|
|
Faruk ÇAKIR |
Ergenekon ‘dalga’ları |
|
Artık Ergenekon soruşturmasıyla ilgili olarak gözaltına alınanlar için ‘sürpriz’ demek bir mânâ ifade etmiyor. Başlangıçta göz altına alınan ‘önemli kişiler’ olunca herkes bu kararları ‘sürpriz’ sayıyordu, ama bu sürprizler o kadar çoğaldı ki bundan sonra kim gözaltına alınırsa alınsın ‘sürpriz’ sayılmayacak.
Aslında göz altına alınan isimlere bakınca Türkiye’nin içten içe çürütüldüğünü söylemek mümkün. Dün en önemli görevlerde bulunarak ‘devlet’i temsil eden kişiler, bugün en ağır suçlamalarla itham edilerek gözaltına alınıyor, yargılanıyor ya da mahkûm oluyor. Bu hadiseleri görenlerin, gelinen noktadan endişe etmemesi mümkün değil mi?
Yanlış anlaşılmasın, bu endişe, “Vah, vah! Kimleri de göz altına alıyorlar, olur mu böyle şey?” diye değil. Aksine, “Vah, ki vah! Türkiye kimlerin elinde kalmış. Nasıl da bunca yıl gerçek yüzlerini gizlemiş ve herkesi aldatmışlar. İyi ki bu insafsızların vaktinde Türkiye tamamen batmamış. İnşaallah bu defa ‘çete’lerin üzerine gidilir de suçlu olanlar adalet önünde hesaplarını verirler. Bundan sonrakilere de ibret olur” diye gecikmiş bir endişe sözkonusu.
Ergenekon soruşturması bir defa daha gösterdi ki, ‘deprem hariç her şeye bir senaryo’ yazanlar varmış. Soruşturmalar ilerleyip, yeni delillere ulaşıldıkça; geçmişte kalan onlarca fail-i meçhul cinayet ve hadisenin; gerçekten bazı ‘görevli’lerce bilindiği ve hatta onlar tarafından işlendiği ortaya çıkıyor. Bunca kötülüğe imza atan bir ‘çete’nin kendini gizleyebilmesi farklı kişi ve kuruluşlardan destek aldığını da akla getiriyor.
Bazıları, gözaltına alınanların çok farklı dünya görüşüne sahip kişiler olduğuna bakıp, “Bu isimler hiçbir şekilde bir araya gelemez. O halde bu operasyonlar, bu iddialar doğru değil” diyor. Tarih de şahittir ki, belli ortak menfaatler için ‘sağ’ ‘sol’ gibi zıtlar bir araya getirilebilmiştir. Çok eskiye gitmeye gerek yok. 12 Eylül ihtilâli öncesinde ya da 28 Şubat sürecinde kimlerin hangi maksatlarla bir araya gelip ‘ortak menfaat’ için işbirliği yaptığı hatırlansın. Meselâ 12 Eylül öncesinde ihtilâl zeminini hazırlamak isteyenlere hangi dünya görüşünden olursa olsun kargaşa çıkaracak kişiler lâzımdı. Nitekim, profesyonel kargaşa uzmanları bir gün ‘sağ’cıların yürüyüşünde, öbür gün ‘sol’cuların yürüyüşünde en ön safta olabilmiştir. Ön saftakiler bu kargaşalara bilerek çanak tutarken, arka safta olanlar sadece ‘saf’ça yürümeye devam ettiler ve nihayet ihtilâlcilerin arzuladığı şartlar oluştu. Eh, şartlar oluşunca da ihtilâl yapmak onlar için ‘vazife’ değil miydi?
Aynı şey, 28 Şubat sürecinde de yaşandı. Kimileri dindar kisvesiyle, kimileri de başka maskelerle ‘süreç’in değirmenine su taşıdı. Süreç gelip de dindarların 30 yıllık birikimini tarumar edince o güne kadar ortada olan ‘figüran’lar kayboldu. Figüranların sebep olduğu hataların bedelini de bütün bir millet ödedi.
Ergenekon soruşturmasının yeni dalgasıyla kıyıya vuran isimlerin çeşitliliği ve görünüşteki zıtlığı hiç kimseyi şaşırtmasın. Demokrasiye tuzak kuranlar, milleti yanıltabilmek için ekseriyetle bu yanıltma yolunu tercih eder. Türkiye, bundan önce düştüğü bu tuzağa bir defa daha düşmesin ve ‘çete’lerden kurtulmak için ‘sonuna kadar gidilmesi’ noktasında kararlılığını ortaya koysun.
23.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“BOP’un eşbaşkanlığı” meselesi (3) |
|
Neticede Başbakan Erdoğan’ın ifâdesiyle BOP, “AKP siyasî iktidarının dış politikasının parametresini kurmuş” ve “dış politika açılımları BOP vizyonunun tamamlayıcı parçası olmuş…”
Erdoğan’ın 16 Kasım 2005’teki AKP Merkez Yönetim Kurulu toplantısından sonra basına, “Dışişleri Bakanı Gül, Bahreyn’de ABD Dışişleri Bakanı Rice ile Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi ile ilgili görüşecek. Söz konusu projede eşbaşkanlık görevi yapıyoruz ve yapmaya devam edeceğiz” sözleri, bu süreçte bu işbirliğinin bir belgesiydi.
Nitekim AKP’nin Kızılcahamam Kampında ‘Türkiye’nin AB süreci ve dış politika’ brifiginde dönemin Dışişleri Bakanı Gül, İran’ın nükleer programı, BOP ve Kıbrıs sorunu konularında soruları cevaplarken, “BOP Türkiye’nin dış politika ilkelerine uygun; BOP içinde ABD ile birlikte hareket ediyoruz” demişti. İran’ın nükleer programıyla ilgili olarak BOP kapsamında da ABD ile birlikte hareket ettiklerini belirten Gül, “Girişimlerimizden olumsuz bir tablo çıkarsa Türkiye, İran kapısını kapatmak zorunda kalacak” diye konuşmuştu. (Nazif Oflazoğlu, Radikal, 14.3.2006)
Meclis’te bir soru önergesini cevaplarken ABD’nin BOP’unu metheden Gül, BOP’un Türkiye’nin bölge vizyonuyla örtüştüğünü, İslâm dünyasına özgürlük, demokrasi ve barış getireceğini iddia etmişti. (Erdal Şafak, Sabah-6.3.2006)
“ABD İLE AYNI SAFTA”
Gerçek şu ki daha ABD’nin Irak’ı işgalinin başında Başbakan, “Türkiye’nin bölgesel bir lider olarak küresel lider ABD’nin yanında yer aldığını dile getirmişti. Erdoğan’ın 31 Mart 2003’te The Wall Street Journal’daki yazısında, “ABD’nin Irak’ta savaşan kahraman bay ve bayan askerlerin en az zâyiatla ülkelerine mümkün olan en kısa zamanda dönmeleri temennisi ile duâcıyız” sözleri bunun temennisiydi.
TBMM’nin Irak’taki askerî harekâta destek vermekteki tereddüdünü, Birinci Körfez Savaşının sonuçları bakımından “Türkiye ve Türk halkı için yıkıcı bir olay” olmasına bağlayan Erdoğan, 21 Nisan 2003 tarihli The Washington Post” gazetesinde “Paylaşılan Bir Stratejik Vizyon” başlıklı makalesinde ise Türk-Amerikan stratejik ortaklığının geçerliliğini sorgulayanları “bazı kötümserler” olarak nitelemiş; Amerikan kamuoyuna “ABD ile aynı saftayız” mesajını vermişti. (Milliyet, 22.Nisan.2003)
Ve bu “vizyon”la AKP hükûmeti 1 Eylül 2004’te Resmî Gazete’de yayınlanan “ABD’ye Destek Hamûlesi”yle Anayasaya aykırı olarak Meclis’i by pass ederek ABD’ye lojistik destek vermişti. Irak işgaline yönelik her türlü askerî malzeme ile gizli mahiyette silâh, mühimmat, teçhizat, ikmal maddeleri, savaş uçağı yedek parçası ve eşyalarının ithal-ihraç, ülke içi nakil ve dağıtımı için başta İncirlik Üssü olmak üzere altı havaalanını ve altı deniz limanını Amerikan askerlerinin emrine tahsis etmişti.
“BOP EŞBAŞKANLIĞI”NDAN İSTİFA
Gelinen noktada Başbakan Erdoğan, 13 Ocak 2009’da partisinin son Meclis Grubu toplantısında, “BOP’un Ortadoğu barışı yanında ekonomik kalkınmasına, özgürlüklere, kadın haklarına yönelik olarak kurulduğunu” beyân edip “BOP’ta Türkiye’ye de bir görev verildi ve biz bu görevi üstlendik” itirafında bulunuyor. “Bu aslında şu anda zaten doğmadan ölen bir proje durumuna düştü, bunun bizi bağlayıcı hiçbir yanı yoktur” diyor.
Hemen sormak lâzım; madem bizzat Başbakan’ın ifâdesiyle, “şu anda bu konuyla ilgili olarak bizi bağlayan Tayyip Erdoğan’ın attığı bir imza yok”; o halde neden bu “proje”den çekilmiyor? Neden hâlâ BOP’daki konumunu koruyor; bunun maksadı nedir?
“BOP’un eşbaşkanlığı”, Başbakan’ın nitelemesiyle gerçekten “sadece insanî olarak bizim üstlendiğimiz bir görev”se ve Erdoğan bunun siyasî rakiplerince “ikide bir kullanması”ndan ve “siyasî istismarı”ndan rahatsızsa, niçin bu “görevi” bırakmıyor?
İsrail’in Filistin’e uyguladığı son vahşet ve katliâma, amansız ambargoya karşı hangi “insanîlik” kaldı? Başbakan’ın tâbiriyle madem BOP doğmadan “ölen bir proje”ye dönüştü; bu durumda, “ölen” ve “bağlayıcılığı kalmayan” iflâs etmiş ve bitmiş bir “görev”de inadına kalmanın gereği nedir?
Irak ve Afganistan işgallerinin fiyaskoyla sonuçlanması üzerine, CIA’nın Türkiye İstasyon Şefi ve Ortadoğu uzmanı Graham Fuller bile “BOP felâket getirdi ve çöktü” tesbitini yapıyor. Bölgede Türkiye ile ABD’nin çıkarlarının uyuşmadığını, hatta çatıştığını belirtiyor. Peki, Türkiye Başbakanı neden hâlâ bunun gereğini yapmıyor; neden hâlâ “BOP eşbaşkanlığı”nda kalıyor?
Çoğu çocuk ve kadın bin beşyüze yakın mâsum insanın katledildiği, altı bini aşkın sivilin yaralandığı İsrail’in Gazze saldırısı, işgali ve ambargo süresince hiçbir diplomatik ciddî tepkide bulunmayan Başbakan ve siyasî iktidar, sadece “kuru kınamalar”la kalıyor. İsrail’e verdiği yüzmilyonlarca silâh alımı ihâlelerini, hiçbir savunma sanayii ve stratejik işbirliği anlaşmasını iptal etmiyor, askıya almıyor; neden?
AKP hükûmetinin Türkiye’yi, İsrail’in zulmüne açıkça arka çıkan ve milyonlarca masumun kanının heder olmasına ortak olan ABD’nin BOP’unun ortaklığında ve “eşbaşkanlığında” tutmasının maslahatı nedir? Başbakan neden “BOP eşbaşkanlığı görevi”nden istifa etmiyor?
23.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Enkazların hesabını vermeyecekler mi? |
|
İkisi de arkasında enkaz bırakarak çekildi… Birisi 22 gün boyunca Gazze’de 1.300'ü aşkın Filistinli masumu öldüren İsrail, diğeri de görevde bulunduğu 8 yılda “dünyanın en sevilmeyen lideri” seçilen George Bush…
“Bebek katili” ünvanını son saldırılarda iyice pekiştiren İsrail, 22 gün boyunca yaktı, yıktı, katletti ve ardından enkaz bırakarak çekip gitti.
Nasıl bir enkaz bıraktığını “katliâmın bilânçosu”na bakarsak dahi iyi anlayabiliriz. Yarısından fazlası çocuk ve kadın olan 1.300'den fazla Filistinli öldü. (Yıktığı yerlerin enkazları kaldırıldıkça bu sayılar artıyor) Yaklaşık 6 bine yakın Filistinli yaralandı. 22 bin ev ya yıkıldı ya da ciddî hasar gördü. 48 resmî bina, 30 karakol, 20 cami yıkıldı. En az 100 bin Filistinli evsiz kaldı.
Önümüzdeki ay İsrail’de seçimler yapılacak. Ve bu seçimlerde Savunma Bakanı Ehud Barak’la seçimde yarışacak olan Dışişleri Bakanı Tzipi Livni’nin tehditkâr tutumu devam ediyor. “Eğer Hamas İsrail’e bir Kassam roketi daha atacak olursa şimdi olduğu gibi şamarla yere yapıştırırız ve onlar da bunu biliyor…” diyor. Görülen o ki bir bahane bulup her an yine katliâmlarına devam edebilir.
İsrail’in 22 gün boyunca yaptığı katliâmlarda dünya milletleri protestoları ile imtihanı geçerken, ülkelerin yöneticileri—bir ikisi hariç—tam anlamı ile sınıfta kaldı. Tepki gösterip, kınamakla kalanlar, İsrail’i cezalandıracak askerî, siyasî ve ekonomik yaptırımlar uygulamayarak insanlık imtihanından zayıf not aldılar. Yani, İsrail’in anladığı dilden kimse konuşmadı, konuşamadı…
Peki, o masum sivil halka yapılanlar cezasız mı kalacak? Harap olan yerlerin hesabı sorulmayacak mı? Yaptıkları yanlarına kâr mı kalacak? Kesinlikle kalmamalı, bunun hesabı sorulmalı ve cezası da kesilmeli.
Bundan sonra da yardımlar daha fazla yapılmalı. Çünkü, Gazze halkı hâlâ aç, hâlâ ilâçsız, hâlâ güvende değil… 6 bin civarındaki yaralı tıbbî malzeme olmazsa ölümle karşı karşıya. Bunun yanında Gazze şeridindeki şehirlerin yeniden inşası için özellikle İslâm ülkelerinin bir an önce yardımlarını arttırması gerekiyor. Bu yardımlar belki yaralı yürekleri tamir edemeyecektir, ama hiç değilse hayatta kalanlara merhem olacaktır.
Bush’a gelince… Tıpkı İsrail gibi o da arkasında enkaz bırakarak çekip gitti. İkiz kulelere yapılan saldırıları bahane ederek Afganistan’a girip, on binlerce insanı öldürerek enkaz ve karmaşıklığa terk etti. Irak’a demokrasi getireceğiz diyerek girdi, orayı da mahvetti. “Kimyasal silâh var” iddiasının fos olduğu anlaşıldı. Ancak arkasında yine yıkılmış bir Irak bıraktı.
Dünya Barack H. Obama’nın seçilmesinden dolayı ümitli. Obama’nın da bu ümitleri boşa çıkarmaması gerekiyor. Göreve başlamasından hemen sonra, Guantanamo’da yer alan savaş suçları mahkemesindeki askerî savcılardan beklemedeki bütün dâvâları 120 gün boyunca durdurmalarını istemesi ümitleri arttırıyor.
Martin Luther King’in 1963’te ünlü, “Bir hayalim var” konuşmasını yaptığı Lincoln meydanının önünde, Obama için düzenlenen konserde müzisyen Bono’nun “Bu bir Filistin rüyasıdır, bütün halkların birlikte yaşayabilme rüyasıdır” sözü görevi boyunca kulaklarında çınlamalı…
Elbette ülkelerin menfaatleri önemlidir. Ancak asıl önemli olan insanlığın ortak değerleridir. Hem İsrail, hem de Bush insanlık değerlerine uymadıkları için cezasız kalmamalıdır. Dünya bu enkazlarının hesabını sorabilmelidir. Yoksa barış hiçbir zaman kalıcı olmayacaktır.
İnsanlık artık barış, özgürlük, huzur içinde yaşamak istiyor.
23.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Filistin’i unutmayalım |
|
Uç hafta boyunca İsrail bombalarıyla bir defa daha tarümar edilen ve üçte biri çocuklar olmak üzere 1300’ü aşkın insanını şehit veren, binlercesi de gazilik rütbesine erişen Gazze, nihayet “sükûnet”e kavuştu gibi.
Ancak geride kalan ve Hiroşima’ya benzetilen görüntüler dehşet verici. Enkaz altından hâlâ cenazeler çıkarılıyor ve yaralılar tedavi bekliyor.
Şimdi yaraları sarma zamanı. Evleri yıkılan, okullarda veya camilerde sabahlayan insanların, başlarını sokacak bir barınağa, gıdaya, suya, ilaca ve de şefkatle kucaklanmaya ihtiyaçları var.
Ki, gerek Türkiye’de, gerekse diğer İslâm ülkelerinde bu seferberlik bütün hızıyla devam ediyor. Ekonomik krize rağmen herkes kendi gücü ölçüsünde bu seferberliğe katılıyor. İsrail’in saldırıları sürerken pasiflikle eleştirilen zengin Arap ülkeleri ise bu tavırlarını da affettirmek istercesine, kesenin ağzını ardına kadar açıyorlar.
Filistinlilerin bir damla kanının bile dünyadaki bütün paralardan daha değerli olduğunu ifade ederek Gazze’nin yeniden inşası için 1 milyar dolar bağışlayan Suud Kralı Abdullah’ın kararı bunun hayli dikkat çekici örneklerinden biri.
Görünen o ki, Gazze’nin yaralarını sarma seferberliği daha da genişleyerek ve yaygınlaşarak devam edecek. İnsanî yardım alanında küresel tecrübeye sahip ekipleri ve yardımsever halkıyla Türkiye, çok şükür, bu konuda da önde gidiyor.
Bu seferberlik, tabiî ki, saldırılarda kaybedilen canları geri getirmeyecek. Ama bizim inancımıza göre şehitler doğrudan Cennete gidecek. Geride kalanların çektiği acılar ve uğradıkları kayıplar da Rahmet-i İlâhiye tarafından fazlasıyla telâfi edilecek. Bizlerin gıptayla karşılayacağımız şekilde makamları ve dereceleri yükseltilerek, ebedî nimet ve ikramlara gark olunacaklar.
Geride kalanlar içinse imtihan devam ediyor.
Hem bu acı ve kayıplara sabır; hem de mücadelenin bundan sonraki süreçlerinde, evvelki tecrübelerden ders alarak eski hataları tekrarlamama ve doğru stratejilerle yürüme imtihanı.
Ve Gazze’nin bir daha aynı duruma düşmemesi için, İsrail saldırganlığının tekrarını önleyecek her türlü hazırlığın yapılıp buna dair tedbirlerin alınması da bu imtihanın bir konusu.
Burada öncelikle Filistin mücadelesinin öncü kadrolarına çok önemli sorumluluklar terettüp ediyor. Ve bunların başında da, ne yapıp edip, kendi içlerindeki ihtilâfları bitirerek, yekvücut bir tesanüd ve dayanışmayı başarmaları geliyor.
Bir diğer nokta, başlangıçta İslâmî şuurlanma temelli bir sosyal hareket olarak yola çıkıp Filistin halkının eğitim, sağlık v.s. gibi ihtiyaçlarına cevap veren çalışma ve organizasyonları ile gönülleri fetheden Hamas’ın, silâhlı mücadeleye yöneldikten ve siyasallaştıktan sonra yaptığı hataları bir an önce gözden geçirerek düzeltmesi.
Bunlardan biri, çok şükür epeydir vazgeçilen intihar saldırıları. Kimileri bunları “istişhad, şehadet eylemi” olarak yüceltip fetva verse de, sivil halkın içinde bomba patlatıp masumlara da zarar vermenin, savunulabilecek bir tarafı yok.
Bir diğeri, yine sivil yerleşim mahallerini hedef alan roket ve füze saldırıları. Bunlar da diğerleri gibi “Dünyanın en militer toplumunun yaşadığı İsrail’de sivil halk yok” mantığıyla açıklanmaya çalışılsa da, en azından çocuklar için hiçbir geçerliliği olmayan bir mantık ve izah bu.
Bir başkası, Hamas ve diğer Filistinli gruplarca İsrail’e karşı verilen silâhlı mücadelenin, kendi aileleri ve sivil Filistin halkıyla iç içe bir ortamda sürdürülmesi. Halbuki İslâm tarihine baktığımızda görüyoruz ki, sivil halkı savaş ortamının dışında tutmak için hep tedbir alınmış.
Bediüzzaman’ın talebeleriyle birlikte katıldığı Bitlis müdafaası öncesinde kadın, çocuk ve yaşlıların şehir dışında güvenli yerlere nakli ve aynı şekilde Medine müdafaasında şehirdeki sivillerin başka şehirlere gönderilmesi, bunun iki örneği.
Hiçbir şey İsrail vahşetini haklı göstermez.
Ama Filistin’de bir iç muhasebe de gerekli...
23.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Rifat OKYAY |
Çanakkale’de gözler! |
|
Şimdi rahat seyrediyoruz ve rahat geçiyoruz. Korku yok, telâş yok. Vatan toprağı yerinde. Koruyanlar toprağın bağrında alabildiğine bir rahatlık ve huzur var…
Olacağından, kader hükmünden dolayı adı kale olmuş… Evvel zamanındaki iki burçlu, iki duvara kale demeye söz varmaz. Lâkin şimdi büsbütün, derya, turab ve sema: Şehitleriyle ve misafirleriyle tam bir kale: Çanakkale!..
Çanakkale’nin bin bir gerçeğinden, haklı ve hakikatlı savunmasından, müdafaasından ve mücadelesinden bir tanesini dinliyoruz; Çanakkale’nin sırlı ve gizemli hadiseleriyle boyanmış sayın Mehmed Kaplan’dan: İntepe, Güzelyalı ve Hasan-Mevsuf Bataryaları…
Poyrazın soğuğuyla yüzümüz üşürken elleri donduğu için arkadaşına “Benim tüfeğin tetiği yine, basmıyor, bozuldu! Baksana şuna diye seslenen vatan uğruna donan kahramanlar geliyor gözümüz önüne.
Teğmen Hasan’ın mektupla haber aldığı yeni bir kızı dünyaya gelmiştir. Mevsuf komutan: “Git” diyor “Üç gün kalırsın, çocuğunu görür gelirsin” diyor… Teğmen Hasan: “Vatanı bırakmam, görevimi aksatamam, gidemem” diyor. Ve gitmiyor ve kızının isminin “Didar” konması için mektup yazıyor! Görevden, mukaddes ve mübarek vazifeden ancak bir kâğıda iki satırla iki dakika aklını, kalbini ve kalemini ayırabiliyor Hasan Teğmen…
Hasan-Mevsuf şehitliğini ve burada ki olayları dinlerken sayın Kaplan selvi ağaçlarının üzerinden havalanan kuşlara sesleniyor: “Biraz müsaade edin sonra yine zikrinize, tesbihatınıza ve övgünüze devam edersiniz!”
Üsteğmen Mevsuf, teğmen Hasan İngiliz gemilerine batarya toplarıyla o kadar göz açtırmıyorlar ki, çekilirlerken en önemli hedef olarak bu bataryaların susturulmasını seçiyorlar… Evet bataryalarımız susuyor, askerlerimiz şehit oluyorlar ama: Şimdi hâlâ karada, denizde, havada: Çanakkale’de bir ses baki kalıyor: Çanakkale geçilmez! Vatan ve koruyucuları baki kalıyor Elhamdülillah…
Didar semada bulutların arasından bize bakıyordu kaşları hafif çatık gibi “Sizler için mi?” der gibiydi… Babasının ve silâh arkadaşlarının bulunduğu şehitliğe bakıp tebessüm ediyordu memnun, müferrah ve huzur dolu gözlerle…
O gözler şimdilerde vatanına, bayrağına sahip çıkmanın birinci ögesi olan dinine sahip çıkan, devletine ve milletine sahip çıkan yeni fedakârlar arıyor, yeni kahraman adayları arıyor…
Elhamdülillah akşam misafir olduğumuz sohbet salonunda genciyle, yaşlısıyla böyle mübarek kahramanlarla birlikte olduk. Kitap okuduk, Kur’ân dinledik, sohbet ettik; “Çanakkale geçilmez” sesinin yankıları içinde saadet ve huzur kaynağı Kur’ân’ın semalarına doğru zihnimizi; başımızı kaldırdık… Semadan bizi seyreden mesrur gözlerle beraber olduk… Feyizli ve bereketli sohbetin ardından Ayhan Beyin mihmandarlığında dünya adına ziyaretlerde bulunduk. Dört arkadaşımızla gerçekleştirdiğimiz Çanakkale ziyaretimiz; Osman Ağabeyin her zaman anlattığı keramet kıssası ve İsmail kardeşin ısıtamadığı odalarımızla hatıralarımızda yer alırken… Bulutların arasından bizleri seyreden binler çift gözlere duâlar ederek ve duâlar alarak; Bursa istikametine doğru yol almaya başlarken son buldu…
23.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
ABD’ye bir siyah başkan olurken |
|
Kaderin cilvesine bakın ki Firavunun mülküne ezilen İsrailoğullarının vâris olduğu gibi, köleler tarafından yaptırılan ABD başkanlık sarayına da kölelerin neslinden gelen yine siyah bir insanın oturması dikkatlerinizden kaçmamıştır her halde.
Bu aynı zamanda, akıl, ilim ve fennin hükmettiği istikbalde aklî delillere dayanan ve bütün meselelerini akla tesbit ettiren Kur’ân’ın da hükmetmeye başladığının bir işareti değil midir?
Evet, insanlık er veya geç, şu veya bu sebeplerle İslâmın prensiplerini kabul etmekten öte gidemeyecektir.
İslâm ne buyurmuştu?
İnsanların bir erkekle bir dişiden yaratıldığını, herkesin eşit olduğunu, üstünlüğün ise ancak Allah’ın emirlerine bağlılıkla olacağını1 bildirmekteydi. Resûl-i Ekrem (asm), insanların babalarının bir olduğunu, Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, beyazın siyaha, siyahın beyaza, Allah’ın emirlerine bağlılıktan başka üstünlüğü olmadığını ifade ediyordu.2 Allah sûretlere, mallara değil, kalplere ve yapılan amellere bakardı.3
Sahabeden Ebû Zer (ra), bir defasında kardeşi siyah renkli Habeşli Bilâl’e (ra), “Ey siyah kadının oğlu!” demişti de buna alınan Hz. Bilâl Resûlullah’a (asm) şikâyet etmiş, Allah Resûlü de (asm), Hz. Ebû Zerr’i şöyle uyarmıştı: “Ey Ebû Zer! Onu sen anasından dolayı ayıplıyorsun öyle mi? Demek sen hâlâ Cahiliye ahlâkından sıyrılmamış bir kimse imişsin!” deyince yer yarılsa yerin dibine girecek kadar mahcup olan Ebû Zer (ra) yanağını yere koyup, “Bilâl ayağıyla yanağımı çiğnemedikçe yanağımı yerden kaldırmayacağım” demişti.
İşte İslâm renk, sınıf, makam mevkî ayırımı yapmaksızın böylesine bir eşitlik anlayışı getirmişti. Değer ancak takvâ ile, Allah’ın emirlerine bağlılıkla idi. Herhangi bir iş söz konusu olduğunda da o işin ehli olan kimseyi tercih etmeyi emretmişti. Eğer işin ehli siyah renkli birisi ise o öne çıkarılır, o görevlendirilirdi. Bununla ilgili Ubade bin Samit’in (ra) örneği oldukça enteresan.
Bunun üzerinde de bir sonraki makelemizde duralım İnşaallah.
Dipnotlar:
1- Hucurat Sûresi: 13.
2- Müsned, 5:411.
3- Müslim, Birr: 34.
23.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
İhmal ettiğimiz bir sosyal ibadet: Emr-i bi’l-ma’ruf |
|
İstanbul’dan okuyucumuz: “Emr-i bi’l-maruf nedir? Bu zamanda nasıl yapılmalı? İşten eve gelince sokağa çıkıp tanıdığıma tanımadığıma emr-i bi’l-maruf yapayım diyorum; ama akşamları çok zaman yorgun düşüyorum, ayrıca evimle de ilgilenmem gerekiyor. Ve emr-i bi’l-ma’rufa zaman bulamıyorum; buna da çok üzülüyorum.”
Emr-i bi’l-maruf, iyiliği ve hakkı emretmek, yaymak, neşretmek ve tebliğ etmektir. Bir Müslüman olarak üzerimizdeki en büyük sosyal vazîfedir; Allah’ın emri olduğundan buna bir nev'î sosyal ibâdet de diyebiliriz. Kur’ân bütün Müslümanları emr-i bi’l-maruf ve nehy-i an’il-münker ile, yani iyilikleri emretmek ve kötülüklerden alıkoymak ile mükellef kılar. Nitekim Cenâb-ı Hak; “Siz, insanlar için gaybdan (veya Levh-i Mahfuz’dan seçilerek) çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarsınız”1 buyuruyor.
İsrâil oğulları Hazret-i Mûsâ’nın (as) getirdiği dîne karşı bu vazîfeyi yapmadıklarından; kötülüklerin önü alınamayarak, zulüm ve fuhşiyât ayyûka çıkmış; Allah’ın dîni de kısa sürede inhirafa uğramış, saptırılmıştı. Kur’ân bundan şikâyet eder: “İsrâil oğullarından inkâr edenler Davud’un ve Meryem oğlu Îsa’nın diliyle lânetlenmişlerdi. Bunun sebebi, isyân etmeleri ve (kötülüklerinde) ifrâta sapmaları idi. Onlar işledikleri herhangi bir fenâlıktan birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Yapmakta oldukları bu hâl ne kötü idi!”2
Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i an’il münker duyarlılığı bir Müslüman toplumu topyekûn ilgilendirir. İyilikleri emir ve kötülüklerden nehy vazîfesi bir toplumda topyekûn ihmal edilirse, toplu felâketlerin, toplu mûsîbetlerin ve toplumsal âfetlerin de kapısı aralanmış olur. Çünkü bu sosyal vazîfenin icrâsı rızâ-i İlâhî’yi mûcip olduğu gibi; ihmâli de gazab-ı İlâhî’nin dâvetçisidir. Bu hususu bir hadis-i şeriften takip edelim:
Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın haram hududunda halkı alıkoymak için duran ile haramın içine düşenin benzeri; gemiye binmek üzere kur’a çeken bir kavmin durumuna benzer. Onların kimi kur’a ile üst tabakaya, kimi de alt tabakaya düştü. Geminin altında bulunanlar, su almak istediklerinde üstlerinde bulunanların yanlarına uğrarlardı. Kendi kendilerine bir gün: ‘Biz kendi bölgemizde bir delik açsak da üzerimizdekilere eza vermesek iyi olacak!’ dediler. Bu durumda eğer üst kattakiler onları kendi hallerine bıraksalar da delik açmalarına ses çıkarmasalar, hepsi birden helâk olurlar. Eğer delik açmak için kullanacakları âleti ellerinden alırlarsa hem kendileri kurtulurlar; hem de onları kurtarmış olurlar.”3
Bu sosyal vazîfenin îfâ şekline gelince; sanırım sorunun en zor ve en çetin yanı burası olsa gerektir. Sosyal bir varlık olan insan, tebliğ etmekle yükümlü olduğu iyilikleri önce kendisi yaşamalı; vazgeçirmekle mükellef tutulduğu kötülüklerden de yine önce kendisi vazgeçmelidir. Çünkü Kur’ân; “yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?”4 buyurarak; mü’minlerin önce kendilerinin hakkı ve doğruyu yaşamalarını ister. Hattâ, “Yapmadığınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazaba sebeptir”5 buyurur ve Allah’ın vahyine muhatap olanların önce kendilerine çeki düzen vermelerini şiddetle ister.
Müslüman’ın hakkı ve doğruyu yaşayıp kötülüklerden uzak durması, bir bakıma fıtrî olarak “emr-i bi’l-maruf ve nehy-i an’il-münker” vazifesinin de icrâsı demektir. Çünkü burada örnek olma vardır ki, davranışlarımızın, ihlâsımız ölçüsünde, başkalarının hayatına ve rûhuna te’siri ancak bu şekilde mümkündür. Fıtrî oluşu ve açık teklif içermeyişi açısından aksü’l-amel yapmadığını da düşünecek olursak; emr-i bi’l-marufun en te’sirli yolu, önce bizzat yaşamak olarak göze çarpmaktadır. Bedîüzzaman Hazretlerinin (ra), İslâm ahlâkının ve iman hakikatlerinin kemâlâtını fiillerimizle izhar etmemiz halinde sâir dinlerin tâbilerinin cemaatlerle İslâmiyet’e girecekleri tarzındaki sözlerini de6 dikkatle incelediğimizde; bizim fiillerimizin “emr-i bi’l-maruf” mânâsını da ihtivâ ettiği daha iyi anlaşılmış olur.
Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i an’il-münker bazen el ile, bazen de dil ile yapılabilmektedir. İslâmiyet’e lâyık doğruluğu fiillerimizle bizzat izhar etmek, el ile yapılan emr-i bi’l-marufa en iyi örnek teşkil eder.
Dil ile yapılan emr-i bi’l-maruf hususunda ise çok dikkat etmeli; sözü muhatabın damarına dokunduracak ve aksü’l-amel yapacak şekilde söylemekten şiddetle kaçınmalıdır. Çünkü sert veya onur kırıcı sözlerimizle muhatabımızın, tebliğ ettiğimiz doğrulara tavır ve cephe almasına sebep olursak, emr-i bi’l-maruf yapmış olmayız. Cenâb-ı Hakkın, Hazret-i Mûsâ’ya (as), “Fir’avun’a gidin; doğrusu o azmıştır! O’na yumuşak söz söyleyin!”7 buyurması oldukça mânidardır. Atalarımızın, “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” sözünü, bilhassa emr-i bi’l-maruf gibi önemli bir farîzada muhakkak hatırlamalıyız!
Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i an’il-münker yapmak için sokağa çıkmak ve muhatap aramak, fıtrî ve makbul bir davranış değildir. Bunun yerine normal, günlük beşerî ve sosyal ilişkilerimizi değerlendirmemiz, bu emrin ve nehyin ifâsı açısından yeterlidir. Her Müslüman aynı duyarlılığı gösterdiğinde toplumda ıslâh edilmemiş kişi ve kurum kalmaz.
Dipnotlar:
1- Âl-i İmrân Sûresi, 3/110, 2- Mâide Sûresi, 5/78-79
3- Buhârî, 7/1107, 4- Saff Sûresi, 61/2
5- Saff Sûresi, 61/3, 6- Hutbe-i Şâmiye, s.20
7- Tâ-Hâ Sûresi,20/44
23.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Kuvvetiniz de elden gider |
|
Başlıktaki ifade bana ait değil, doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîm’in ictimâî hayatımıza bakan 200 küsûr âyetinden biri olan Enfal Sûresi 46. âyetinde geçen bir ifadedir. Bizi yoktan var edip bu misafirhaneye gönderen Mevlâmız, Halıkımız, Yaratıcımız, beşerî münasebetlerde başarılı olmamız ve müddet-i hayatımızın huzur ve barış içinde devam etmesi için hem emir, hem ikaz, hem de istikbali tenvir eden bu âyette buyuruyor ki: “İhtilâfa düşmeyin; sonra cesaretiniz kırılır, kuvvetiniz de elden gider.” Kısa meâli bu. Fakat içinde yorum yapılacak binlerce mânâ ve suâlle lebâleb yani dopdolu.
Parlak ve ölümsüz dinimiz bu âyetle hem dar dairede, hem de geniş dairede sistemi kurmuş, istinad duvarlarını yerleştirmiştir. Çok zaman derim ve sormuşumdur: Bir nefisten binlerce nefislere kadar biz bu âyetin neresindeyiz ve neresinde olmalıydık? Evlerde neredeyiz? Ülkede neredeyiz ve âlem-i İslâmda neredeyiz? Fitneler, kavgalar, parçalanmalar ve geniş âlemde acze düşmemiz hep bu âyetin dışına çıkıldığı için değil midir?
Hz. Bediüzzaman “Milliyetimiz bir vücuddur; rûhu İslamiyet, aklı Kur’ân ve îmandır” diyor.1 Bu vücudun yaşaması için bu âyetin mutlaka hayata geçmesi lâzım. 2009 itibarıyla 57 İslâm ülkesi bir aile olarak bunun neresinde? Eğer bu âyet gerçek mânâda hayata geçseydi, ictimâî hayatın her kademesinde, yani ziraî, ticarî, turizm, kültürel vesâire sahalarda fevkalâde yer alsaydı, uluslar arası ilişkilerde mesafe kat etseydi, bugün Gazze, Filistin, Irak ve emsâli yerlerdeki sesimiz gökgürültüsü ve şimşek gibi olacaktı.
Aynı topraklarda 8 yıl Irak ile İran birbirini perişan etti ve 1,5 milyon kişi telef oldu. Bunlar yetmezmiş gibi, adeta ABD ve diğer güçler Saddam bahanesiyle dâvet edildiler. Bu yetmiyormuş gibi, her gün canlı bombalarla birbirini imhâ etmekte ve öldürmekteler. İşgalin bu 5. yılında ölenlerin sayısı bilinmiyor, tesbitler eksik. Irak’ta şer güçler, harplerde dahi yasaklanan bütün silâhları kullandılar. Bir Felluce şehri haritadan silindi, 300 bin nüfuslu belde... Gazze bu mânâda devede kulak kalır. Kanların üzerinde iktidar olur mu? Devlet olur mu?
Şimdi çırpınıyor, yürüyor veya bağırıyoruz: Gazze, Filistin vs. Fakat neden doğrular için bağır mıyoruz? Âlimlerin ve siyasetçilerin kapılarını çalmıyoruz. Esas suyun başındakiler ellerinde kalem ve kılınç olanlardır, masum halk ne yapsın? Derler ya “Mühür kimde ise Süleyman odur.” Biz o Süleymanları arıyoruz, nerdesiniz ey Süleymanlar, ey Selimler, nerdesiniz? Koca Sultan Selim 400 yıl önce ne diyordu:
“İhtilafü tefrika endişesi
Kuşe-i kabrimde hatta bîkarar eyler beni
İttihadken savlet-i a’dayı def’e çaremiz;
İttihad etmezse millet dağdar eyler beni.”
400 sene sonra, 24 milyon km² ve 26 milyonluk Osmanlı’dan 35 devlet ortaya çıkmıştır. Çıktı da ne oldu? İşte bir mânâda İsrail’in esiri oldu, huzur gelmedi. 623 yıllık Osmanlı, 400 yılı bu topraklarda ve en büyüğü Türk ve Arap kavmi olmak üzere 200 ırkı bir baba ocağı gibi idare etti. Gayr-ı müslimler de ayrı.
Çıkış yolu dar daireden geniş dairelere kadar eğer İslâm dünyası baştaki âyeti ve Osmanlı ecdadını rehber alsaydı, zalim İsrail açık hava cezaevi hâline getirdiği, 360 km²’lik alanda 1.4 milyon kişinin barındığı yeri, en korkunç silâhlarla tahrip edemez, masum insanları katledemez ve haritadan silemezdi?
Gün birleşmenin, AB ve ABD gibi birleşmenin günüdür. Gün Enfal 46. âyete boyun eğme günüdür. Gün siyasetçilerin uyanma günüdür. Ümitliyiz, fakat daha çok ümitli olmak ve müjdelerin tahakkukunu istiyoruz. Hakkımızı istiyoruz. Ya yapın ya da çekilin nesl-i cedid gelsin...
Dipnot:
1- Münâzarât, B.S.Nursî
23.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İnançsız, filozof da olsa, cahildir! |
|
Yalnız fen ilimlerinde uzman olup mâneviyâttan haberi olmayanlar, her ne kadar “titr ve paye” sahibi iseler de, gerçekte câhildirler. Bu, abartılı bir ifade gibi gelebilir. “Filozoflar, fen veya sosyal ilimlerde profesör olanlar nasıl cahil olur?” diye düşünülebilir.
Ne var ki, meselenin püf noktası yakalandığında kesinlikle böyle oldukları görülecektir. Bu husus genel bir prensiptir: Bir ilimde uzman, âlim olan, diğerinde gabî, câhil olabilir. Bu normal bir durumdur. Hepimiz öyle değil miyiz? Mesleğimizin uzmanı iken, diğer mesleklerin cahili olabiliyoruz.
Her ne kadar iman ve özellikle tevhid, fen ilimlerinin de şehadetiyle sâbit ise de; mânevî ilimlere girerler. Madde ile uğraşan veya maddede boğulanlar maneviyâtta kördür; gerçeği göremez! Meseleye şu örnek penceresinden bakabiliriz:
Sosyal veya fen ilimlerinden herhangi birinden bahseden bir kitap düşününüz. Yazanını, konusunu, mahiyetini, içindeki hakikatleri bilmeyen; eni, boyu, sayfa adedi, paragraf sayısı, yazı karakteri gibi maddî ve şeklî yönünde uzman dahi olsa; bu bilim/ilim değildir. Belki feyizsiz, kuru ve ruhsuz bir bilgidir. Ki, ilim sahibi olmayan birisi, bir cetvelle ölçer, biçer, bu hususları ortaya koyabilir.
Bu perspektiften bakıldığında; kâinat kitabını inceleyen, “Kim yazmış, niçin yazmış, kitabın anlamı nedir?” sorularını hiç düşünmeden; fizikî, kimyevî veya biyolojik yönlerini ortaya koysa da aslında bu gerçek bilim değil, cehalettir! Dolayısıyla fen ilimlerinde mesafe katedip, maneviyâttan haberdar olmayan her bilgi sahibi, ilim ehli değildir. Dolayısıyla, kâinat kitabının maddî boyutlarını ele alıp, yaratılış gaye, hikmet ve sebeplerini araştırmamak, iç yüzünü okuyamamak, hikmet dilini çözememek, sentez yapamamak bir cehalettir. Bu hakikati, 20. yüzyılın büyük âlimi, fizikçisi ve filozofu Albert Einstein (1879-1955) şöyle ifade eder:
“Duyabileceğimiz en güzel ve en derin heyecan mistik heyecandır. Bütün hakikî ilim bundan çıkar. Gönülden gelen mânevî heyecanı tanımayan, yaratılmış tabiat karşısında hayrete düşmeyen ve bu mükemmelliği, muhteşemliği yaratan Allah’ın huzurunda huşu ile eğilmeyen kimsenin ölüden farkı yoktur. Bizim sınırlı aklımızla anlayamadığımız, gözlerimizle görme kudretinden mahrum bulunduğumuz şeyin gerçekten var olduğunu, parlak bir güzellik halinde kendini gösterdiğini bilmek, işte hakikî dindarlığın temelinde bu bilgi ve bu duygu vardır.”1
İnkârcıların bakış açısı gerçek, harfî, ilmî bir bakış değil, belki ismî bir bakıştır. Mânâ-ı ismî ile bakış; bir şeyin sadece kendisini bilip tanımak, eşya ve hadiselere maddî cephelerinden, sathî, üstünkörü, kendi hesabına, tek yönlü bakmaktır. Diğer bir ifadeyle varlığı, maddî, dünyevî boyutuyla algılamak, nefsî çıkarlar açısından görmektir.
Oysa, her şeye “harfî” bakılırsa, sanatkârı, ustası görülür. Harfî bakış, bir şeyin kendisini değil, sanatkârını tanıttığı, bildirdiği mânâdır. Yani, anlamını, sahibini, ustasını, kâtibini, yazarını, sanatkârını gösteren, bildiren, tarif eden bir bakıştır. Bu bakış; harflerin, kelimelerin şekil ve renginden önce, anlamını görür. Bir san'at eserine, “Nasıl yapılmış, neyden yapılmış?” diye bakılırsa; madde, şekil ve görüntünün dar kalıplarının ötesine geçilemez. “Kim yapmış, niçin yapmış, ne anlatmak istemiş ve hangi mesajı vermek istiyor?” sorularına da niyet edip bakarsınız; bilginiz, ufkunuz pek çok âlemlere açılır.
İşte “mânâ-yı harfî”, Cenâb-ı Hakk’ın yaratmış olduğu şu koca kâinat kitabına, O’nun hesabına bakmak; niçin yazmış, neler yazmış olduğunu anlamak ve anlamlandırmaktır. Eğer kâinata harfî bakışla, Cenâb-ı Hakk’ın azametini, büyüklüğünü gösteren bir eser nazarıyla bakılırsa, o oranda kıymet de kazanır. Meselâ, bir resim Ahmet Hamdi, Leonardo da Vinci veya Picasso’ya dayansa, bir tespih tarihî şahsiyetlere isnat edilse, değeri yüz milyarlarca liralarla ifade edilir. Ancak aynı değerde bir resim veya antika eser; bir ressama veya sanatkâra isnat edilmezse, kıymeti hiç hükmündedir.
Dipnot:
1- Saliha Şahan, Büyük Hayatlar, s. 84-85.
23.01.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Nejat EREN |
Kahraman bir nur postacısı, Alamescid Köyü İmamı: İbrahim Edhem Efendi |
|
smi ve Risâle-i Nurlara yaptığı hizmetler Emirdağ Lâhikası’nda şu şekilde geçiyor:
“Edhem Hoca nâmında Balıkesir’de muhacir ve Celâleddin-i Rûmî’nin mensuplarından, yirmi seneye yakın köy hocalığı ve çocuklara Kur’ân okutmakla meşgul ve şimdi de tam Risâle-i Nur’a Balıkesir ve Kırkağaç havalisinde hizmet eden ve uzun mektubuyla korkak hocaları Nurlara dâvet eden ve cesaret veren ve Balıkesir, Kırkağaç havalisi Nur şakirtleri nâmına ‘Sandıklı Alamescid Köy İmamı İbrahim Edhem’ imzasıyla yazdığı mektupta, çok ehemmiyetli ve güzel fıkraları var ve korkak hocalara tokatları var. O zâtı cidden tebrik ediyorum. Cenâb-ı Hak muvaffak eylesin. Hem ona, hem mektubunda isimleri bulunan yeni ve çok Nurculara selâm ediyorum. Onun uzun mektubunu, hastalığımdan, tashih ve ıslâh ve tadil edemedim. Hakkımda pek ziyade senalarını ya kaldırmak, ya tadil etmek lâzımdır. Lâhikaya girmek için sûretini size gönderiyorum. İnşaallah Hasan Feyzi, Ahmed Fuad muallimleri Nurlara sevk ettikleri gibi, bu gayretli kardeşimiz de hocaları Nurlara sevk edecek. Umuma binler selâm ve selâmetlerine duâ ederiz.” [Emirdağ Lâhikası, s. 197, (yeni tanzim, mek. no: 169)]
İşte bu merhum zatın talebesi olan ve kendi vasiyeti üzerine mübarek naaşını yıkayıp cenaze namazını kıldıran emekli imam, halen Afyon’un Sandıklı ilçesinde mukim Hasan Hüseyin Erol Hoca, Alamescid Köyü İmamı İbrahim Edhem Efendi’yle olan hatıralarını anlattı. Biz de hizmete vesile olur düşüncesiyle bu ibretli hatıraların bir kısmını sizlerle paylaşmak istedik.
Risâle-i Nur hizmetlerinin gelişip bu hâle gelmesinde bunca zorlukların, fedakârlıkların, zahmetlerin yanında risâlelerde de bahsedildiği gibi birçok “ikram-ı İlâhî ve fazl-ı Rabbânînin” varlığı da bir vakıadır. Canlı şahitlerin hatıralarını duyup, öğrenip kendi hayatımıza tatbik etmenin yollarını aramayı Rabbim bizlere de nasip etsin İnşaallah.
Şimdi Hasan Hüseyin Erol Hocamızın bu zâtla ilgili hatıralarını takip edelim.
“Biraz kendinizden bahseder misiniz?” diye muhabbete koyuluyoruz ve anlatmaya başlıyor:
“Adım Hasan Hüseyin Erol. Afyon’un Sandıklı ilçesinin Koçgazi Köyündenim. İbrahim Edhem Hoca Efendi bizim köyde imamlık yaptı. Ben 1943 doğumluyum. O, köyümüze imam olarak geldiği zaman sekiz yaşlarındaydım. Ondan Kur’ân dersi aldım. Uzun yıllar talebeliğinde ve hizmetlerinde bulundum. Bediüzzaman ismini ondan duydum.
“Hoca efendi aslen Makedonya Üsküp’ten, 1293 (1877) Osmanlı-Rus harbinden sonra Balıkesir’in bir köyüne yerleşiyor. Babası Mevlevî tarikatına mensupmuş. Balıkesir’de evlenip daha sonra da eşinden ayrılıyor. Bir kız çocuğu varmış. Bir ara Bediüzzaman’ın “Nur Postacılığını” yapmış. Heybesinde risâle, çevre köylere, yakın il ve ilçelere dağıtımını yapıyormuş. Tabiî bunlar 1950 senesinden önce oluyor. O hizmetler miadını tamamlayınca Üstad Bediüzzaman Hazretleri, hoca efendiye ‘İbrahim Edhem kardeşim, sen köylere git, ehl-i imanın çocuklarına Kur’ân öğret, onların ve ailelerinin imanlarını kurtar!’ diyerek onu Sandıklı civarındaki hizmetleri organize için vazifelendirmiş. Daha sonra da bizim köye imamlık yapmaya gelmiş. Bize camide tesbihât okutuyordu. Tesbihât o zaman yaprak yaprak olarak yazılmıştı. Kitapçık değildi. Hoca efendinin, fedakâr, cömert, sahabe hayatı yaşayan üstadı Bediüzzaman’ın yaşayış şeklini taklit etmeye çalışan bir hâli vardı. Maddiyât olarak, kimseden ekmek yemek kabul etmezdi. Her şeyini, karşılığını vererek parasıyla alırdı. Soyadı Dalaz’dı, onun için de köyde ‘Dalaz Hoca’ diye nâm yapmıştı. Ben kimliğinde ‘İbrahim Ethem’ olduğunu gördüm.
“Her Pazartesi köyden Sandıklı’ya derse giderdi. Biz tabiî o zaman “Risâle-i Nur dersinin” ne olduğunu bilmiyorduk. Hiç boş durmazdı. Devamlı ‘hizmetle’ meşguldu.
“Hiç unutamadığım ve oldukça da ilginç ve ibret verici olan bir hadiseyi bana bizzat kendisini anlatmıştı. O yıllarda yine heybesine birkaç risâle koyuyor. Isparta’dan trene biniyor. Balıkesir’e Üstadın verdiği bir isme risâle götürüyor. Gece saat 02.30-03.00 sırasında Balıkesir’de trenden iniyor. Fakat o saatte adres soracak sokakta kimsecikler yok. Bir bekçi, bir de tren sorumlusu var. Onlar da resmî adamlar. Onlara o kişinin adresini soramıyor. Çünkü adresi sorsa o kişinin ‘Nurcu’ olduğu bilindiğinden hemen polisçe takibata geçileceği, hem kitapların elden gideceği, hem kendisinin, hem de o kişinin tutuklanabileceği endişesiyle onlara aradığı kişinin adını ve adresini soramıyor. O zaman devletin nazarında risâleler ‘eroin’ (!) kadar tehlikeli kabul ediliyor.
“O arada bakıyor, gecenin o zifiri karanlığında ve soğuğunda yakınında bir kedi var. Hava çok soğuk olduğu için zavallı kedicik çok üşümüş. ‘Miyavlayıp’ duruyor. Tam o hayvana gözü takılmışken bakıyor kedi yavaşça bir eve doğru yürümeye başlıyor. Hocamız da “Bu kediyi takip edeyim, hangi evin önünde durursa, o kapıyı çalıp ev sahibine aradığım adresi sorayım” diyor. Hayvancık bir evin önünde durunca kedinin durduğu evin kapısını çalıyor. Ev sahibi çıkıyor, ‘Buyurun!’ diyor. Ev sahibine ‘Bu kedi sizin galiba, çok üşümüş. Yazık soğuktan ölmesinden korktum. Haber vereyim dedim’ diyor.
“Ev sahibi ‘Teşekkür ederim’ deyip kapıyı kapatacakken, İbrahim Edhem Hocamız ‘Bir dakika, size birisini soracağım’ diyor. Ve aradığı adresi ve ismi söylüyor. Ev sahibi ‘O benim, aradığın adres burası!’ diyor. ‘Fesübhanallah! Ne büyük bir ihsan-ı İlâhî ve inayet-i Rabbaniye!’
“Ve hocamızı içeri buyur ediyor. Böyle bir gecede, bu şartlar altında mübarek bir hayvan olan kedinin kendisine “mihmandarlık” yapmasına hayret edip Allah’a şükrediyor tabiî.
“Bu hizmet-i Kur’âniye ve imaniyedeki ‘inayet-i Rabbaniyenin’ tezahürüne sebep olan çok çarpıcı bir hatıra olarak bunu bize devamlı hayret ve samimiyetle anlatırdı.
“Kendisi hiç boş durmazdı. Yediden yetmişe herkesi toplar eğitirdi. Vakarını bozmazdı. Ama Nasreddin Hoca gibi de nüktedan, pratik zekâya sahip, değerli ve farklı bir insandı.
“Birçok kerâmetine şahit oldum. Sandıklı’da eski Nur talebelerinden Şekerci Rıfat Abiye, Üstad, İbrahim Edhem Hocamız için ‘Bu yedilerdendir ama kendisini bilmiyor’ diyerek taltif etmiş.
“Bu hoca efendi, tam bir lider, nüktedan, bilgili, cömert ve aksiyoner bir adamdı. Bizim köyden sonra diğer köylerde de imamlık yaptı. Köyleri maddî mânevî ihyâ ediyordu. Köye ilk kaldırımı, çiçekçiliği, parkı o tesis etmişti. Camiyi yağlı boya ile boyamıştı. Her şeyi yapıyordu. Maddî ve manevî bütün varlığını ‘hizmet ve eğitime’ harcardı. Ben biliyorum, bir yıllık maaşından sadece üzerine bir kat elbise yaptırdı. Diğer gelirini hep hizmete harcardı. İnsanları boş durdurmaz, devamlı uyarır ve hareketli tutardı. Çevreyi yeşillendirme, ağaçlandırma, tanzim, düzenleme her şeyi yapar, tatbik ederdi.
“Son imamlık yaptığı Sandıklı’nın Alamescid Köyü, ovada kurulmuş bir köydür. Onun için kışın yağmur ve kar yağınca her taraf çamur deryası olurdu. Hocamız bu köye imam olduktan sonra, üstün bir gayret ve çalışmanın neticesinde o köyü ve köylüyü çamurdan kurtardı. Hayatı boyunca Kur’ân’a hizmeti hiçbir şey beklemeden karşılıksız yapan bir tavır içerisinde olmuştur. Bütün hâl ve harekâtı İhlâs Risâlesine tam mâsadak olan bir insandı. “Sanki ‘Ramazan İktisat Şükür Risâleleri’ onun için yazılmıştı. Onu hayatına aynen tatbik ederdi. Bekâr olmasına rağmen, köydeki çocuklara karşı ana ve babalarından daha şefkatli ve cömertti. Köyden şehre gidince köy çocuklarına şekersiz dönmezdi.
“Herkesin evine gitmez, kendisi ekmek ve yemeğini bizzat yapardı. Kimseye yük olmazdı. Birçok insana Kur’ân öğretti. Talebeleri hep bir yerlere geldi. İnsanların ufkunu açtı. Bütün insanlara “eğitim” hizmeti veren bir insandı. Ben yüzlerce hoca gördüm, ama onun kadar İslâm dâvâsına gönül vermiş bir insan görmedim. Ondaki hâl çok başkaydı. Sanki sadece “İslâm’a hizmet” için yaşayan birisiydi. Melekvârî bir hâli vardı. Nefsini tam öldürmüştü. Bu köyden Üstadın elini öpen birisine, Üstad üç defa “İbrahim Edhem kahramandır” diye taltif etmişti.
“Tam emin değilim ama 1905 doğumlu olduğunu hatırlıyorum. Son zamanlarda nefes darlığına yakalanmıştı.
“1970 Temmuz aylarında Sandıklı’ya taşınmıştı. Titiz bir insandı. Vasiyetnâmesini Kur’ân yazısıyla yazmıştı. Onu daktiloyla Lâtin harflerine döndürmüş. Ben bir ikindi ezanı okuyacağım sırada benim elime bir kâğıt tutuşturdu. Bu vasiyetnamesiymiş. Ayrıca bizzat diliyle de bana söyledi. ‘Ben ölünce sen benim naaşımı yıkayacaksın ve namazımı kıldıracaksın’ dedi. Bunu başka dostlarına da söylemiş. Bunu okudum. Vasiyetnamenin bir nüshasını bana vermesini istedim. Kabul etti ve verdi. Defin işlerinden sonra musallaya varınca, namazını kıldırdıktan sonra bu vasiyetnamesini cemaate okumamı söyledi. Ölüm ânını bile hizmete ve insanları eğitmeye yönelik düşünmeye ayıran birisiydi.
“1971 yılı bahar aylarında vefat etti. Ben ölümünü duyunca evde bana verdiği “vasiyetnâmesini” aradım koyduğum yerde bulamadım. Üzüldüm. Hazırlık yapıp cenazeyi yıkamak için gittiğimde kefenin arasında vasiyetnamesinin aslını buldum. Vasiyeti üzerine Sandıklı’nın Menteş Köyünde defnettik.
“‘Menteş Baba’ Selçuklu zamanında yaşamış büyük bir zattır. Bu zatın türbesi Sandıklı’nın Menteş Köyündedir. İbrahim Edhem Hocaefendi cenazesinin Menteş Köyünde bu zatın bulunduğu mezarlığa defnedilmesini vasiyet etmişti. Bunun üzerine cenazeyi bu köye getirdik. Onun cenazesinin olduğu gün Menteş Baba Dervişin birçok talebeleri de oraya ziyarete gelmişlerdi. Kalabalık bir cemaat vardı. Cenaze namazını ben kıldırdım. Yazdığı vasiyeti hazır cemaate okudum. Hatırladığım kadarıyla vasiyetinde: ‘Ey cemaat, ben de sizin gibiydim. Herkes buraya mutlaka gelecek, onun için dünya malına tamah etmeyin… vs.’ diyordu. Bunu okuyunca bütün köylü ağlamıştı.
“Allah rahmet eylesin makamı Cennet olsun. Âmin.”
23.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|