail’in bir çok zulmü hep ABD desteğiyle yaptığı aşikârdır. Birleşmiş Milletler gibi uluslar arası bir kurum bile ABD’nin baskıları ve etkinliği yüzünden zulümlere sessiz kalıyordu. Zira BM’nin yapısı gereği daimî üyelerden biri olan ABD bir çok yaptırıma engel olabiliyordu. Ancak Obama döneminde ABD’nin Bush dönemindeki kadar İsrail’e karşı hoşgörülü olacağını tahmin etmiyorum. En azından temennim ve beklentim bu yönde. Bu bakımdan ABD’nin BM temsilcisi Zalmay Halilzad’ın da görev süresinin dolmuş olması ve son toplantısına geçtiğimiz günlerde katılıp BM’ye veda etmesi de olumlu bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Şimdi, 58 yaşındaki Zalmay Halilzad’ın yerini alacak 45 yaşındaki Susan Rice’ın, ABD’nin yeni BM Daimî Temsilcisi olarak yakında göreve başlaması bekleniyor. BM’deki bu kan değişikliğinin Obama dönemindeki politika değişikliklerinin habercisi bir gelişme olmasını ümit ediyorum.

Kimileri Barack Obama hakkında erken yargılara varabiliyor. Özellikle Gazze konusunda sessiz kalması kimileri tarafından “hayal kırıklığı” olarak karşılandı. Ancak ben iki cihetten bu yargıları haksız buluyorum. Birincisi Barack Obama henüz ABD Başkanı değil. ABD adına konuşma yetkisi halihazırda Bush’a aittir. Dolayısıyla Obama’yı sessiz kalmakla suçlamak gibi bir yargıya varma hakkımız yok. İkincisi ve daha önemlisi ise, Barack Obama’nın henüz yetkileri eline almadan, herhangi bir yaptırım gücü olmadan konuşmasının Gazze’ye ne faydası olabilirdi? Bilâkis sadece konuşmakla kalacak ve görevi devraldığında, kartları eline aldığında daha etkili olma şansını ve kredisini önceden badı heva sözlerle harcamış olacaktı. Tıpkı şu anda dünya liderlerinin takındığı tavırlar gibi... Onlar, ellerinde yetkileri ve güçleri olmasına rağmen sadece konuşmakla kalmış ve dünyada Venezüela ve Bolivya dışında İsrail’e yaptırım uygulayan başka ülke ve liderler olmamıştır. Bu liderler arasında Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı da saymak mümkündür. Zira her ne kadar Yemenlilerin çok hoşuna gitse de, Başbakan’ın İsrail’e karşı somut bir yaptırım yoluna gitmediği ve sadece naralar atmakla yetindiği gün gibi ortadadır. Evet bize Obama’nın daha görevi devralmamışken konuşması değil, görevi devralınca çözüme yönelik yaptırımlarda bulunması gerekmektedir. Bu sebeple de Obama’ya görevinin ilk dönemlerinde ve hatta ilk bir yılında biraz zaman verilmeli ve gücü ve yetkiyi elinde bulundurma fırsatı tanınmalıdır. Zira iktidar olmakla, muktedir olmak aynı şeyler değildir. Bunu biz Türkler çok iyi biliriz.

Netice itibariyle 20 Ocak’tan sonrası için umut taşıyabiliriz. ABD’deki güçlü İsrail lobisine ve ekonomik baskılara rağmen yeni başkan döneminde daha barışçıl bir dünya neden olmasın? Bu bakımdan da Obama’nın işi herkesten zor. Dileriz ki bu umutları boşa çıkarmaz.

19.01.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Doğru söz, doğru adım



Herkes söyledi, ama biz bir defa daha tekrarlayalım: İsrail’in Filistinlilere reva gördüğü zulmü kabul etmek bir yana, izah etmek bile mümkün değildir. Hele hele Gazze’deki katliâm karşısında, ‘dünya barışı’nı temin iddiasında olan Birleşmiş Milletler gibi kurumların suskunluğunu anlamak da mümkün değildir.

İlk olmamakla birlikte, İsrail’in Gazze’de tekrarladığı zulüm ancak ‘insanlık ile savaş’ olarak yorumlanabilir. Ama bu güne kadar hem ‘insanlığı’ hem de ‘fıtratı/yaradılışın gereği’ni mağlûp eden/ortadan kaldıran olamamıştır. Aynı zamanda, küfrün devam edebildiği, ama zulmün ilâ nihaye devam edemediği de tartışmasız bir gerçektir.

Bu pencereden hadiselere bakıldığında, İsrail’in yaptığı zulmün nihayetinde sona ermeye mahkûm bir zulüm olduğu, ama bunu çabuklaştırmanın da BM gibi ‘kurum’lardan ziyade ‘insanlığın’ elinde olduğu söylenebilir. Çünkü Birleşmiş Milletler gibi kurumlar, belli ülkelerin aleyhinde olan kararlara imza atmıyorlar. Atsalar bile, uygulama imkânı bulunmuyor ve görünüşte zalim izzetinde, mazlûm zilletinde kalmaya devam ediyor. Belki de BM gibi kurumları harekete geçirmek için de topyekûn insanlığın ayağa kalkması, devam eden bütün zulümlere ‘dur’ demesi gerekir.

Bazı okuyucular, bu ve benzer yazılar üzerine mesaj gönderip “Yazı ile tel’in etmek çare değil. Daha etkili protestolar yapılsın” diyorlar. Onlar da haklı, ama bu yazılar ve sözler nihayetinde —İnşallah— ‘duâ’ yerine geçer ve boşa gitmez. Unutmamak lâzım ki, duânın tesiri de çok büyüktür. Yeri gelir, ihlâsla yapılan bir duâ/bedduâ orduları ve hatta ülkeleri hizaya getirebilir.

Bu noktada Türkiye’yi ‘idare edenler’in de bazı sorumlulukları vardır. Kamuoyuna yapılan konuşmalarda güzel sözler sarf ediliyor, ama iş bunları icra safhasına koymaya gelince sanki başka kimliklere bürünülüyor. Meselâ yöneticilerimiz haklı olarak Birleşmiş Milletler ya da benzeri kuruluşlardan İsrail’i durduracak adımlar atmasını istiyorlar. Elbette bu taleplerinde çok haklılar. Fakat aynı konularda kendilerinin de bir şeyler yapması gerektiğini hatırlatanlara da “Biz burada ‘bakkal dükkânı işletmiyoruz, devlet idare ediyoruz” mealinde sözler sarfediyorlar. Tabiî ki bakkal dükkânı değil, 70 milyonluk bir ülkeyi idare ediyorlar; ama zaten onlardan “bakkal idarecisi”nin yapması gereken şeyler istenmiyor ki! Bakkal idare edenlerden “ucuz ekmek” ya da “borçları deftere yazması” istenir. Türkiye’yi idare edenlerden ise, “İsrail’le yapılan antlaşmaları askıya alması, İsrail’i ciddî ikaz etmesi, Gazze’deki zulmün sona erdirilmesi için adım atması” isteniyor.

Bu talepleri yerine getirmek elbette kolay değil. Zaten kolay olsa herkes yapar. Hükümet olmak ve iddialı olmak bunun için değil mi? Önemli olan herkesin yapabildiğini değil, ‘zor’ olanı yapmak değil mi? “Biz koca bir ülkeyi idare ediyoruz, bakkal idare etmiyoruz” diyenler BM yetkilileri de; “Biz bir ülkeyi değil, koca dünyayı idare ediyoruz. Bu taleplerinizi yerine getiremeyiz” dese bizimkiler ne diyecek?

Türkiye’yi idare edenlerin elbette ‘doğru’ konuşmalar yapmasını istiyoruz, ama bir o kadar da ‘doğru işler, doğru adımlar, doğru kararlar’ almasını istiyor ve bekliyoruz. Aksi halde hem inandırıcılıkları yok oluyor, hem de Gazze’deki zulüm sona ermiyor...

19.01.2009

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Vesvese veren haberler



Son zamanlarda yaşanan olaylarla ilgili yazılı, sesli ve görüntülü haberler insanların ve özellikle çocukların diğer insanlara güvenlerini, varlığa güvenlerini ve belki de en kötüsü şuur altında Âlemlerin Rabbi’ne güvenlerini kaybetme riski ile yüz yüze getirmektedir. Mûsibet ve sıkıntılar zamanında vesveseler artar. Bu vesveseler ile şeytan, ferdin zafiyetinden yararlanıp onu iyice sıkıştırmak ve Rabb-i Kerim’ine dile getirilmeyen bir sitem duygusu ve ardından ferdi Rabbi’nden uzaklaştırmak gibi bir taktik izler. Şeytanın bu vesvese ağına düşmek ise başa gelebilecek en büyük mûsibettir.

Vesvese ile ilgili olarak bilinmesi gereken en önemli şeylerden biri bu durumun bir hastalık olduğudur. Yani, soğuk algınlığı, mide ağrısı, öksürük, zatürre, bağırsak enfeksiyonu gibi, bu durum da bedenin işleyişinde bir aksaklıktan kaynaklanmaktadır. Bu aksaklık daha önce yaşanan sıkıntı verici hallerin günlük yaşantıda oluşturduğu gerilimin hayata yansıması gibidir. Bu durum daha önceden yaşanan olaylar sebebiyle şuur altına yerleşmiş endişe ve korku hallerinin bedendeki tezahürlerinin sebep algılanmadan ortaya çıkması olduğu için ve alışık olduğumuz sebep sonuç bağlantısını kuramadığımız için daha fazla sıkıntı verir. Korkularımız pusuda beklemekte ve psikolojik durumun zayıflaması anında şuur altından şuur düzeyine yükselmektedir. Ancak bedende etkilerini gördüğümüz bu halin sebebi şuur altının derinliklerinde olduğundan şuur düzeyinde algılanamaz. Bütün bu hallerin temelinde ise varlık algımızın Yaratıcı ile bağlantısını netleştirememenin verdiği belirsizlik, güvensizlik, kararsızlık ve sahipsizlik duyguları yer almaktadır. Psikiyatri biliminin ‘anksiyete’ bozuklukları adı altında ele aldığı bu hal olayın sebebi ya da açıklaması bilinmeyince bir kısır döngü içinde gittikçe şiddetlenen bir hal alır. “Bana neler oluyor?” endişesine kapıldığı ve algıladığı şeyleri anlamlandıramadığı ölçüde kişi sıkıntılar, korkular ve endişeler yumağı içinde korkunç olduğunu düşündüğü bir hale düşer. Üstelik bu halinin çok garip ve insanlar tarafından komik ya da anlamsız karşılanacağı veya kendisine ‘deli’ nazarı ile bakılacağı düşüncesi ile iç âleminde kalırsa ve anlaşılıp anlamlandırılmaya çalışılmazsa ‘pire’ ‘deve’ olur. Soğuk algınlığı gibi basit bir hastalık yüzünden kişi intihar noktasına kadar gelebilir.

Bu durumda yapılması gereken en önemli şey, soğukkanlı olmak ve yaşadığı olayı anlamaya çalışmak ve anlam veremediği şeyleri bilgisine güvendiği ve bu konuda ehil olduğuna inandığı kişilerden öğrenmeye çalışmaktır. Bunu yapamadığı durumda olay gittikçe büyüyecek ve kördüğüm haline dönüşecektir. İnsanların hayat ve varlık ile ilgili genel algıları şuur altına yerleşmiş hükümlerle yakından ilgilidir. Kişi şuur altında kendisini tembel olarak algılıyorsa tembel olma eğiliminde olacaktır. Köpekten korkunun en önemli şuur altındaki korkunç köpek imajı ya da fotoğrafıdır. Bunun yanında dış ve iç âlemden şuur boyutuna ulaşan algılarda bir algı eşiği vardır. Bu eşiği belirleyen önemli şeylerden biri algılarınıza ulaşan uyarıya ehemmiyet verip vermediğinizdir. Şu an gözlerinizi kapatın çevreden gelen seslere konsantre olun, biraz önce hiç farkında olmadığınız seslerin ne kadar fazla olduğunu algılayabiliyor musunuz? Şimdi de oturduğunuz yerin vücudunuzun hangi bölgelerine ne kadar baskı yaptığını bedeninize ne ölçüde rahatsızlık verdiğine konsantre olun. Sürekli bu batmalar ve baskıların farkında olsanız, orada oturmanız mümkün olabilir miydi? Biraz önce bu rahatsızlık verici sesleri ve baskıları algı eşiğinizden geçmediği için algılayamıyordunuz. Konsantre olunca ‘algı eşiği’ düştü ve sizi rahatsız etmeye başladı. İşte, anksiyete halinde tedirginlik sebebiyle algı eşiği hep düşüktür ve sıkıntı verici unsurlar çok fazladır. Dikkat buraya yöneldikçe rahatsızlığın boyutu artar, ancak başka şeylerle meşgul olunursa sıkıntı verici şeyleri algılama eşiği tekrar yükselecek ve algı eşiğinin altında kalacaktır. Çevreden gelen gürültülere ve oturduğunuz yere konsantre olduğunuz durumdan tekrar işinize dönüp ona konsantre olursanız sesleri ve baskıların algı alanından çıkması yalnızca birkaç dakika sürecektir.

Bu durumu bir başka misalle pekiştirelim. Sokağınızın köşe başında aklî melekeleri yerinde olmayan birinin yanından geçerken size “Sen çirkinsin!” diye fısıldadığını hayal edin. Bu durumda geliştirilebilecek tavırla sizin de ona dönüp “Asıl çirkin sensin!” demeniz, “Bu söylediğiniz şey çok yanlış, size hiç yakışmıyor” demeniz, duymamak için hızlı hızlı oradan uzaklaşmanız ya da hiç duymamış gibi davranıp istifinizi bozmadan yolunuza devam etmeniz şeklinde sıralanabilir. Bu tavırlardan hangisinin olayı bitireceği ve en kolay yolla çözeceğini söylemeye her halde gerek yok. İlk üç tavır, sizi karşı tarafın istediği noktaya getirmiş ve onu hedefine ulaştırmış olacak bu da aynı durumun her gün siz oradan geçerken devam etmesi sonucunu doğuracaktır. Oysa son tavır size sıkıntı vermek isteyen bu şahsın hedefine ulaşamadığını algılamasına ve belki birkaç denemeden sonra sonuç alamadığı için bu işi terk etmesine yol açacaktır. Sizinle dalga geçmek isteyen, sizi kızdırıp bundan zevk alan kişilere karşı yine geliştirebileceğiniz en iyi tavır bu olmalıdır. İşte anksiyete halindeki kişi de şuur altını sokaklarında benzer bir hal yaşamaktadır. Bu durumda tek fark kişinin fısıldayanı görememesi ya da algılayamamasıdır. Bu hal olayı daha dehşet verici ve anlam veremediği bir hale getirmektedir. Bu durumda kişi yaşadığı halin yukarıdaki örneğe benzer bir durumun şuur altı verilen alanda cereyan ettiği ve çözüm yolunun aynı olduğudur. Korku, panik, kendisine kötü bir şeyler olduğu vehmi şuur altı fısıltı kaynağını hedefine ulaştırmış olacak ve olay şiddetlenerek devam edecektir. Bu alanda da geliştirilmesi gereken tavır aynıdır.

Mûsibetler, hastalıklar ve sıkıntılar anında kişinin en büyük dayanağı Rabb-ı Rahim’in ihsan ettiği unutma özelliğidir. Bunun da devreye girebilmesi için yapılacak şey sakin olmak, olayları zamanın akışına bırakmak ve telâş içinde çözüm arayışı içine girmemektir. Vesvese de bir mûsibettir ve küçülmesi için küçük algılanması gereken bir mûsibettir. “Korksan ağırlaşır, hasta eder; havf etmezsen hafif olur mahfi kalır. Mahiyetini bilmezsen devam eder yerleşir; mahiyetini bilsen onu tanısan, gider” hükmü bütün bu anlattıklarımızı en güzel şekilde özetlemektedir. Vesvese türü hastalıkları ve anksiyete bozukluklarını hayatında çözümsüz hale getiren kişinin kendidir ve vehimleridir. Soğukkanlılıkla, aslını anlayarak, sakin bir ruh hali ile çözüm arayan hastaların çok büyük ihtimalle sonuç aldıkları bir durumdur. Her şeyin, zerrelerden güneşlere kadar bütün kâinatın kontrol altında ve Kadir-i Külli’şey’e itaat halinde olduğunu iliklerimize kadar hissedip, şuur altı âlemimizde de O’nun tasarrufu olduğuna kuvvetle inandığımızda iç âlemimizin fısıltılarına karşı kendimizi daha güvenli hissedebilir ve sarsılmaz bir dayanak bulmuş olmanın huzurunu hayatımızın her anında yaşayabiliriz.

Son dönemde iç karartıcı bilgi bombardımanına maruz kalan fertler her olayın gerisindeki sonsuz rahmet tecellisini akla getirmeli ve muhakkak her olayı dünya ve ahiret birlikteliği içinde ele almalıdırlar. Aksi takdirde kararan ruhları ile eşyada her an hiç durmadan terennüm eden sevgi nağmelerini algılayamaz hale gelirler. Hayatlarını karartacak bir vesvese girdabına düşebilirler. Bu aynen gripal bir enfeksiyon gibi yavaş yavaş algılara ve ruha sirayet eder. Baştan farkında olup zamanında manevî bir bağışıklık oluşturulmazsa önemli manevî marazların başlangıcı olabilir.

19.01.2009

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

İnsanlık ailemiz için üzülüyoruz



Yine dönüp kendime baktım. Kâinat içinde görünmez bir nokta olduğumu düşündüm. Ben bir insan olarak yaratılmıştım. İnsanlığın babası Hz. Âdem dünyaya gönderilirken, benim binlerce yıl sonra dünyaya misafir edileceğim de takdir edilmişti. Aradan bin yıllar, yüz yıllar geçti. Sıra benim de dünyaya ayak basmama gelir miydi acaba? Upuzun yıllar nasıl geçecekti? Bu bekleyişe tahammül mümkün müydü ki?

“Bütün gelecekler yakındır” gerçeği bilinse de, insanlar sanki gelecek zamanlar gelmeyecek gibi hareket etmektedirler. Geçmişten ibret alınmaz bile. Oysa ne zamanlar gelip geçmişti bu fani dünyada? Bin yıl yaşayanları bile misafir etmişti bu ihtiyar dünyamız. O zamanlar onun da gençlik zamanlarıydı. Dağları ve ovaları şimdikinden çok daha yemyeşil idi dünyanın. Hayvanların hayat sevincine diyecek yoktu. Çünkü daha insanlar dünyanın her tarafına yayılmamışlardı.

Gün oldu devran döndü, gittikçe değişti dünya şartları. Ömürler kısaldı, dağlar yeşilliklerini kaybetti, ovalar çorak olmaya başladı. Hayvanlar tenhalara sığınmak zorunda kaldı. Çünkü insan nüfusu gittikçe yeryüzünü kaplıyordu. Çok değil, belki yarım asır önce bile yaban hayvanlarının sürüler halinde koşuştuğu yerlerde şimdilerde bir böceğe bile rastlanmamaktadır. Sânii’ni tanıtan bu mükemmel dünya karartılmak isteniyor. Rabbini tanıtmak isteyen masum canlılara kıyılıyor. Güzelliklere güzellik katmak isteyenler de garip görülüyor. İnsanlığı sahil-i selâmete ulaştıracak Kur’ânî ve Muhammedî (asm) yol görmezden geliniyor.

“Pür şer beşer” dünyamızı bu hâle getirdi. Onlar hep bu dünyada kalacaklarını düşündüler. Ölümler bile, acılar içinde kıvrandıran hastalıklar bile onların ıslâhına yetmedi. Kalblerini karartıp, akıldan istifa edenlerdir dünyamızı mahvedenler. İpini koparıp, başıboş bir şekilde dolaşanlar hayvanlara özendiler. Oysa ki hayvanlar masumdu. Onlar “pür şer” değillerdi çünkü. Ya insan? İnsanlığını bilenler nisbeten masum kalsalar bile, insanlıktan çıkanlar bütün yaratılanların başına belâlar getirdiler.

Şimdi ben kendi insanlık ailemi düşünüyorum... Ne badireler atlatmış benim insanlık ailem? Ne caniler çıkmış bu yaratılanların en mükemmeli olanlardan? Tüyleri diken diken eden cinayetlerle asırları mahv etmiş ne yazık ki bu insanlarımız. Geriye dönüp baktığımızda, iyilere özlem duyuyor, kötülere ise kahr oluyoruz.

Düşündükçe kendimi arıyorum bu karmakarışık âlemde. Bazen kendimde bile kendimi bulamıyorum. Bazen uzaklara gidiyorum. Halbuki aradığım bana benden yakın. Nefsim ve şeytanlar beni hep uzaklıklarla avutuyor. Beni benden uzaklaştırıyor, gerçeklerimle beni buluşturmak istemiyorlar. Müthiş planları, öldürücü silâhları, çekici zehirli balları var onların. Su uyusa bile o düşmanlarım uyumuyor. Gafletli hallerimi büyük bir sinsilikle bekliyorlar. Kalbime kara lekeler bırakıyor, ruhumu karanlıklara itiyor, aklımı öldürücü yaralarla çelmeye çalışıyorlar.

Beni ebedî güzelliklere kavuşturacak güzelliklerimden uzaklaştırmak istiyorlar. Fani âlemi bana ebedîleştirecek yollarımı kapatmaya çalışıyorlar. Hayatımın her saniyesine tuzaklar kuruyorlar. Bütün stratejileri düşmanlık etmek ve düşmanlık ekmek üzerinedir. Muhabbete giden yollara barikat koyuyor, habire günah oklarını kalplerimize saplıyorlar. Kolay değil bizim işimiz. Yatmakla, uyumakla koruyamayız insanlığımızı. Gücünü Arş-ı Âlâ’dan alan zırhlara ihtiyacımız vardır. Zırhlarla kendimizi koruyamazsak kurtulamayız bu şedit imtihan dünyasından.

Bize bizden yakın O'lana yaklaşmalıyız. Bizi uzaklara götürüp yabancılaştırmak isteyenlere kanmamalı, bütün çabamızla kendimizi tanımalıyız. Sahibimizi, Malikimizi düşünmekten, O’na sığınmaktan başka çaremiz yoktur. Düşman devamlı saldırıdadır. Sığınaklarda Kâinatın Yüce Rabbine yalvarmalı, yakarmalıyız. İnsanlık İslâm binasına girmelidir. Bu bina tanınmalı ve insanlar orada kendilerine gelmeli, insanlıklarını bulmalıdırlar.

19.01.2009

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

40. yıl mesajları



40. yıl çağrımıza cevaplar gelmeye devam ediyor. Cevapların bir kısmı, duyuruyu yaparken ifade ettiğimiz meramı tam olarak karşılamasa da, 40. yılın hizmet gündeminde yer tutmaya başladığını göstermesi cihetiyle önemli. Ve bu hafta da gelen mesajlardan ikisine yer veriyoruz:

Mustafa Ongun (Emekli Astsubay)-Silifke: Yayın hayatına başladığı 21 Şubat 1970’ten bu yana tavizsiz istikrar çizgisiyle fiilî olarak gönül ve fikir birliği içinde bütün sıkıntılara rağmen bugünlere erişen ve bundan dolayı Cenâb-ı Hakka hamd ettiğimiz gazetemiz Yeni Asya’nın 40. hizmet yılında ve sonrasında da yeni yeni hizmet hamlelerini gerçekleştirmesi için duâ ediyoruz.

Biz Ongun ailesi olarak ilk sayısından itibaren gazetemizin okuyucuları olduğumuz gibi, zaman zaman bayilerdeki iade gazeteleri alarak başkalarına vermek suretiyle de tanıtımını yapıyoruz. Gazetemizin yanında diğer neşriyatımızın da takipçisiyiz.

İki yıl Kıbrıs’ta, beş yıl Çorlu’da seyyar çantalı büro olarak hizmet vermeye çalıştık.

1985 yılından sonra da Silifke’de sabit Yeni Asya Bürosunda hizmete devam ediyoruz.

Gazetemizi çıktığı günden bu yana takip eden 40 yıllık okuyucularımızdan yalnızca 40 kişiyle özel röportajlar yazıp yayınlayacağınızı ifade etmişsiniz.

Biz de diyoruz ki; 40 değil de 440, hatta ne kadar 40 yıllık okuyucu varsa bunların tesbitinin mahallî bürolar vasıtasıyla yapılması ve büro olmayan mahallerde bu evsaftaki okuyucularımızın bizzat kendilerinin, özgeçmişleri ile birlikte fotoğraflarını gazetemize göndermeleri ve hepsinin yayınlanması çok daha uygun ve heyecan verici olur diye düşünüyoruz.

Böyle bir çalışmanın, eskiden beraber olduğumuz ve hizmet ettiğimiz kadîm dâvâ arkadaşlarımızın nerelerde bulunduğunu öğrenme açısından da faydalı olacağı kanaatindeyiz.

Sizler hizmette olduğunuz sürece bizler de ölünceye kadar hizmette olacağız ve arkanızda duracağız İnşaallah.

Ağaçlar ayakta ölür...

***

Necat Yılmaz (Balıkesir): Bizim basın hizmetiyle alâkamız 1963’te başlar. O zamana kadarki tecrübelerimiz, Nur talebelerinin, çektikleri sıkıntılardan kurtulmak için bir gazeteye ihtiyaçları olduğunu gösterdi. Önce Ankara'da İhlâs adlı bir gazete çıkarıldı. Örfî idare vardı, rahat vermedi. Sonra İzmir’de Zülfikar adıyla çıktı. Orada da aynı sıkıntı yaşandı. Ardından Uhuvvet gazetesiyle devam edildi. Bunlar hep 4’er sayfadan ibaret ve 25 kuruştan satılan gazetelerimizdi.

1965’ten sonra kısmî bir rahatlama yaşandı. Ve 1967’de, haftalık İttihad gazetemiz yayına başladı. Sayfa adedi 18, fiyatı 1 liraydı. Tabloid boydaki bu gazetenin bir sayısını Arap âlemi için Arapça olarak yayınladık. 18’i Arapça, 6’sı Türkçe olmak üzere toplam 24 sayfa olarak. Bu gazetemiz de 12 Mart muhtırasına kadar büyük hizmetlere vesile oldu. Ama sonrasında yine mâlûm sıkıntılar yaşandı.

Ondan önce ise, günlük bir gazeteye duyulan ihtiyaç, Yeni Asya’nın doğmasına vesile oldu. 21 Şubat 1970’te Yeni Asya yayın hayatına girdi.

Neşre başladıktan altı ay sonra resmî ilâna geçinceye kadar, Anadolu çapında dağıtıma verilmesinin zor olacağı söylenmişti. Ama biz “Ankara’ya her gün 1500 gazete isteriz” dedik ve gönderdiler, bu gazeteleri sattık.

1980 sonrasında olanlar da ayrı bir fasıl. Yeni Asya bu dönemde 476 gün kapalı tutuldu. Ama biz Yeni Nesil’i, o da kapatılınca Tasvir’i çıkardık. 1990’dan bu tarafa tekrar Yeni Asya olarak devam ediyor.

Biz bu dairedeki hizmetimizi 1978’den beri Balıkesir’de devam ettiriyoruz. Büroyu 1982’de açtık, o günden beri fasılasız devam ediyoruz.

Bu hizmet seferinde beraber yola çıktıklarımızdan vefat edenlere Allah’tan rahmet, hayatta olanlara uzun ömürler diliyoruz.

19.01.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Bâzan zaaf zâlim olur…”



Gazze’de katledilenlerin sayısı 1.100’ü aştı. Bunların yarısına yakını çocuk. Dörtbini aşkın yaralı var. Ve hâlâ içimizdeki “İsrail muhibbi” kimi “yerliler” âdeta zâlimlerle ve zulümle mânen işbirliği içinde.

Kimi HAMAS’ın zulme itiraz olarak attığı ve 20 yıldır ancak çok azı isâbet eden ve dört İsrailliyi öldüren el yapımı roketlerini “bahane” ediyor. Kimi, sekiz yıldır Irak’ta ve Afganistan’da milyonlarca insanı katleden zulümle alûde “İsrail’e hizmetçilik görevi”ni devrederken giderayak “aynaya bakarken gurur duyuyorum; 50 milyon insanı özgürleştirdik” diye övünen Evanjelist Bush misâli katliâma “gerekçeler” sıralıyor.

Bunların başında “HAMAS’ın ateşkesi bozduğu” uydurması geliyor. Filistinlilerin 2008 Haziran’ında varılan ateşkese uymasına rağmen, İsrail’in Gazze’yi ablukaya alıp bir buçuk milyon insanın sıkıştığı dünyanın en büyük hapishanesine dönüştürdüğünü görmüyor.

İsrail’in yıllardır ilâçtan, sudan, gıdadan, elektriğe kadar amansız ambargoyu sürdürdüğünü hesâba katmıyor. Geçtiğimiz altı ay boyunca dünyadan gelen yardımları engellemesini, sürekli ateşkesi bozup Gazze’ye sık sık saldırılarda bulunmasını, çeşitli bahanelerle Filistinlileri katletmesini görmezden geliyor.

HAMAS’ın direnişin göstergesi olarak İsrail’e doğru fırlattığı, menzilleri 40 kilometreyi geçmeyen roketleri “gerekçe” gösterip zulüm ve vahşetlerini “meşrûlaştıranlar”, ne garip ki İsrail’in daha önce de mülteci kamplarına saldırıp soykırım yaptığını, “antlaşma imzaladığı” Arafat’ın karargâhını iki yıl boyunca kuşatmaya alıp bombaladığını ve sonunda Arafat’ı zehirlemesini bile bile ıskalıyor…

MAZLÛMLARI ZULMÜNE

RÂZI EDİP ALKIŞLATIYOR…

Öylesine ki zulme ortak çıkan bu “İsrail işbirlikçileri”, İsrail’in katliâmını “haklı” bulmak ya da en azından “hafifletmek”le, “çok fazla fenâ telâkkî etmemek”le kalmıyor; çarpıtmalarla Filistinlilerin bu zulüm ve vahşeti bir nev'î hakketiklerini yüksünmeden geveliyorlar. Dahası, mâsumları ve mazlûmları bu zulme “müstehak” görüyor. “Kaderin fetvası”nı zâlimin zulmü lehine yorumluyor…

Bu dehşetli hali tahlil eden Bedüzzaman, Hutûvat-ı Sitte adlı eserinin başında, müfsid mahfillerin kamuoyunu saptırma, beyin yıkama ve zulmü “haklı” gösteren yönlendirme ve algılatmalarla mâsumları ve mazlûmları “suçlu” ve hatta “zulme müstehak” ilân edişini haber verir. İstanbul’u işgal eden İngilizlerin, devrin propaganda araçlarıyla Müslüman halka, “Siz kendiniz de dersiniz ki, mûsibete müstehak oldunuz; kader zâlim değil, adâlet eder; öyle ise size karşı muâmele – işgal ve zulmüme- râzı olunuz!” cümlesiyle açıklar. “Ehl-i dalâletin dalkavukları” ve işbirlikçi çanak yalayıcı kalesislerinin her dönemde bu taktiği kullandığını kaydeder.

“Münâfıkları ehl-i imâna (Müslümanlara) musallat eden ve zındıkları yetiştiren mütemerrid (zulümde inatçı ve kibirli) kâfirlerin Müslümanlara hiçbir fayda vermeyen kılınçlarından ferec (kurtuluş) ve ferah (huzur ve gelişmişlik) ve fütûhat (zafer) bekleyen” yerli nâdânların, “zulme rızânın zulüm olduğu, taraftar olanın, meyledenin, ‘Zulmedenlere en ednâ (en ufak) bir meyil göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size de dokunur” (Ahzâb Sûresi, 72) âyetindeki itabı hakkettiklerini bildirir. (Lem’alar, 155; Kastamomu Lâhikası, 160)

“Hançerini İslâmın ciğerine saplamış olan hasım”ın, mazlûmlara “Sükût et!” diye gözdağı vermekle, “Alkışla, mütelezziz ol (işgal ve zulmümden sevin), beni sev!” diye dayatmakla, evvela zaafından zulme boyun eğenleri istimal ettiğini ifâde eder. Zâlim güçlerin, çeşitli korku, güce teslim olma ve benzerî insanın izzetine yakışmayan zaaflarla zulüme rızâ gösterenleri âlet edip istimal ederek “alkışlattığını”, ardından da mâsumları ve mazlûmları zulmünü alkışlamaya zorladığını bildirir. (Sünûhat, 69)

“MÂNEN ZÂLİM OLUYOR”

“Haşirdeki mizânın ancak tartabileceği dehşetli bir günâh ve zulüm” olan bu halin, “yeis (ümidsizlik)” ile su-i zandan ve zaaf-ı kalbden neşet ettiğini (çıktığını)” açıklayan Bediüzzaman, zâlimin mazlumu döven elim darbelerine ve mazlûmun kalbine akseden elemine dayanamayan zâfiyet içindeki zavallıların, bu bunalımdan kurtulmak için iç âlemlerinde dehşetli bir “çarpıtma”ya başvurduklarını belirtir.

Zulme boyun eğmiş sefil psikoloji içindekilerin, “Teellümat (mazlûmların mâruz kaldıkları zulümden gelen elemler) incitir, za’fı tahammül etmez. Ondan kurtulmak ister, rahat-ı kalbi (kalbini ve vicdanını avutmak) için, mazlûmun istihkakı (bu zulmü hakkettiği), darbe arzu eder” şeklinde izâh eder. Zâfiyet içindeki kalbsiz kalblerin ve vicdansız vicdanların “müstehak” diye mazlûmların darbe yemesini te’ville arzuladıklarını nazara verir. “Hem bahane buluyor; ‘belki de müstehaktır. Mâdem o sefil, ona güneş vermiyor, neden gölge eder” türü “bahaneleri” haklı bulan saptırmalara sapan ruh halini tahlil eder. Bu “teslimiyet”le “super güç” ABD’nin ve hâmisi olduğu İsrail’in hiçbir değer ve hukuk tanımayan canavarca zulümlerini peşinen kabullenenlerin, hatta karşı çıkılmamasını salık verenlerin zâlim güçlere dalkavuklukla kendini şirin gösteren riyakâr ruhtan gelen, murâî ve yalancı fikirden çıkan me’şum ve uğursuz vaziyetlerini deşifre eder.

Biçâre mazlûmların zaafını bahane edip, zâlimlerden sarfı nazar ederek “vahşet cinâyetiyle zaifi mahkûm edenleri” bir nev'î “haklı” bulan, zâlime ve zulme arka çıkma zâfiyetinin vaziyetini “mânen zâlim oluyor, zulme yardım ediyor” cümlesiyle özetler. (Âsâr-ı Bediiye, Lemeât, 601) Zâlimin zulmünün dehşeti karşısında zâfiyetle İsrail’in zulmüne bahane arayıp Filistinlileri “tahrik ediyor” diye suçlayıp peşinen “teslim tutanakları”nı imzalayanların hali, bugün bu hakikati, kanlı Gazze sahifesinde açıkça okutuyor…

19.01.2009

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Hayal kırıklıkları



Ergenekon soruşturması birçok bilinmeyeni ortaya çıkardığı gibi, yapılan siyasî yorumlar da pek çok şeyin ipuçlarını veriyor.

CHP Lideri Baykal’ın son dönemlerdeki politikalarına akıl sır erdirmek zor. Ergenekon soruşturması için söyledikleri de bu cinsten. “Ergenekon avukatıyım”la başlayan bu açıklamalarına 10. dalga gözaltıların ardından “Memnuniyetle gördük ki bir muhtıra verilmedi” demesinin altında yatan mânâya anlam vermek zor. İnsanların aklına “Muhtıra mı bekliyordu acaba?” sorusunu getirdi.

Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan Yalçın Küçük’ün savcılık ve mahkemedeki ifadesinde söylediği iddia edilen, “Darbeyi Türkiye’de TSK yapar o da yapmıyor” cümlesini de buraya almak anlamlı olur kanaatimce…

Bu soruşturma bitene kadar daha ne garip sözler duyacağız bakalım…

***

AYAKKABI ATMA ETKİSİ YAPAN SORU

İsrail’in Gazze’de yaptığı katliâm sonrası yaptığı açıklamalar ile bütün dünyanın öfkesini kabartan ve Şubat ayında İsrail başbakanlığına aday olan Tzibi Livni, tıpkı ABD Başkanı Bush’a benzer bir olayla karşılaştığını okuduk.

Washington’da Amerikalı meslektaşı Condoleezza Rice ile bir antlaşma imzalayan Livni’ye ABD’li bir gazeteci tarafından öyle bir soru sorulmuş ki neye uğradığını şaşırmış. Gazeteciler, dünyanın gündeminde yer alan İsrail’in katliâmları ile ilgili sorular sorarken, kimisi İsrail hükümetini “diktatöre” benzetmiş. Kimisi de soru sormadan önce uzun bir ‘insan hakları raporu alıntısı’ aktarmış. Gazeteci, sorusunu bitirmesi istendiğinde Livni’nin bir saatten beri konuştuğunu sert bir üslûpla söylerken, ABD’nin ne zamandan beri “teröristleri misafir ettiğini” sormuş.

Eski bir MOSSAD ajanı olan Livni, büyük bir pişkinlikle soruyu cevaplayacağını söylemiş. “Sivillere zarar vermekten kaçınmak için yapabileceğimiz her şeyi deniyoruz, ama oluyor” diyerek cevap verirken de zaten terörist olduklarını da kabul etmiş.

***

CAHİLLİK Mİ?

İsrail’in Gazze’de giriştiği katliâm 23 gündür sürerken, ülkeleri yönetenlerin “kınamaktan” başka bir şey yapmaması eleştiriliyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan, İsrail’in katliâmlara başladığı ilk günden beri bölge ülkeleri ziyaretleri ve telefon diplomasisi ile gayret gösteriyor. Son olarak da BM, İslâm dünyası, AB’ye “sessiz kaldıkları” için sert tepkiler gösterdi. İsrail’e sert sözler söylerken İbranice “Öldürmeyeceksin” anlamına gelen “lo Tir’tsach” dedi. Fakat “çok satan” gazetelerden birisi cahilliğinden mi, tashih hatasından mı İbraniceyi, “İbrahimce” olarak yazdı. Gerçi, Kürtçe “hayırlı olsun”u yanlış yazan gazeteye de çok görmemek lâzım…

***

SAÇMALAMA RİCE…

Yarın Barack Obama görevi devraldıktan sonra Bush’un Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’nin bakanlığı bitmiş olacak. Görevde olduğu sürece Irak işgâlinin baş sorumlularından birisi olan Rice, İsrail’in Gazze’de yaptığı katliâmlarla ilgili “İsrail’i savunacağım” diye öyle bir söz söylemiş ki, ancak “saçmalama Rice” diyebiliyoruz.

Gazze’deki sivil katliâmını Gazze halkının kalabalıklığıyla açıklarken, “Gazze’de nüfus çok yoğun. İsrail’in sivilleri vurmaması imkânsız” demiş. Bebek katilleri de ancak böyle saçma sapan gerekçelerle savunulabilirdi. Rice gidiyor, İnşallah gelen gideni aratmaz…

***

NASIL HESAP?

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli öyle bir hesap yaptığı ki, herkes şaşkına döndü. Bahçeli, yaptığı matematiksel hesaba göre MHP bu sene iktidara geliyor.

9 Şubat 1969’da kurulan MHP kuruluşunun 40’ıncı yılını kutluyor. Bahçeli’nin hesabı şu: “2009 yılındayız. 2009’un sıfırlarının üzerine çarpı koyun, atın. Ne kalır, 2 ile 9. 2 ile 9’u toplayın 11 eder. 2009’un içindeki iki sıfırı da sildiniz ne kaldı, 29 kaldı. Şimdi de 29’la 11’i toplayın, 40 eder. Milliyetçi hareketin 40. yılı. Bunlar tesadüf müdür, gönül gözüyle okumak mıdır, bunu da aziz milletimiz takdir edecektir.” (!)

Onu dinleyen MHP’liler bu hesaba şaşırdı mı bilemiyoruz ama birçok kişi gibi biz de şaştık kaldık.

19.01.2009

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Risâle-i Nur çalışma kitapları…



Risâle-i Nur´un yavrularımıza benimsetilebilmesi, okunup anlaşılması istikametindeki çalışmaların hepsi gayret olarak takdire şayandır. Uzun süre muallim olarak çalışmış, modern eğitim metodlarını benimsemiş ve pedagojik yapılanmayı Risâle-i Nur süzgecinden geçirerek hazmetmiş Nur talebelerinin iyi niyetle giriştikleri çalışmaların şahs-ı manevî tasvibine mazhar olmaları, onları istifàde edilir seviyeye çıkarır.

Risâle-i Nur’un şahs-ı manevîsinden maksadımız; hayatları boyunca Allah rızasını kazanmak ve ahirete hazırlanmak maksadıyla Nurlarla meşgul olan talebelerin oluşturdukları küllî şahsiyettir. Şeriattaki “icma”ya da benzetilebilir. Nurlarla meşgul olmayı hayatlarının birinci vazifesi edinenler, Risâle-i Nur ve Bediüzzaman ile ilgili çalışmalara büyük ilgi duyarlar. Cemaat genelinde ilgi duyanların nazarlarına arz edilerek yapılan pedagojik çalışmalar ve Risâle-i Nur çerçevesinde onlarla yapılacak bilgi, tecrübe ve fikir alışverişi, çalışmayı yapanın himmetini genişletir. Çalışma da o denli derin, alâkaya mazhar ve uzun ömürlü olur.

Batı stilindeki eğitim metodlarının sivil Müslümanlarca ders kitaplarına tatbîkinde ise sevindiğimiz noktalar kadar tedirgin olduğumuz hususların da bulunduğunu ifade etmeliyiz. Seviniyoruz, zira Avrupa medeniyetindeki eğitimden haberdar Müslümanlarımız var. Doğu ile Batı arasında köprüler kurarak felsefe ile Kur’ân'ı barıştırmaya çalışıyorlar. Sosyal ilimlerdeki usûlün farklarını ortaya koymaya çalışıyorlar.

Tedirgin olduğumuz hususlara gelince... Batı felsefesinden doğan Avrupa eğitim program ve usûllerinin üzerinde çalışıldığı kadar, İslâmiyetin Kur’ânî ve Peygamberî eğitim metodları üzerinde maalesef çalışılmadı. Osmanlıdaki medresenin vefátıyla birlikte, mektep kanalıyla İslâm coğrafyasını işgale başlayan felsefe, sivil anlamda da “Sünnet”e hayat hakkı tanımamıştır. Hattâ denilebilir ki; İslâm coğrafyasına giren felsefe nifaka bürünerek en büyük hücûmu Sünnete yapmış ve Peygamberimizin (a.s.m.) şeriatını yer yer ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Meydana getirdiği hava ile de ulemánın Sünnet-i Seniyyeyi esas alarak ve dünya şartlarına muvafık bir eğitim metodu geliştirmelerine müsaade edilmemiştir.

Dinsizlik adına kasıp kavuran felsefenin dilini bilmeyen medrese; Avrupaî dinsizliğin mahiyetini de öğrenememiş. Avrupalıya, Avrupa coğrafyasına ve fıtrî olarak tarihine karşı olan İslâm ulemasından pedagoji ile ilgili çalışma beklemek haksızlık olur. Şans eseri Avrupa’yı öğrenmiş olanların da komplekslerine kurban giderek müstağripleştiklerini vakıalar ortaya koyuyor.

Son bir asırda İslâm coğrafyasında Risâle-i Nur´un dışında Avrupa medeniyetini, felsefesini, mütecaviz dinsizliği ve sefahetin mahiyetini ortaya koyan ikinci bir eser olmadığından, pedagoji, psikoloji, sosyoloji ve felsefenin insanın mahiyetini konu edinen diğer branşlarından rastgele istifade etmek güçleşmiştir. Ancak, Risâle-i Nur’un Kur’ânî prensiplerinden süzülenler gibi insânî bilgiler veya eğitim ile ilgili usûller geçerli olabilir.

Risâle-i Nur´ları okul dersleri formatlarına dökerek talebelere sunmanın bir mahzuru, çocukları Nurlar konusunda labirentlere hapsetme tehlikesidir. Çok zor edebî metinleri, matematik problemleri veya grameri ile birlikte yabancı bir dili öğretmek üzere ihdas edilen metodla Risâlelere yöneldiğimizde; bu kitapların en az söz konusu dersler kadar zor olduğunu, öğretmensiz ve yardımcı kitapsız öğrenilemeyeceğini zımnen kabul ediyoruz demektir. Kaldı ki, söz konusu eğitim ve pedagojik modeller, hantallığından dolayı Batıda çokça tenkit ediliyor.

Deneme yanılma usûlleriyle Risâle-i Nur’u yavrularımıza aktarmak yerine, aslı Risâle-i Nur’da bulunan cazip, serbest, sevimli ve külliyatın umumuna muhatap edici “yeni metodlar”ı tatbîk etmek daha verimli olur, kanaatindeyiz.

Şu tezimiz ve yukarıdaki ifadelerimiz sakın sizi; modern pedagojiden istifáde etmeme düşüncesine itmesin. Deneme yanılma metodunun her gün sosyal laboratuvarlardan piyasaya servis ettiği usûllerin Risâle-i Nûr süzgeçlerinden geçirilmesi ve Risâle-i Nur’un harika metoduna yardımcı olarak tatbîk edilmesi elbette güzeldir. Avrupa’nın eğitimde kullandığı metodların hepsi dinsiz felsefenin mahsûlü değildir. Üstadları olan Endülüs Emevîlerinden başlayarak inkişaf etmiş bir çok insânî metodun netîce itibarıyla İslâmla örtüştüğünü hepimiz biliyoruz.

Ancak Risâle-i Nur’un başta çocuklarımız olmak üzere; gençlere, kadınlara ve ihtiyarlara sevdirilmesi istikametinde çalışma yapmak isteyenler, dayanaklarını külliyatta göstererek Risâle-i Nur’u hayatlarının en önemli meselesi haline getirenlerle paylaşmazlarsa, yapılan çalışma efkâr-ı ammede kabul görmez. Uzun zamanlı ve zahmetli çalışmalarla meydana gelmiş hazırlıkların ömürleri gayet kısa olur.

19.01.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Merhamet nedir bilmezse



“Merhamet etmeyene merhamet edilmez” buyurur sevgili Peygamberimiz (asm). Yine “Siz yerdekilere merhamet edin ki göktekiler de size merhamet etsin” buyurur.

Merhametin olmadığı yerde zulüm vardır, insanlık dışı her şey vardır. Toplumlar, milletler ancak merhametle ayakta kalabilir, kabul görür, şeref ve itibarlarını koruyabilirler. Zulümle âbâd olan hiçbir toplum yoktur. “Küfür devam eder, ama zulüm devam etmez.”

Çevremizde, dünyamızda yaşanan olaylara baktığımızda merhametsizliğin nelere sebep olduğunu, ne kadar içler acısı manzaralar meydana getirdiğini görmekte gecikmiyoruz.

Evet, bütün zulümlerin temelinde merhametsizlik vardır. Allah’tan korkan, içinde azıcık bir acıma duygusu bulunan bir insan karıncayı dahi incitmekten sakınır. Peki, sivil, çoluk çocuk, kadın, yaşlı demeden savaşla zerre kadar ilgisi olmayan nice masum insanı göz kırpmadan öldüren İsrail’e ne diyeceksiniz? İnsanlığın en güzel vasfı olan, insanı insan yapan özelliklerin başında yer alan merhametin nesnesi bunlarda yok mu? Ancak canavarların yapabileceği bu acımasızlığa nerden fetva buluyorlar? Zalimin hasmının Allah olduğunu hiçbir İlâhî kitaptan ve hikmetten okumamışlar mı? Sadece kendini insan, kendilerinin dışındakileri de insan görmüyorlar mı?

Bunların yaptığı ne insanlık, ne vicdan, ne de kitapla bağdaşıyor. Ya inandıklarını söyledikleri Tevrat’la?

Tevrat bile masum insanların canlarına kıymayı kesinlikle yasaklıyor. Çıkış 20. Bab 13. âyetinde, “Katletmeyeceksin!” emrini veriyor.

Tevrat’ın Tesniye kısmının 19. Babının 19 âyeti şöyle: “Allah’ın Rabbin miras olarak sana vermekte olduğu memleketinin içinde suçsuz kan dökülmesin ve senin üzerine kan olmasın.”

Bu âyete ne diyorlar?

Levililer’in 19. Babının 15-18. âyetlerinde ise şöyle deniliyor: “Hükümde haksızlık etmeyeceksin… Kudretinin hatırına itibar etmeyeceksin ve komşuna adaletle hükmedeceksin… Komşunun kanına karşı ayağa kalkmayacaksın.”

Bir millet şefkat, merhamet nedir bilmiyor, kendi kitabını bile takmıyor, masumların kanına girmekte, hem de dünyanın gözüne baka baka tereddüt göstermiyorsa işi Allah’a kalmış demektir.

İş Allah’a kalıyorsa o millet iflâh olmaz. Sadece zulmedenler değil, ona taraftar olan ve seyirci kalanlar da bundan paylarını alırlar.

19.01.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İsrail'in zulmü, insanlığı uyandırdı



Filistin topraklarından askerini çekmeyen ve bir bahane ile her an için saldırıya geçmeye hazır ve hevesli görünen İsrail'in tek taraflı olarak ateşkes ilan etmesini zerre kadar güvenilir bulmadığımızı hatırtalarak başlayalım.

1948'de Birleşmiş Milletlerin (BM) kararıyla kurulan İsrail Devleti, 60 yıl sonra nihayet aynı BM ile karşı karşıya gelmiş oldu.

Filistinlilere yönelik uyguladığı zulüm ve baskıcı politikalarını daha da şiddetlendiren İsrail, artık BM'nin tavsiye kararlarını dahi hiçe sayarak bildiğini okumaya devam ediyor.

Gariptir ki, İsrail, BM kararıyla ve oy çokluğuyla kurulan ilk ve tek devlettir. Dolayısıyla, BM bu konuda sabıkalıdır ve bir nev'î suçluluk psikozu içinde bulunuyor.

Ancak, BM buna rağmen bugün itibariyle İsrail'in katliâmını doğru bulmadığını ve bir an evvel saldırılara son vermesi gerektiğini açıkça söyleyebiliyor. Ama ne yazık ki, sadece söyleyebiliyor; gerekli olan müdahalede bulunamıyor, hatta herhangi bir müeyyide uygulama cihetine dahi gidemiyor. Çünkü, bu konuda hem kendisi sâbıkalı, hem de dünya ülkelerini kıskaca alan Yahudi lobilerinin etkisi altında bulunuyor.

Buna göre, zulüm ve katliâm yapmakta berdevam olan İsrail'e karşı mahrumiyet içindeki Filistinliler birşey yapamadığı gibi, geniş Arap âlemi de, hatta İslâm dünyası da herhangi birşey yapamıyor; yani, onun zulmüne mâni olamıyor.

AB, ABD ve BM'nin durumu da zaten belli; onlar da olup bitenlere seyirci kalmanın ötesinde fiiliyatta birşey yapamıyor. (Yarın, Obama'nın başkanlık görevini devralmasıyla birlikte, bir değişiklik söz konusu olabilir.)

Geriye kalıyor, insanlık âlemi...

Yani, devletler, hükümetler ve beynelmilel organizasyonlar, İsrail devleti ile ve arkasında duran dünya çapındaki Yahudi kuvvetiyle başedemez bir durumda göründüğü için, iş insanlara ve insanlık âlemine kalmış bulunuyor.

Neticede insanlık uyandı ve harekete geçti. Daha doğrusu, İsrail'in had–hudut, hak–hukuk tanımaz zulüm ve saldırganlığı insanlığı uyandırmış oldu. Yüzlerce çoluk–çocuğun katledilmesi karşısında hiç kimse suskun ve bîgâne duramaz oldu. Yahudi medyasının bütün saptırma ve sansürleme gayretlerine rağmen, Filistinde yaşanan insanlık trajedisinin bir nebze de olsa farkına varılmış oldu.

İşte bu durum, insanlık câmiasınıdünyanın hemen hemen yer yerinde uyandırdı ve değişik plâtformlarda da olsa bir derece harekete geçirmeye yetti.

Harekete geçen insanlık cemiyetinden kimileri zulmü protesto edip zalime lânet yağdırmaya, kimileri karınca kararınca Filistindeki muhtaçlara yardımda bulunmaya, kimileri de "Şu katil İsrail'i durduracak yok mu!" diye sesini yükseltmeye başladı.

Bu uyanış hareketi, duâ ve temenni edelim ki, dünyanın en ücrâ köşesine kadar dalga dalga yayılsın ve alabildiğine şiddetlensin. Tâ ki, devletler ve hükümetler de harekete geçmeye ve zulmü durdurmaya mecbur kalsınlar.

Evet, çeşitli mülâhazalar, çeşitli denge hesapları ve birikmiş dahilî husûmetler sebebiyle, Arap ve İslâm âlemi İsrail karşısında birleşemiyor, yekvücut olamıyor, dolayısıyla ortaya tesirli bir varlık koyamıyor.

İşte bu ve benzeri sebeplerle, iş insanlık âlemine kalmış bulunuyor. Şükür ki, insanlık bir uyandı ve nisbeten harekete geçti. Henüz cüz'î seviyede görünen bu hareketin, kısa sürede çığ gibi büyüyerek zalimin zulmünü durdurmasını diliyoruz.

Gazeteci Hrant Dink cinayeti

Ermeni asıllı gazeteci Hrant Dink, genel yayın yönetmenliğini yaptığı Şişli'deki Agos gazetesi binası önünde vurularak öldürüldü.

Hrant'ı öldüren kişinin Ogün Samast isimli tetikçi bir genç olduğu kısa süre sonra anlaşıldı. Ancak, asıl azmettiricilerin ve bu sûikast plânının arkasında kimlerin olduğu tam olarak anlaşılamadı.

Bu cinayet, belli ki çok gizli ve son derece profesyonel şekilde çalışan gizli bir örgüt tarafından organize edilmiş.

* * *

Hrant Dink cinayeti, Türkiye'de olduğu gibi dünyada büyük akisler uyandırdı. Cinayeti işleyenlere öfke ve azmettiricilere de büyük lânet yağdırıldı.

Çünkü, böylesi bir cinayeti işlemenin ne Türklük ve Müslümanlıkla, ne de insanlıkla bir alâkası olabilirdi.

Dink'in bir suçu–günahı varsa şayet, onu hesaba çekecek olan devlettir, devletin meşrû kurumlarıdır. Bir şahıs veya örgüt, şu veya bu kişiyi cezalandırmak gibi bir hakka sahip değildir ve olamaz.

* * *

Keza, Dink'i öldürenlerin vatan ve millet adına bir hizmet ettikleri de söylenemez. Bu tür cinayetlerin işlenmesinde Türkiye'nin menfaati değil, aksine zararı ve uluslar arası platformda büyük prestij kaybı vardır.

Dolayısıyla, sırf Ermenidir diye bir vatandaşı öldürmeye yeltenmek, ülkeye, millete ve hatta mukaddes dinimize çok büyük bir kötülük yapmaktır.

19.01.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İnkâr / yokluk ispat edilebilir mi?



Allah’ın varlığı ve birliğini gösteren sayısız muhteşem deliller vardır. Bunlardan bir kısmı aklî, bir kısmı naklî, bir kısmı tecrübî ve gözleme dayanır. İnkâr konusunda önce şu hususu da vurgulayalım:

“İlgilenmeme” şeklinde gelen inkâr ile “yokluğu ispata” yeltenilen inkâr arasında büyük fark vardır. İkincilerin aklına şaşmak gerekir.

Varın ispatı, yokun ispatından her zaman ve zeminde daha kolay ve mümkündür. Çünkü, var olan aynı zamanda kendi kendisini de gösterir, ortaya koyar. Meselâ, bir tek elmayı göstermekle elma cinsinin yeryüzünde bulunduğu ispat edilir. Oysa, yokluğunu iddiâ eden kimse, bütün yeryüzünü, hattâ kâinatı dolaşıp, ancak ondan sonra onun yokluğunu ispat edebilir.

Evet, “varı ispat etmek gayet kolay, yoku ise çok zor”, hattâ imkânsız. Yâni, inkâr edenler, kâinatı didik didik edip, hiçbir yerde olmadığını göstermekle dâvâlarını ispat edebilirler. Bu da imkânsızdır. Çünkü nefsü’l-emirde (gerçekte) yokluk ispat edilmez; ihata lâzımdır.1 Yâni, kâinatı bütünüyle kucaklamak, her tarafını görmek, göstermek gerekir. Meselâ, “Şu odada 5 kuruş madeni para var!” diyen gösterir; dâvâsını rahatça ispat eder. “Yoktur!” iddiasında bulunan; odanın her tarafını didik didik etmeli. Hattâ, koltukların içini, döşemenin altını söküp, bütün kuytu yerleri, karanlık delikleri dahi tarayıp açığa çıkarmalıdır. Aksi halde, “yok!” demek bir ispat, bir mârifet değildir...

İspatta şöyle aklî-ilmî bir avantaj daha var: Zâyıf da olsa, herbir delilin sağında ve solunda pekçok takviye kuvvetleri mevcuttur. İmân hakikatlerini ispat için ortaya konan delilleri tetkik ederken, “Şu kocaman neticeyi bu zayıf delil kaldırmaz” şeklindeki tenkit de geçersizdir. Zîrâ, İslâmiyetin doğruluğuna delâlet eden şahitlerden, işaretlerden her birisi, o müdafaa meydanında arkadaşını himâye etmekle sıhhat raporunu imzalayarak sağlam olduğunu tasdik eder. Çünkü, imân hakikatlerinde hedef ispattır, inkâr değildir. Sabit olan birşeyi gösterenlerin biri, bin gibidir. Zira, ispatta, gösterenlerin gösterme tarzları birbirine uygun olduğundan ve örtüştüğünden herbiri ötekini tasdik etmiş olur.

İnkâr edenlerin şehadetlerinde tevâfuk/örtüşme yoktur. İnkârlarına farklı sebepler gösterirler. Meselâ, ay başlangıcındaki hilâli göremeyenlerin herbirinin gerekçesi farklıdır: Biri, “Rahatsızdım, göremedim!” derken; öbürü, “Hava bulutlu idi, görmedim!”; bir başkası, “O anda uyuyordum!”; bir diğeri “Miyopum ondan göremedim!” der. Örtüşme ve birbirini destekleme olmayınca; elbette ispat ve izaha yardımcı olması muhâl, imkânsız olur.2

İspat edenler, “Benim nazarımda ve gözümde hilâl var” demiyor; “Gerçekte, göğün yüzünde hilâl vardır, görünür” diyerek aynı dâvâda ittifak ediyor.

Benzer şekilde, uzman bir kişinin kendi alanında verdiği bir hüküm; o sahada uzman olmayan binlerce kişinin verdiği hükme tercih edilir. Öyle ise, ilmî kariyer ve rütbeleri ne kadar büyük olursa olsun, kişilerin uzman olmadıkları sahada söyledikleri sözler, uzman olanların sözlerinin yanında bir kıymet ifade etmez.

Mesele gayet basit, net ve açık: İnkârcıların imânî bir meseleyi inkâr etmelerindeki ittifakları tek bir haber gibidir; tesirsizdir. Amma, inananların imânî meselelerdeki sözlerinin herbirisi ötekisine yardımcıdır, takviye eder, güç katar.3

Dipnotlar:

1- Age, s. 133-134.

2- Mesnevî-i Nûriye, s. 88.

3- Mesnevî-i Nûriye, s. 73.

19.01.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır