|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Ergenekon ve anayasa |
|
Türkiye ile ilgili AB raporlarının tamamında bilhassa altı çizilerek defaatle vurgulanan “askerin sivil kontrol altına alınması” ve “yargı reformu” gerçekleşmediği sürece hiçbir konuda sağlam ve kalıcı bir çözüme varılamayacağı tesbiti, endişemiz o ki, Ergenekon meselesinde de hükmünü icra edecek gibi.
AB kriterleri asker-sivil ilişkilerinde de geçerli kılınabilseydi, Susurluk ve Ergenekon’un asker ayağının üzerine gidilmesinde bu kadar zorlanılır, böylesi engellerle karşılaşılır mıydı?
Ergenekon’la, TSK’da üst düzey görev yapmış isimlerden, emeklilikleri sonrasında da olsa, haklarında son derece ciddî iddialar bulunan kişilerin ilk kez yargı önüne çıkarılması aşamasına gelinmişken, bu süreç arkaplanı meçhul sürpriz gelişmelerle yine engellenir miydi?
Darbe planlarının odağında yer almakla suçlanan bir eski kuvvet komutanının, içerideki herkes gibi canının ve güvenliğinin devlete emanet edildiği cezaevinde merdivenlerden düşerek boynunun kırılması, beyin kanaması geçirmesi ve bunların sonucunda konuşamaz hale gelmesi gibi tuhaf bir olay gerçekleşir miydi?
Ve faraza gerçekleşse bile, bu kadar sorgusuz sualsiz şekilde sıradan bir olaymış gibi geçiştirilir ve arkaplanında mutlaka aydınlatılması gereken soru işaretleri cevapsız bırakılır mıydı?
Keza, haklarındaki suçlamalar sebebiyle tutuklanan bu emekli generallere, Genelkurmay adına “kurumsal” bir ziyaret yapılabilir miydi?
Emekli “üst düzey”lerin evlerinde mahkeme kararıyla yapılan aramalarda polisin içeri alınmaması; evinde cephanelik bulunan bir muvazzaf albayın günlerce süren firarın ardından teslim olduğu askerî makamlarca tutuklanıp askerî cezaevine konulması ve böylece Ergenekon operasyonundaki bütünlükten koparılıp ayrı bir işleme tâbi tutulması gibi durumlar olur muydu?
Bütün bu yaşananlar ve önceki yazılarımızda dikkat çekmeye çalıştığımız diğer gelişmeler hep aynı şeyi önümüze koyuyor: Askerin sistem içindeki bağımsız, özerk konumu ve bu konumdan güç alan “müdahale” geleneği eski yöntemlerle olmasa dahi, farklı versiyonlarıyla sürüyor.
İstenen sonuçlara, “sessiz görüşme trafikleri” ile ulaşılıyor. Doğrudan verilemeyen mesajlar için eşler devreye sokuluyor. Cenaze törenlerinde sergilenen organize tavırlarla pozisyon alınıyor.
Ve yargı sisteminin kronik sorunlarından biri olan “askerî yargı-sivil yargı” ikilemi burada da karşımıza çıkıyor. Emekli üst düzeyler bir yere kadar sivil yargı sürecine teslim edilip, bilâhare oranın da dışına çıkarılırken, üst düzey muvazzaflar için askerî yargı sistemi işletiliyor.
27 Mayıs’la başlayan ve hâlâ içinden çıkamadığımız “ara rejim”de iyice siyasallaşarak, 28 Şubat’ta bu özelliğini çok daha belirgin şekilde öne çıkarıp adaletin yerine resmî ideolojinin muhafızlığına soyunan “sivil” yargı da bu rol dağılımında üzerine düşen misyonu ifa ediyor.
Burada da AB kriterlerine uygun demokratik bir yargı reformu yapamayışımızın son derece sıkıntılı sonuçlarını yaşamaya devam ediyoruz.
Onun için, teşkil tarzı ve işleyişi mâlûm olan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Ergenekon savcıları üzerinde “Demokles’in kılıcı”nı sürekli sallandıran bir heyet olarak orada duruyor.
Şemdinli Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın başına gelenlerin, her an Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz’e de yapılabileceği kaygısı bir türlü bitmiyor.
Öz’ü görevden aldırma baskıları şimdilik sonuç vermeyince, Öz’ün birinci sınıf savcılığa yükseltilmesi engelleniyor ya da geciktiriliyor.
Ardından, “Böyle kapsamlı bir dâvânın altından kalkabilmek için, şu anda işi götürmeye çalışan savcılar yetmez, takviye şart” manevrasıyla yeni bir müdahale taktiği devreye sokuluyor.
Yargıtay çatısı altında, YARSAV adına, sürece müdahale niteliğinde açıklamalar yapılıyor.
Yani, anayasa reformunun yapılamayışının sıkıntılarını, Ergenekon sürecinde de yaşıyoruz.
29.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Ergenekon” ve darbecilerin yakalanması... |
|
“Ergenekon iddianâmesi”nin en çok tartışılan handikapı, “olmamış darbe” hazırlıklarını hesâba çekerken “dayatılmış darbeleri” teğet geçmesi. Başarısız darbe teşebbüslerini soruştururken, “başarılmış”, suçu sabit olmuş darbeleri, darbecileri ve darbe hazırlıklarını yargılamaması…
Bu çelişkiler yumağı içindeki kırılganlık, “dava”nın her tarafına sinmiş. Bu sebeple Silivri’deki mahkemede bir sanık açık açık, “olmayan darbeler yargılanıyor” diyerek asıl olan darbelerin yargılanmadığını “ihbar” ediyor…
Gerçek şu ki darbeleri ve darbecileri koruyan “12 Eylül Anayasası” hâlâ yürürlükte. Yıllar sonra dibâcesinde, darbecilerin darbeyi “Türk milleti adına, koruma ve kollama göreviyle yaptığı” cümlesi çıkarıldı; lâkin darbenin “Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun ilke ve inkılâpları doğrultusunda yapıldığı” hâlâ duruyor. Böylece darbenin “ilke ve inkılâplar” adına dayatıldığı garâbeti, demokratik sistemin içine bir hançer gibi saplanmış; demokratik sistemi kanatıyor.
Millet irâdesinin temsilcisi Meclisi lağveden, meşrû hükümeti deviren, demokratik sistemi rafa kaldıran 12 Eylül darbesinin “Türk milletinin çağrısıyla gerçekleştirildiği” uydurması da daha önceki iktidarlar döneminde çıkarılmıştı. Ancak “hiçbir düşünce ve mülâhazanın (…) Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında koruma göremeyeceği” kaydıyla daha baştan anayasa ve demokratik sistemi kelepçelemiş…
DARBECİLER HÂLÂ KORUNUYOR
Keza 27 Mayıs kanlı ihtilâlinin ardından “millet irâdesine karşı tedbir” olarak Anayasaya sokulan, “egemenliğin yetkili organlar eliyle kullanılması” sapması, 12 Eylül Anayasası’nda aynen korunmuş. 7. maddedeki “Yasama yetkisi Türk milleti adına TBMM’nindir; bu yetki devredilemez” ibâresinin öncesinde, 6. maddede “egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir” denildikten sonra, “Türk milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır” kaydı konulmuş…
Ve üzerinden 29 yıl geçtiği halde hâlen değiştirilmeyen 12 Eylül ihtilâli Anayasasının geçici 15. maddesinde darbe ve darbecilerin açıkça koruma ve kollanma altına alınması devam ediyor.
“12 Eylül darbesi döneminde çıkarılan kanunların, kanun hükmündeki kararnâmelerin ve tasarrufların anayasaya aykırılığı iddia edilemeyeceği” hükmü, yine önceki dönemlerde metninden ayıklanmıştı.
Ne var ki “12 Eylül 1980 tarihinden ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanı oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan Millî Güvenlik Konseyinin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükûmetlerin ve Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz” ibaresiyle, darbe ve darbecilerin korunması ve kollanması vazifesi sürüyor.
Böylece darbe döneminin “her türlü karar ve tasarrufları”nın yanısıra, “karar alanlar, tasarrufta bulunanlar ve uygulayanlar”ın cezaî, malî veya hukukî sorumlulukla yargılanmayacakları, açık bir biçimde güvence altına alınmış. .
Dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayacak şekilde demokrasiyi katleden darbeciler ve onların adına iş görenlere “ayrıcalık tanınarak” kanunlar karşısında korunuyorlar.
YAPILAN DARBELER DE YARGILANMALI
Gerçek şu ki siyasî iktidar baştan beri her fırsatta “demokratikleşme” vaadini yeniliyor. Ne var ki seçim bildirgesinde, hükûmet programında ve “âcil eylem plânı”nda söz verilen, Katılım Ortaklığı Belgesinde ve “ulusal program”da AB’ye taahhüd edilen başta “YÖK’ün düzeltilmesi”yle eğitimin demokratikleşmesi, yargı reformu, siyasî partiler ve seçim kanunun değiştirilmesiyle siyasetin demokratikleşmesi benzeri düzenlemelerin hiçbirine el atılamadı. “Yeni sivil demokratik anayasa”yı ve demokratik reformları büyük bir iddia ile ortaya atan AKP hükûmeti, çok geçmeden “başörtüsü” ve “zorunlu din dersleri” tartışmaları ortasında iddiasını geri çekti. Bizzat Başbakan Yardımcısı ve hükûmet sözcüsünün ifâdesiyle “yeni anayasa” rafa kaldırıldı. Darbe suçunun zaman aşımı 20 yıl olarak belirtiliyor. Ancak darbelere açılan davaların 12 Eylül darbesi ve darbecileri hakkında dava açtığı için meslekten ihraç edilen Adana eski Cumhuriyet Savcısı Sacit Kayasu’nun düzenlediği iddianâme, AİHM’de açtığı ve kazandığı dava ile bu süreye 10 yıl eklendiğine göre, “zaman aşımı” süresinı 2000 yılından Eylül 2010’a kadar uzamış oluyor.
Bundandır ki bazılarının iddia ettiği gibi darbecilerin yargılanmasını“mürûr-u zaman” değil, hâlen 12 Eylül Anayasasının Geçici 15. maddesi engelliyor.
Bu hususta da altı yıldır hiçbir çaba sarfetmeyen, darbeleri ve darbecileri yargılamayı engelleyen “anayasa maddesi”ni kaldırmayı gündeme dahi getirmeyen AKP siyasî iktidarı, “demokratikleşme”yi âdeta “Ergenekon davası”yla mahkemeye havale etmiş.
Bu yüzden, son dönemde “hükûmeti devirmek” için “darbe ortamı hazırlamak”la suçlanan sanıklar yargılanırken, kendi itiraflarıyla “darbe ortamının olgunlaşması için” ülkede çeşitli provokasyonlarla, fâil-i meçhul cinâyetlerle, etnik, mezhebî ve ideolojik tahrik ve bombalama eylemleriyle kargaşa ve kaos ortamı meydana getirdikleri sabit olan ve demokrasiyi katleden darbeleri yapanlar yargılanmıyorlar… 12 Eylül darbecileri, 28 Şubat “postmodern darbe”nin failleri, irâdesini gasbettikleri milletle alay edercesine ellerini kollarını sallaya sallaya ortalıkta dolaşıyorlar.
Bütün darbe hazırlıkları elbette yargılanmalı. Ancak her şeyi de “Ergenekon davası”na bırakmamalı. AKP iktidarı, “yeni anayasa”yı ve birçok demokratik reformu askıya aldı; hiç olmazsa “Ergenekon yargılaması” sürecinde Anayasada darbecilerin yargılanmasını engelleyen ayrıkları ayıklamalı…
Millet bunun için büyük çoğunlukla irâdesini emânet edip iktidar yaptı; demokratik samimiyet bunu gerektiriyor…
29.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mikail YAPRAK |
Filistin dâvâsının kapanmayan cepheleri |
|
Filistin meselesi, farklı açılardan bakılınca, farklı cepheler sergiliyor. Tarihî, coğrafî, dinî, siyasî ve kaderî sebeplerin oluşturduğu bir ateş kazanında fokur fokur kaynayan iki esaslı cephe, hiç şüphesiz Filistin ile İsrail cepheleridir. Diğer iki esaslı cephe de, “hak” ile “kuvvet” cepheleridir. Filistin’in nokta-i istinadı “hak”tır, İsrail’in ise “kuvvet”tir. Burada “hak” ile “kuvvet” cephelerindeki dengesizlik, dünyadaki dengesizliğin en canlı göstergesidir. Dünyada kuvvete dayananlar ilk bakışta galip, hakka dayananlar ise mağlûp görülmüyor mu? Ama buna rağmen kuvvete ve maddeye dayananların, hakka ve maneviyata dayananlardan ödleri kopmuyor mu?
Altmış yılı aşkın bir zamandır, gücün ve güçlü devletlerin desteğiyle, sinsi ve siyonist plânlarla Filistin topraklarında kurulan, daha doğrusu kurdurulan İsrail işgal devleti, haksız yere işgal ettiği toprakların gerçek sahiplerinin hâlâ hayatta olmaları karşısında diken üstünde duruyor. Bahane buldukça da saldırıyor. Hatta bir ara bahanesiz kalırsa, canı sıkılıyor, gizli ajanlarını devreye sokarak “bahane” imalâtına girişiyor. Hamas ise, İsrail’in Filistin topraklarından çıkacağı güne kadar mücadelenin devam edeceğini her fırsatta izhar ediyor..
Şimdi, detaylarına inmeden, siyasî, tarihî ve görünürdeki esas sebepleri irdelemeden, arka planları karıştırmadan, kaderin ve ilâhî takdirin hikmetlerine dil uzatmadan, sadece âleme yansıyan görüntüleriyle Filistin mücadelesinin daima açık tuttuğu sayısız cephelerden ilk akla gelenlerine şöyle bir bakalım:
Mazlumiyet cephesi: “Zalimin zulmü varsa, mazlumun Allah’ı var” sözü burada adeta destanlaşmıştır. İsrail’in zulmüne maruz kalan bu son Gazze gazası, Filistinlinin mazlumiyet feryadı olarak bütün insanlığın kulak zarlarını patlatma noktasına gelmiştir.
Zulüm cephesi: Bu cephe İsrail’ın sırtında kalmıştır. Maddî gücü ve tekniği elinde tutarak ve kuvvetli yerlere dayandığını zannederek şiddete başvuranlar, hiçbir zaman umduklarını bulamayacaklar ve hedeflerine ulaşamayacaklardır. Zira yol yanlış ve bâtıl olursa, neticesi nasıl hak olabilir ki?
Hak ve adalet cephesi: Şehitlik mertebesine erişenlerin himmeti, gazilerin ve enkaz üstünde kalanların gayreti devam ediyor. Toprak, kan ve gözyaşıyla yoğrulan hamurun mayası da hak ve adalettir. Maddî âlemin ana unsurları olan toprak, ateş, hava ve su gibi; manevî âlemin unsurları olan hikmet, adalet, merhamet ve inayet hakikatleri daima devrededir. Allah katında zerre kadar hak zayi olmamıştır.
Merhamet cephesi: Dünya safahatı içinde bazen gafletle tüllenen ve küllenen bu cephe Gazze müdafaası ve direnişiyle tam uyanmış ve ayağa kalkmıştır. Gazze’nin imarı için 1 milyar dolar yardım yapan Suudi Kralı Abdullah’ın, “Filistinlinin bir damla kanı, dünyanın bütün parasından daha değerlidir” demesi, merhamet cephesinin devrede olduğuna güzel bir örnektir.
Direniş cephesi: Her türlü ambargo, baskı, zulüm ve vahşete rağmen Filistinlinin pes etmeyerek göğsünü siper etmesi, dünyadaki bütün mazlum milletlere en güzel ve mukaddes bir mesaj olmuştur.
İslâm Birliği cephesi: Filistin dâvâsı; İslâm ülkeleri arasındaki soğuk rüzgârların sıcak esintilere ve kucaklaşmaya dönüşmesine vesile olacağı ümidine ümit katıyor.
Batı cephesi: İnsan Hakları Evrensel Beyannamesine imza atan, İnsan Hakları Mahkemesini bağrında barındıran, Uluslararası Adalet Divanına ev sahipliği yapan, Birleşmiş Milletler’e öncülük yapan Batı ve bilhassa Avrupa Birliği, yüklendiği misyonun hakkını vererek; dinî ve millî kimliğine bakmadan her mazlumun yanında, kimden gelirse gelsin her zulmün karşısında olmak durumunda olduğunu er veya geç hatırlayacaktır. “Gazze halkının sadece canını kurtarma hakkının değil, yaşama hakkının da olduğunu” söyleyen İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt, Batı cephesinin beklenen yönünü seslendiriyor. İsrail zalimlerinin savaş suçlusu olarak yargılanmalarını gerçekleştirmek de Batı cephesinin boynunda kalmıştır.
Gözyaşı ve dua cephesi: Dünyanın merhamet ve rahmet cephesinin semasından gözyaşı rahmet rahmet akmaya devam ediyor. Musibetler de devam ediyor. Öyleyse dua ve yakarış da daimî devamdadır.
29.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Tecrübeyi dinleyelim |
|
Dünya küçülüp ‘köy’ hâline geldiği için, Türkiye’de yaşanan hadiseleri dünya siyasetinden tamamen ayrı ve bağımsız düşünmek mümkün olmuyor. Mesela, gündemi meşgul eden Ergenekon soruşturması sadece ülkemize has bir durum değil. Benzer yapılar başka ülkelerde de var ve o ülkeler, demokrasiyle içli-dışlı olma süreciyle birlikte bu yapıları devre dışı bırakmayı başarmışlar.
Bu yapılardan en meşhur olanı İtalya’da faaiyet gösteren “Gladyo” olmuş. Uzun yıllar süren mücadeleden sonra İtalya bu problemi devre dışı bırakmış ve huzura kavuşmuş. Fakat bu devre dışı bırakma hiç de kolay olmamış. Gladyo’yu devre dışı bırakmakla haklı bir üne kavuşan dönemin İtalyan savcısı Felice Casson, bir şekilde Türkiye’nin de gündeminde. Çeşitli vesilelerle Türkiye’ye davet edilen Casson, İtalya’dan örnekler vererek ‘mafya’ ile mücadelenin kolay olmadığını, ama imkânsız da olmadığını ifade ediyor. Aylar önce “Genç Siviller”in daveti üzerine Türkiye’ye gelen İtalyan savcı Casson, “Demokratik bir ülkede en önemli konulardan biri şeffaflıktır. Siyasîlerin bulunduğu yerler cam saraylar gibi olmalıdır. Vatandaşların olanları bilmeye hakkı vardır” demişti. (AA, 26 Nisan 2008)
Türkiye’de Ergenekon soruşturmasını yürüten savcıya her yönden ‘baskı’lar geldiği iddia ediliyor. Bu iddiaları yabana atmak da kolay değil. Çünkü dâvâya yeni ‘ortak’lar da tayin edilmiş. Her ne ise, bu dâvânın geriye dönülmez bir şekilde ilerleyeceği de ifade ediliyor ki bunun için duâ etmek lâzım.
İtalyan savcı Casson, kendisine de çok baskı yapıldığını şu sözlerle anlatmış: “Soruşturmanın başında sorgu yargıcıydım, daha sonra cumhuriyet savcısı oldum. Büyük bir baskı hissettim. Başlangıçta, yüksek yargı mensuplarıyla sorun yaşadım. Bana, soruşturmayı bırakmamı, yapılacak bir şey olmadığını söylüyorlardı. Bu durum, görevimin ilk iki yılında büyük sıkıntı verdi. Başlarda, soruşturmanın önündeki en büyük engel, yüksek yargı mensuplarından kaynaklanan problemlerdi. Sorun, yargının içindendi. Fakat, devam ettim. Sonunda, beni göndermeyi denediler. Bir ara, Venedik’ten alınıp başka bir yere tayinim istendi. Çünkü, bazı konularla ilgili soruşturma yapılması istenmiyordu. Ama İtalya’da Hakimler ve Savcılar Yüksek Konseyi var. Konsey, müdahale etti ve soruşturmaların çok mükemmel gittiğini açıkladı. Problem kalktı ve gizli servisler, generaller ve aşırı sağ terörizmi üzerinde araştırma yapmaya devam edebildim. Hakim ve Savcılar Yüksek Konseyi, beni destekledi. Bu sayede soruşturmaya devam edebildim ve beni başka bir mahkemeye tayin ettirmek isteyenler kaybetti.” (Zaman, 26 Ocak 2009)
Gladyo’yu çökerten savcı Casson’dan sonra İtalya’da son 20 yılını ülkedeki gizli yapılanmalara, gizli servisler ile mafya arasındaki işbirliklerine ve faili meçhul cinayetleri araştırmaya veren gazeteci Philip Willan da şöyle demiş: “Şu ana kadar Türkiye’de Ergenekon ile ilgili ortaya çıkan deliller ile İtalya’daki Gladyo arasında büyük benzerlikler olduğu görülüyor. (...) İtalya’da bu olayı yürüten savcı ve hakimlere de büyük baskı yapılıyordu. Soğuk Savaş yılları sona erdikten sonra ancak o zaman savcılar bu olayın üzerine rahatça gidebildiler. İtalyan anayasası mahkemelere büyük özgürlük vermiştir. Ama onların bu yetkisi daima hakimlerin cesaretine bağlıdır.
İtalya’da da hâlâ geçmişe ilişkin ortaya çıkarılması gereken çok şey gizli kalmaya devam ediyor. Örneğin Aldo Moro’nun ölümü. Türkiye’de de buna benzer gizli yapılanmaların olduğuna inanıyorum.” (Cihan Bülteni, 28 Ocak 2009)
Tecrübeli gazeteci Willan, bu yapılanmanın ortaya çıkarılmasında özgür medya ve seçilmiş bir parlamentonun insiyatif alması gerektiğini de söylemiş.
Bunca tecrübeden sonra hâlâ Ergenekon için ‘fasa-fiso’ diyenler olacak mı?
29.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Murat ÇETİN |
Şehirler ve şehirler... |
|
Üzerinde barut kokusu tüten şehirler…
Üzerinde neon ışıkları parlayan şehirler…
Yıldızları ışıklar yüzünden göremeyen şehirler…
Yıldızları füzeler ve bombalar yüzünden göremeyen şehirler…
Üzerinde acının, feryadın, figanın yükseldiği şehirler…
Üzerinde yüksek sesle en popüler şarkıların notlarının yükseldiği şehirler…
Üzerinden savaş uçaklarının, füzelerin geçtiği şehirler…
Üzerinden tarifeli, güvenlikli, “first class”lı, “business class”lı uçakların geçtiği şehirler…
Üzerine pazarlıklar yapılan şehirler…
Üzerine hayaller kurulan şehirler…
Altından metro geçen şehirler…
Altından tüneller geçen şehirler…
Üstü çizilen şehirler…
Altı çizilen şehirler…
Yardımsız şehirler…
Yardımlara kapalı şehirler…
Hayali kurulan şehirler…
Korkuyla anılan şehirler…
Kalabalıkların yaşadığı şehirler…
Kalabalıkların öldüğü şehirler…
Dinlenilen şehirler…
Katledilen şehirler…
Çocukların masum olduğu şehirler…
Çocukların masum öldüğü şehirler…
Babasız çocukların şehirleri…
Babası ölen çocukların şehirleri…
Terk edilmeyen şehirler…
İlk fırsatta kaçılan şehirler…
Uğruna ölünen şehirler…
“Yaşamaya” gidilen şehirler…
29.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Harap olmuş bir binaya dönen insan |
|
Her şeyin en iyisini, en güzelliğini, en mükemmelini ister insan. Eğer imkânı varsa güzel, dört başı mamur bir mekânda oturmak ister. Yeryüzüne halifesi olan insan lâyıktır da buna.
Kimse harabe bir binada oturmak istemez. Peki, ya kendisinin mânen harebeye dönmüş bir bina gibi olmasını ister mi? Allah Resûlünün (asm) insanı harabeye dönmüş bir binaya benzettiği ibretli bir hadis-i şerifi var. Buyururlar ki: “Kalbinde Kur’ân’dan hiçbir şey bulunmayan insan harabeye dönmüş bir binaya benzer.”1 Kelâmların en güzeli Allah’ın kelâmıdır. Elbette kalbinde Kur’ân’a yer vermeyen insan harabeden farksızdır. Aklı başında olan her insan, binasının sağlam olduğu kadar iç dünyasının, moralinin, maneviyatının da güçlü ve sağlam olmasını ister, bunun için de Kur’ân’la hemhâl olur; kalbini, ruhunu, aklını onunla doldurmaya, doyurmaya çalışır.
Kur’ân’da, Efendimizin (asm) “Kur’ân âyetlerinin efendisi,” “Kur’ân’ın zirvesi” diye nitelendirdiği2 Kur’ân’ın en büyük âyeti, yani âyetü’l-kübrâsı,3 Allah’ın en yüce ismini içinde bulunduran,4 Arş’ın altındaki hazineden indirilmiş dört nimetten biri olan (Diğerleri: Fatiha Sûresi, Kevser Sûresi, Âmenerresûlü’dür),5 içindeki beş kelimesinin herbirinde elli bereket bulunan6 bir âyet var ki, bu Âyete’l-Kürsî’dir.
Âyete’l-Kürsî’de Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatları tanıtılır. Varlığı, birliği, ezelî ve ebedî hayat sahibi olduğu, varlığı için hiçbir sebebe ihtiyacı olmadığı gibi, bütün eşya Onun yaratmasıyla ve tedbiriyle devam ettiği, varlıklarını sürdürdükleri anlatılır. Allah’ı ne uyuklama ve ne de uyku tutar, gafletin hiçbir çeşidi hiçbir zaman ona ârız olamaz. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Onundur. Onun katında, Onun izni olmaksızın kimse şefaat edemez. O bütün yarattıklarının geçmiş ve gelecekteki bütün hâllerini bilir. Yarattıkları Onun dilediği kadarından başka, İlâhî ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar. Âyetin sonunda da Allah’ın hâkimiyet ve tasarrufu anlatılırken, “Onun hakimiyet ve saltanatı gökleri ve yeri kuşatmıştır. Gökleri ve yeri tasarrufu altında tutmak Onun kudretine ağır gelmez. En yüce ve en büyük olan da ancak Odur” diye buyurulur.
Kısa bir anlamını verdiğimiz, her namazdan sonra, tesbihten önce okuduğumuz Âyete’l-Kürsî o kadar önemli, büyük, faziletli bir âyettir ki sır ve hikmetleri saymakla bitmez.
Sayısız ihtiyaçları ve düşmanları bulunan insanoğlu ihtiyaçlarını karşılayabilmek, düşmanlarının şerrinden kurtulabilmek için her an, her saniye Allah’a sığınmak, güvenmek, dayanmak zorundadır. Belâlar, sıkıntılar eksik olmaz başından. Sürekli şeytanın vesveselerine muhatap olur, streslere girer, kafası allak bullak olur. Hadis-i şeriflerden öğrendiğimize göre Fatiha ve Âyete’l-Kürsî’nin okunduğu eve hiçbir cinnin nazarı değmez.7 Yatağa girerken onu okuyan kimse Allah’ın koruması altındadır. Şeytan ona yaklaşamaz.8 Her farz namazdan sonra Âyete’l-Kürsîyi okuyan kimsenin Cennete girmesi için de hiçbir engel yoktur.9
Kısacası her fırsatta havayı teneffüs gibi okumaya muhtaç olduğumuz bir âyettir Âyete’l-Kürsî.
Dipnotlar: 1- Buharî, Fezâil-i Kur’an: 10; Müslim, Salâtü’l-Müsafirin: 255; Tirmizî, Fezâil-i Kur’an 4. 2- Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’an: 2; Darimî, Fezailü’l-Kur’an: 1 3- Müslim, Müsafirîn: 258; Ebû Davud, Salât: 352; Huruf : 11. 4- Müsned, 6:476. 5- Feyzü’l-Kadir, 1:469 (Hadis no: 927). 6- A.g.e., 4 :123 (Hadis no: 4754). 7- Feyzü’l-Kadir, 6:197 (Hadis no : 8926). 8- Buharî, Vekâlet: 10. 9- Feyzü’l-Kadir, 6:197 (Hadis no : 8926).
29.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Latife Hanım ve gizli Lozan görüşmesi |
|
Yakın tarihimizin garip, hem de çok garip rastlantılarıyla zincirleme bağlantılı olan M. Kemal ile Latife Hanımın evliliği, 29 Ocak 1923 tarihinde gerçekleşti.
5 Ağustos 1925'te Bakanlar Kurulu kararıyla sona eren bu evlilik süreciyle ilgili yaşanan önemli gelişmelerin hemen tamamı, ne yazık ki hâlâ sır perdesi ile örülü vaziyette duruyor.
Üstelik, 1975'te vefat eden Latife Hanımın "Hatıra notlarım, ölümümden 25 sene sonra açıklansın" şeklindeki vasiyetine rağmen, söz konusu sürece dair gizlilik perdesi bir türlü kaldırılmak istenmiyor.
Perdeyi açmak, yahut kaldırmak ne kelime, Latife Hanımın Türk Tarih Kurumuna teslim edilen özel notlarıyla hatıra defterleri, en yetkili kişinin dahi gidip yerini bulamayacağı çok anahtarlı ve dolambaçlı bir arşivleme sistemiyle saklanıyor.
Oysa, Latife Hanımın şahit olduğu dönemin hadiseleri, yakın Türkiye tarihi açısından son derece önemli. Zira, 1923 yılı başları ile 1925 yılı ortaları, Lozan gizli görüşmelerine dayalı olarak gelişen Türkiye'deki radikal dönüşümün ve yeni kurulmaya çalışılan rejimin ruhunu, özünü, yüzünü, gözünü, mantığını, mantalitesini... anlamak bakımından bütün teferruatıyla bilinmesi gereken en mühim ve en kritik dönemi teşkil ediyor.
Bir başka ifadeyle, 1923–25 döneminin içyüzü bilinmeden, yeni Türkiye'nin gerçek tarihini bilmenin de mümkün olmadığı kanaatini taşıyoruz.
Bu girişten sonra, şimdi de çeşitli kaynaklardan derleyip toparladığımız bazı bilgiler ışığında, bu önemli dönemin ilk safhasında yaşanan gelişmeleri—kısmen de olsa—sizlere sunmaya çalışalım.
Ölüm ve evlilik rastlantısı
Başta da nazara verdiğimiz bir gariplik şudur: M. Kemal'in, 29 Ocak 1923'te Latife Hanımla İzmir'de yapacağı evlilik hadisesiyle noktalanan Batı Anadolu illeri seyahatine çıktığı aynı gün (14 Ocak), yine İzmir'de ikamet etmekte olan annesi Zübeyde Hanım vefat eder.
Ne var ki, o bu vefat hadisesinden ancak bir gün sonra Eskişehir'de haberdar olur. Başyaveri Salih Bozok'un vefat haberini bildirmesine mukabil, M. Kemal şu telgrafı gönderir: "Verdiğiniz elim haber, beni çok müteessir etti." (Atatürk Söylev ve Demeçleri, s. 140; 1972 baskısı.)
Zübeyde Hanımın cenazesi bekletilmez ve onun için aynı gün (15 Ocak) defin merasimi yapılır.
M. Kemal'in yeni başlayan yurtiçi seyahati ise, İzmir'e kadar şu güzergâh üzre devam eder: Eskişehir, Arifiye, İzmit, Hereke, Gebze, Bilecik, Bursa, Alaşehir, Salihli, Turgutlu, Manisa...
Gittiği hemen her yerde halka hitap eden M. Kemal'in İzmir'e varışı 27 Ocak'ta gerçekleşir.
Bu tarihten iki gün sonra ise, Uşakizadeler'den Latife Hanımla evlenir.
Evlilikten hemen sonra Ankara'ya dönülmez. Bir müddet o havalide kalınır. Burada geçirilen zaman zarfında, ayrıca Balıkesir Zağnos Paşa Camiindeki meşhûr "Çarşamba Hutbesi" (7 Şubat 1923 Çarşamba) ile 17 Şubat'ta başlayan "İzmir İktisat Kongresi" vak'aları yaşanır.
Ankara'daki gelişmeler
M. Kemal'in 14 Ocak–20 Şubat tarihleri arasında gerçekleşen İzmir bağlantılı seyahati esnasında, Ankara'da da fevkalâde önemli gelişmeler yaşanır. Şöyle ki:
1) Millet Meclisi'nde çok sıklıkla gizli Lozan görüşmeleri yapılır. Bu dönemde, Ankara'daki en yetkili kişi, asker, siyaset ve devlet adamı olan Rauf Orbay'dır. Orbay, Başbakanlık görevinin yanı sıra, Dışişleri Bakanlığı makamını da vekâleten deruhte etmektedir. Zira, Hariciye Vekili Lozan'da bulunmaktadır.
2) Meclis BaşkanVekili Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, Ankara'da kurmuş olduğu matbaasında, ayrıca günlük Tan isimli gazeteyi neşretmeye başlar. (20 Ocak 1923) Gerek halktan ve gerekse siyasiler tarafından son derece ilgi ve itibar gören bu gazetenin, 27 Mart'ta Ali Şükrü Beyin katledilmesi üzerine yayın hayatı son bulur.
3) Ankara'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî'nin mebuslara hitaben kaleme almış olduğu 10 maddelik 29 Ocak tarihli "Beyannâme"si, Tan matbaası tarafından neşredilerek Meclis'te dağıtımı yapılır. M. Kemal, bu beyannâmeden Ankara'ya döndükten sonra Kâzım Karabekir vasıtasıyla haberdar olur. Beyannâmeyi okuduktan sonra, namaz kılmaya başlayan mebusların sayısında büyük artış olur. (Bazılarının memnun olacağını tahmin ettikleri M. Kemal ise, söz konusu beyannâmeden şiddetle rahatsız olur. Üstad Bediüzzaman ile aralarında şiddetli tartışmalar yaşanır.)
Eskişehir'deki buluşmanın şahidi
Kasım 1922'de başlayan Birinci Lozan görüşmeleri, 1923 yılı Şubat ayının ilk haftasında kesintiye uğrar.
İsmet Paşa 7 Şubat'ta Lozan'dan ayrılır. Oradan İstanbul'a gelir ve Ankara'ya gitmek üzere 18 Şubat günü trene biner.
Yine gariptir ki, M. Kemal ile Latife Hanımın İzmir'den Ankara'ya hareket tarihi de tıpatıp aynıdır.
Dolayısıyla, aynı günde Ankara istikametine doğru başlayan yolculukları, 19 Şubat'te Eskişehir'de kesişmiş olur.
İşte, Lozan'da daha çok İsmet Paşa ile Yahudi Haim Naum ikilisi arasında cereyan eden gizli görüşme ve antlaşma maddelerinin neler olduğu ve bunların mahiyeti hakkındaki can alıcı hususların ne mânâya geldiğini anlayabilmemiz için, esasen Eskişehir'den Ankara'ya kadar devam eden bu seyahat esnasında yapılan görüşmenin muhtevasını bilmemiz, öğrenmemiz gerekiyor.
Bu önemli görüşmenin kompartmandaki tek şahidi ise, M. Kemal ile üç hafta önce evlenmiş olan Latife Hanımdır.
Ve ne yazık ki, bunu öğrenmemiz de, şimdilik mümkün görünmüyor. Zira, Latife Hanımın hatıra defterleri ile hususî notları—onun vasiyetine rağmen—gün ışığına bir türlü çıkartılmıyor, çıkartılmak istenmiyor.
Latife Hanım. M. Kemal ile İsmet Paşanın Eskişehir–Ankara seyahati esnasında başbaşa yaptıkları gizli Lozan görüşmesinin tek şahidi.
29.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Müslümanları geri bıraktıran hastalıklar |
|
Tûbâ hanım: “Bediüzzaman Hutbe-i Şâmiye’de, ‘Avrupalılar terakkîde istikbâle uçmalarıyla berâber, bizi maddî cihette kurûn-u vustâda durduran ve tevkîf eden altı tâne hastalıktır’ diyor ve bu hastalıkları zikrediyor. Bu konuyu izah eder misiniz?”
Hutbe-i Şâmiye’de Bedîüzzaman, İslâmiyet’in tüm dinlere ve sistemlere karşı maddî-mânevî üstünlüğünü önemle vurguluyor ve İslâmiyet’in bütün hâdiselere mutlak sûrette hâkim olduğunu orijinal tespitlerle ispat ediyor. Bedîüzzaman’a göre, Avrupalıların ve ecnebîlerin fen ve teknikte uçmalarıyla berâber, İslâm dünyasının ortaçağ Avrupasının âcizliğini yaşıyor olması, Müslümanların kurtulamadıkları altı hastalıktan kaynaklanıyor. Bunlar: 1- Ümitsizlik, 2- Sosyal hayatta doğruluğun ölmesi, 3- Düşmanlığın pirim yapması, 4- Müslümanları birbirine bağlayan nûrânî bağları bilmemek, 5- Baskı ve istibdat, 6- Şahsî menfaat düşkünlüğüdür.
Bu altı hastalığa, altı maddede çâreler sunuyor Saîd Nursî Hazretleri: 1-Ümitsizliğin çâresi emeldir. Yani Allah’ın rahmetinden ümit kesilmemeli ve işe hakkı verilerek çalışılmalıdır. 2-Doğruluğu sosyal hayatımızda muhakkak yaşatmalıyız. 3-Muhabbete mutlak sûrette muhabbet duyulmalı; adâvete adâvet beslenmelidir. 4-Müslüman’a aslâ adâvet ve düşmanlık beslenmemeli, kardeşlik duyguları İslâm toplumuna hâkim olmalıdır. 5- Meşveret, şûrâ ve hürriyet muhakkak tesis edilmelidir. 6- Millet ve memleket menfaati mutlak sûrette şahsî menfaatin önünde tutulmalıdır.
Bedîüzzaman bu altı maddelik reçeteyi ayrı ayrı îzah ediyor. En fazla “Emel” üzerinde duruyor ve Müslümanların, üzerlerini kirleten ümitsizlik ve yeis tozlarını silkmelerini istiyor.
Bediüzzaman’a göre, İslâmiyet gibi aklı teşvik eden cihanşümûl bir dinin mensupları aslâ ümitsizlik içine girmemelidirler. Ümitsizlik İslâmiyet’in özü ve rûhu ile taban tabana zıttır. Allah’ın rahmetinden nasıl ümit kesilebilir? Oysa İslâmiyet’in hem mânen, hem de maddeten yükselmeye mükemmel derecede istidâdı ve kâbiliyeti vardır.
Üstad Hazretleri buraya daha sonra koyduğu hâşiyede, ilginç bir şekilde, Kuzey Avrupa devletlerinden İsveç, Norveç ve Finlandiya’nın dinsizliğe karşı sed olmak üzere Kur’ân’ı kabul ettiğini; İngilizlerin Kur’ân’a temayül gösterdiklerini; Amerika’nın da dînî hakikatlere taraftar olduğunu nazara verir. Bugün Avrupa’ya ve Amerika’ya baktığımızda–siyâsî yanlışlıkları bir yana bırakırsak–aynı istikâmetin devam ettiğini, hayra, hukûka ve kemâle doğru kararlı bir yükselişin kesintisiz olarak sürdüğünü görmek, yüz sene önce yapılan o tespitlerin ne kadar isâbetli olduğunu göstermektedir.
Bir özeleştiri yapar Bedîüzzaman kitabın devamında. Bizim, İslâm ahlâkını ve îman hakîkatlerinin mükemmelliklerini fiillerimizle yaşamamız ve göstermemiz hâlinde, sâir dünya milletlerinin cemaatlerle İslâmiyet’e gireceklerini hem müjdeler, hem de bize yükümlülüğümüzü hatırlatır.
Sürekli akla ve ilme vurgu yapan ve değer veren Kur’ân’ın, aklın, ilmin ve fennin hükmettiği istikbâlde söz sahibi olacağını, yüz yıl önceki bu hutbesinde müjdeler.
Geçmişte İslâmiyet’in tüm dünyâca anlaşılmasını önleyen engeller olduğunu belirten Saîd Nursî Hazretleri, ecnebilerin cehâleti ve dinlerine taassubu ile papazların tahakkümünü bu engellerin başında sayar. Ve beşerde uyanan fikir hürriyeti ile hakikati arama meylinin bu engelleri kırdığını kaydeder. Bizdeki engellerin ise istibdat ve kötü ahlâkımız ile yeni fenlere İslâmiyet’in muhâlif zannedilmesi olduğunu esefle beyan eder. Bu engellerin de mutlaka bilgiyle aşılacağını ve İslâmiyet’in dünya medeniyetinde lâyık olduğu yere geleceğini müjdeler.
Yine aynı hâşiyede ve Yirminci Söz'de, Kur’ân’ın yer verdiği Peygamber Kıssalarını yeni bir yorumla ele alan Bedîüzzaman, bu kıssaların insanoğluna maddî terakkî kapısını ardına kadar açtığını örneklerle îzah eder. Kur’ân’da, Peygamberlerin mânevî noktadan olduğu gibi, maddî noktadan da beşeriyetin birer kılavuzu olduklarının vurgulandığını söyler. Başka bir ifâdeyle, Kur’ân’ın Peygamber Mu’cizelerinden bahsedişinin bir hikmeti de, beşeri bu mu’cizelerin benzerlerini yapmaya teşvik etmektir, beşere ilerleme ve yükselme kapısını açmaktır.
Meselâ, Hazret-i Süleyman’ın (as) iki aylık yolu bir günde rüzgâr üzerinde almasından bahseden Kur’ân1, insanoğluna havada uçmanın mümkün olduğunu hatırlatır ve uçmaya teşvik eder. Hazret-i Îsâ’nın (as) en dehşetli hastalıkları tedâvî ettiğini ifâde eden Kur’ân2, insanoğluna tıp açısından eşsiz bir ufuk açar. Hazret-i Mûsâ’nın (as), asası ile taşlardan on iki gözlü su fışkırttığını zikreden Kur’ân3, beşere yerin altındaki eşsiz hazîneleri gösterir ve bu hazînelerin çıkarılmasını ve istifâde edilmesini teşvik eder. Hazret-i İbrâhim’in (as) ateşe atılıp yanmadığından bahseden Kur’ân4, ateşin yakmayacağı maddelerin bulunmasını teşvik eder. Hazret-i Dâvud’un (as) demiri hamur gibi yumuşatarak kullandığından bahseden Kur’ân5, beşer için demirle ilgili tüm yükseliş kapılarını açar. Bazı Peygamberlerin uzaktaki sesleri, görüntüleri ve eşyayı aldığından bahseden Kur’ân6, beşer için de ses, görüntü ve hattâ eşya naklinin mümkün olduğunu hatırlatır. Hazret-i Nûh’un (as) gemisi ve diğer muhtelif Peygamberlerin mu’cizeleri de, hep aynı gayeye yönelik olarak Kur’ân’da zikredilmiştir.7
Anlaşılıyor ki Müslümanlar Kur’ân’ı dinleseler geri kalmayacaklar ve dünya milletlerine ilimde, adalette, fende ve teknolojide öncü olacaklardır.
Dipnotlar:
1- Sebe’ Sûresi, 34/12. 2- Âl-i İmrân Sûresi, 3/49. 3- Bakara Sûresi, 2/60. 4- Enbiyâ Sûresi, 21/69. 5- Sâd Sûresi, 38/20. 6- Neml Sûresi, 27/40. 7- Hutbe-i Şâmiye, s. 31; Sözler, s. 229
29.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Bizi kader mi sürüklüyor Ahmet Hakan! |
|
Ahmet Hakan, geçenlerde yayınlanan bir yazısında, birçok cemaate, gruba girip çıktığını ifade ettikten sonra, “Sonra hepsinden sıkılıp ‘gruplar üstü radikal’ olarak takıldım... Ve sonunda kader beni bugün bulunduğum noktaya getirdi” deyiverdi… Bu düşüncenin derinliklerinde yatan psikolojik boyutlardan birisi şudur: Bulunduğum yer pek hoş ve makbul değil, ama beni bu noktaya kader getirdi…
Bu vesileyle, çoğu insanın içine düştüğü bir yanlışa değinelim:
Olumlu bir sonuç için, “Ben yaptım, ben kazandım, ben hallettim, ben verdim, ben kurtardım, ben, ben, ben…” der. Günaha ve olumsuzluklara gelince, “Kaderimde varmış; ah, beni buna mahkûm eden kaderim utansın!” der… Utanmadan işlediği fiilleri kadere havale ile utancı onun üzerine yıkmak, yavuz hırsızlık budur işte!
Diğer varlıklara ne vazife verilmiş, kaderleri nasıl tayin edilmişse öyle hareket etmek zorundadırlar.
İnsanın ise bir kısım hareketleri mecburî, bir kısmı ise hür iradesine bağlanmıştır. “Sorumlu tutulduğu” mevzularda, tamamen serbest bırakılmıştır. Hür irademizle istediklerimizi Cenâb-ı Hak yaratır. Burada anlaşılması gereken incelik şudur:
Kul ister, meyleder, arzu eder, Allah yaratır… Yani insanın, “istemek, meyletmek” dışında herhangi bir dahli yoktur. Tıpkı asansöre bindiğinde herhangi bir düğmeye basmayı istemesi gibi…
Ancak akıldan uzak tutmamamız gereken bir vecibe var: Kulun istediği ve meylettiği şeyleri yapabilmesi için, Allah’ın da onları dilemesi gerekir. Kul diler, Allah yaratır. Ancak Allah, kulun her isteğini ve dileğini, dilerse yaratır.
“Ne yaptım da bu başıma geldi?”
Kadere iman eden insanın: “Ah ne yaptım, ne ettim de bu başıma geldi! Zalim kader, kader utansın!” gibi ifade ve değerlendirmelerde bulunması son derece yanlış ve tehlikelidir. Allah’ın Âdil-i Mutlak, Rahîm-i Mutlak olduğuna inanan bir mü’min, böylesine isyanvârî bir tutum takınamaz. Kader asla zulmetmez, adalet eder. Vicdanen şu hususu takdir ederiz:
Ne zaman, nerede, kime karşı nasıl bir haksızlık yaptığımızı bilemeyiz. Kimi zaman da eşya, hayvan ve sâir mahlûkatın da hukuklarını çiğneriz. Dün ne yediğimizi bile unuttuğumuza göre, kime, ne zaman, hangi yanlışı yaptığımızı nasıl aklımızda tutabiliriz ki? Kader ezelden ebede her şeyi görüp kuşattığı için, bizim hatırlayamadığımız biriken hatalarımızın da karşılığı verilir. Ve “İnsan zulmeder, kader adalet eder” hakikati ortaya çıkar.
Kader nasıl adalet eder?
Rivayet edilir ki, Hz. Musa (as), Allah’ın adaletinin tecellisini, karmaşık bağlantılar içinde seneler sonra da olsa kaderin adalet etme cihetini anlamak ister: “Ya Rabbi! Nasıl adalet edersin?”
Ona yolun kenarındaki çeşmenin başında oturması emredilir. Derken bir atlı gelir, atını sular, elini yüzünü yıkar. Atına binerken kesesini düşürür. Az sonra bir çocuk su almaya gelir. Keseyi bulur, alıp gider. Ardından bir âmâ gelir. Bu sıralarda atlı, kesesini çeşme başında unuttuğunu hatırlar, geriye döner.
“Altın dolu kesemi düşürdüm, geri ver!” der.
“Ben almadım!”
“Başka kim alabilir, demin düşürdüm ve geri geldim, senden başka kimse var mı burada?”
“Ben körüm, keseni göremem ki!...”
Ancak hırsla köpüren atlı, “Senden başka kim alabilir?” deyip bir yumruk indirir ve onu öldürür!
Hz. Musa (as), “Ya Rabbi! Keseyi düşüren atlı, alan çocuk, ölen âmâ; bu nasıl adalet!” der. Ona şöyle seslenilir:
“Çocuğun babası, atlının babasının çiftliğinde çalışmıştı; ücretini vermemişti. Adam öldü; hak, miras olarak çocuğa kaldı. Âmâ da, senelerce önce atlının babasını öldürmüştü. Kimse bilmiyordu. Atlı da onu öldürdü ve adalet yerini buldu...”
29.01.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
|
|