Başörtüsü sorununa kişisel bir yaklaşım!
Uzun süredir gündemimize ‘açılım’ olarak yerleşmiş, ehemmiyet arz eden bir mesele olması hasebiyle Türkiye’nin dikkat kesildiği bir konu…
Kimilerinin ‘siyasî simge’ sözüyle tekrar tekrar gündeme getirdiği, buna mukabil kimilerinin ‘velev ki siyasî simge olsun’ sözleriyle alevlendirdiği fikir çatışmaları, kimilerinin bazen ‘irtica’ olarak yaftalayıp basite indirgemeye çalışırken daha ileri boyutta tartışmaya açtığı, kimilerinin son günlerde ekranlara yansıyan görüntülerin samimiyetini sorguladığı, kimilerinin de ‘kişisel hak’ olarak hakkını savunma gayreti içine girdiği, çözümü hiçbir zorluk teşkil etmediği halde maalesef bugün çetrefilli bir hâl alan başörtüsü sorunu… Ya da türban, ya da yemeni, ya da tülbent… İsmine ne der, adını ne koyarsanız…
Adalet Bakanı M. Ali Şahin her ne kadar başörtüsü sorununu “Türkiye’de yüzde bir buçuğun problemi” olarak görse de, müspet ya da menfî; bir şekilde sürekli gündemde olması aslında tüm Türkiye’nin sorunu, hatta en önemli sorunlarından biri olduğunun bariz bir göstergesi… Öyle ki sorunun ortadan kalkması adına konusunun açılması, ‘terör’ü dahi geride bırakarak günün haberlerinde ilk sırayı alabiliyor. Bazen de sorun adına yapılan girişimler ‘terör’ perdesiyle gündemden düşürülebiliyor. Tabiî bir umut diye seyrettiğimiz bu tablonun da sonu kocamaaan bir hiç oluyor…
Manisa’da askere yolculadıkları çocukların yemin törenine giden yakınlarının çitlerin arkasına alındığı günü hatırlayın. Kırk yaş üstündeki bayanları törene alarak, kırk yaş altındaki bayanları ise çitlerin arkasında bırakarak laikliği koruduğunu zannedenlerin düştüğü trajikomik durumu... Laikliği, yaş sınırına göre başörtülüleri çitlerin arkasına alarak koruyanların nasıl bir düşünceyle hareket ettiklerini anlamak epey gü(lün)ç…
Bu başörtüsünün sorun olarak görüldüğü günden bu yana bizim ‘Ağlasak mı, gülsek mi?’ düşüncesiyle seyrettiğimiz tabloların son örneklerinden... Hürriyetimizi kazanmamız için gösterilen sözüm ona girişimler, yaşadığımız sorunu biraz daha alevlendirmekten, kıvılcımlarını etrafa biraz daha fazla sıçratmaktan öteye gidemiyor ne yazık ki!
Bizse sonunu bildiğimiz bu girişimleri her seyredişimizde; film çekiminde senaristin sonunu nasıl bitirdiğini anlamanın verdiği acıyla biraz daha hayıflanıyoruz…Ve film yine aynı sonla bize veda ediyor...
“Asıl musibet, dine gelen musibet”se eğer ve yaşadığımız musibetler imtihanımızın bir parçasıysa, o zaman bizim de hakikat boyutunda bu soruna neden olan hatalarımızın olduğunu düşünüyorum.. “Beşer zulmeder, kader adalet eder” kaidesince, yaşadığımız soruna kader boyutunda fetva verdirdiğimizi düşünüyorum... Tıpkı Birinci Dünya Savaşında ‘helâket ve felâket asrının adamı’na yöneltilen ehemmiyetli suâlde sorulduğu gibi;
“Musibet, cinayetin neticesi, mükâfâtın mukaddemesidir. Hangi fiilinizle kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti?” Ve Said Nursî’nin hakikat boyutunda hatalarımızı fark ederek dile getirdiği üç mühim ihmalimiz:
“Mukaddemesi üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir; salât, sâvm, zekât…” sözleriyle devam ederek kaderdeki hikmet boyutunu anlatır. Zira biz bizden istenen namaz, oruç ve yerine getirmeyerek biriktirdiğimiz zekât borcumuzu bu şekilde ödemiştik. Böyle demişti asrın Bedîisi.. Bir yerlerde yanlışlarımız oluyorsa, ki bu dinde yapılan hataların en önemli kısmını teşkil ediyor ve biz bunu fark etmiyorsak, Yaradan hayatımızın diğer safhalarında hatalarımızın neticesini farklı şekillerde önümüze koyarak fark etmemizi sağlıyor hamdolsun… “Hürriyet ile ekmek” yan yana geldiğinde hürriyet tercih edilmedikçe bu sorunun düzelmeyeceğini hepimiz biliyoruz. Ancak bu başörtüsü sorunu olduktan sonraki tercih aşaması. Bir de “hürriyet ile ekmeği” yan yana getiren bir sebep olmalı. Bu sorunun oluşmasına bizim de sebep olduğumuz hatalarımız olmalı bir yerlerde mutlaka…
Tıpkı Havva Kurter’in Türkiye’de yaşayan tesettürlü bayanlara “Siz tesettürlü olmanız hasebiyle her an tebliğ yapıyorsunuz, bu yüzden çok dikkatli olmalısınız. Siz anlatmasanız da tesettürünüzle zaten İslâmiyeti temsil ediyorsunuz..” meâlinde söylediği sözlerle, her an tebliğ yapan tesettürlülerin fiil, hâl ve davranışlarıyla çelişkili olmaması gerektiğini ifade ediyor. Tesettürün mahiyetine aykırı tutumlar sergilenmeye başlandığındaysa; ‘Hüküm ekseriyete göre verilir’ kaidesince kurunun yanında bazen bütün yaşlar hebâ olabiliyor. Hal böyle olduğunda gelen musibet tüm Müslümanların canını yakıyor…
Bunun yanı sıra gözden kaçırdığımız çok ince bir detay var ki, Bediüzzaman’ın ‘kırk senelik ömrümün mahsülü’ dediği, yaptığımız amellerin niyet boyutu… ‘İlmi, Allah adına’ tahsil etmemiz gerekir ve ‘tekâmül etmek için okuma’mız gerekirken zamanla bu niyet bir çoğumuzda ‘kendi ayakları üzerinde durma’ veya feminizmin biz bayanlara lanse ettiği ‘ekonomik özgürlüğünü kazanma’ düşüncesine dönüşünce; ‘ilim tahsil etme’ niyeti, ‘meslek sahibi olabilme’ hırsına bıraktı yerini. Bunun en bariz örneği okumak için gösterilen gerekçelerde, çoğu zaman ‘elimde bir mesleğim olsun, bu zamanda benim de kendi ayaklarım üzerinde durmam gerek’ türü sözlerle dile getirilen mazeretler değil mi?
Bugün Türkiye’de hayretle seyrettiğimiz boşanma oranlarındaki artışta, ekonomik özgürlüğü elinde olan bayanların sergilediği rahat tutumun hiç mi etkisi yok? Beşikten mezara kadar öğrenilmesi gereken ilim, niyet değiştiğinde ekmeği kazanma hırsına dönüşmüyor mu? Kaldı ki, eğer niyet ilim öğrenmekse, üniversite bu noktada belki önemli bir etken ama tek etken değil… Başörtüsü sorununa bir de bu nokta-i nazardan baktığım zaman, benim fark ettiğim gerçeğin bir ciheti, bana göre en önemli ciheti…
Bence düşünmeye değer...
Başörtüsü yasağına tepkimizi gösterirken, diğer yandan ‘her bir hadisede rahmet-i İlâhiyenin izini, özünü, yüzünü görebilmemiz’ duâsı ile…
|