"Gerçekten" haber verir 29 Ocak 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Lahika

Hadis-i Şerif Meâli

Bütün hastalıkların kaynağı, birbiri üstüne yemek yemektir.

Câmiü's-Sağîr, No: 625

29.01.2009


Vatana ecnebî hesabına darbeler vuruyorlar!

[BU GELEN KISIM ÇOK EHEMMİYETLİDİR]

Son sözün mühim bir parçası

fendiler, Reis Bey, dikkat ediniz! Risâle-i Nuru ve şakirtlerini mahkûm etmek, doğrudan doğruya küfr-ü mutlak hesabına, hakikat-i Kur’âniye ve hakaik-i imaniyeyi mahkûm etmek hükmüne geçmekle, bin üç yüz seneden beri her senede üç yüz milyon onda yürümüş ve üç yüz milyar Müslümanların hakikate ve saadet-i dâreyne giden cadde-i kübrâlarını kapatmaya çalışmaktır ve onların nefretlerini ve itirazlarını kendinize celb etmektir. Çünkü o caddede gelip gidenler, gelmiş geçmişlere duâlar ve hasenatlarıyla yardım ediyorlar. Hem bu mübarek vatanın başına bir kıyamet kopmaya vesile olmaktır. Acaba mahkeme-i kübrada, bu üç yüz milyar dâvâcıların karşısında sizden sorulsa ki, “Doktor Duzi’nin, baştan nihayete kadar serâpâ İslâmiyetiniz ve vatanınız ve dininiz aleyhinde ve frenkçe Tarih-i İslam namındaki eseri ki, zındıkların kütüphanelerinizdeki eserlerine, kitaplarına ve serbest okumalarına ve o kitapların şakirtleri, kanununuzca cemiyet şeklini almalarıyla beraber, dinsizlik veya komünistlik veya anarşistlik veya pek eski ifsad komitecilik veya menfî Turancılık gibi siyasetinize muhalif cemiyetlerine ilişmiyordunuz? Neden hiçbir siyasetle alâkaları olmayan ve yalnız İmân ve Kur’ân cadde-i kübrâsında giden ve kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebedîden ve haps-i münferitten kurtarmak için Kur’ân’ın hakikî tefsiri olan Risale-i Nur gibi gayet hak ve hakikat bir eseri okuyanlara ve hiçbir siyasî cemiyetle münasebeti olmayan o hâlis dindarların birbiriyle uhrevî dostluk ve uhuvvetlerine cemiyet nâmı verip ilişmişsiniz? Onları pek acip bir kanunla mahkûm ettiniz ve etmek istediniz?” dedikleri zaman ne cevap vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz.

Ve sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle vatana ve millete zararlı bir surette meşgul eyleyen muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka “cumhuriyet” nâmı vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka “medeniyet” ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye “kanun” ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükümeti işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar.

Ey efendiler! Dört senede dört defa dehşetli zelzeleler, tam tamına dört defa Risale-i Nur şakirtlerine şiddetli bir surette taarruz ve zulüm zamanlarına tevafuku ve herbir zelzele dahi tam taarruz zamanında gelmesi; ve hücumun durmasıyla zelzelenin durması işaretiyle, şimdiki mahkûmiyetimizle gelen semâvî ve arzî belâlardan siz mes’ulsünüz!

Denizli Hapishanesinde tecrid-i mutlak ve haps-i münferitte mevkuf Said Nursî

Şuâlar, s. 256, (yeni tanzim, s. 456)

şakirt: Talebe.

küfr-ü mutlak: Kesin ve tam bir inkâr.

hakikat-i Kur’âniye: Kur’ân’ın hakîkatı.

hakaik-i imaniye: İman hakikatleri.

saadet-i dâreyn: Dünya ve ahiret saadeti.

cadde-i kübrâ: Büyük cadde; en selâmetli yol; Kur`ân`ın gösterdiği yol.

hasenat: İyilikler.

mahkeme-i kübra: En büyük mahkeme; âhirette kurulacak olan büyük mahkeme.

serâpâ: Baştan başa, bütünüyle.

frenkçe: Frenk dili, fransızca.

cemiyet: 1-Topluluk, birlik. 3-Dernek.

anarşistlik: Her türlü düzen ve otoriteye karşı koyarak karışıklığı tercih eden akım.

ifsad: Fesada uğratma, bozma, karıştırma.

idam-ı ebedî: Âhiret inancı olmadığı için ölümü ebedî yokluğa gitmek olarak görme.

haps-i münferit: 1-Tek başına hapis. 2-Hücre hapsi.

uhrevî: Ahiretle ilgili.

uhuvvet: Kardeşlik.

iğfal: Aldatma, yanıltma, gaflette bırakma.

muarız: Karşı, zıt, ters.

zındık: Dinsiz.

istibdad-ı mutlak: Tam bir baskı, diktatörlük.

irtidad-ı mutlak: Hiçbir kayıt ve şart tanımayan dinsizlik.

sefahet-i mutlak: Nefsin kötü arzularına mutlak sûrette uyma.

cebr-i keyfî-i küfrî: Keyfî olarak küfrî bir baskı yapma.

hâkimiyet-i İslâmiye: İslamın hakimiyeti.

ecnebi: 1-Yabancı. 2-Başka milletten olan. 3-Başka ülke.

tevafuk: Uyma, uygun gelme.

mevkuf: Tevkif edilmiş, tutulmuş, zanlı olarak hapsedilmiş, tutuklu.

Bediuzzaman Said Nursi

29.01.2009


Bir yıldız daha...

“Aydin ağabey çabucak kalkıver de Kastamonu nur menzillerini dolaşalım” dediğinde Ayhan kardeşim, o âna kadar başkaca herhangi bir söze tepki vermeyen Aydın ağabey, çok zorlansa da gözlerini açmış, fısıltı bile sayılmayacak kadar düşük tonda “İnşaallah” demişti.

İşte “saff-ı evvel” olmak böyle bir şeydi...

Aydın Doğanay, daha önce ebedî âleme göç eden sadakatli Sadık Örentaş; meslek/meşrep/istikamet noktasında ‘Zübeyrî’ çizgiden şaşmayan Ahmet Ergün; ‘ene-zerre’ci Ömer Arıkan; nezaketli, nezahetli ve nur simalı güzel insan Zafer Sunay; nev-i şahsına münhasır, bal işçileri arıların dostu ve ehl-i kalp Hamza Yılmaz; eli açık ganî gönüllü Ereğli’de nur hizmetinin önde gelen banilerinden Bayram Özkayıkçı gibi fani âleme vedâ eyledi kısa bir süre önce...

Son bir iki yıldır rahatsızdı, bir kaç aydır durumu ağarlaşmıştı ve bir süredir uyur vaziyette hastanede kontrol altında tutuluyordu. Söylenenlerin bir kısmını duyabiliyor ama herhangi bir tepki vermiyordu son günlerinde.

Vefatından birkaç gün önce ziyaretine gitmiştik Ayhan kardeşimle. Bir kısmını da olsa söylenenleri duyduğu için epeyce şey anlattık, fakat sadece yukarıda sözünü ettiğim tepkiyi vermişti. Tabiî bunun hoş bir sebebi de vardı: Kastamonulu’ydu. Vefatından bir süre önceki bir hasbihâlimizde “Hadi gelin sizi Kastamonu’ya götürüp çoğu kimsenin bilmediği nur menzillerini gezdireyim; hem oraların nurânî hallerini teneffüs ederiz, hem de hizmet-i imaniye ve Kur’âniyenin Kastamonu yıllarını orijinal mahallerinde bir kere daha yâd ederiz” diye sözleşmiştik. Ama işte nasip olmamıştı...

Aydın Doğanay da, daha önceki yazılarımda benzerleri için sözünü ettiğim vechile, nur hizmetinde Kdz. Ereğli’nin saff-ı evvellerindendi. Erdemir çalışanlarındandı. O da diğer benzerleri gibi işe gitmek üzere evden çıkar, önce dersaneye uğrar sonra işe gider; işten çıkar, önce dersaneye uğrar sonra eve giderdi. Ufacık bir salonu olan gecekondu misâl evinde ders yapılmasından duyduğu memnuniyeti dünyalara değişmezdi. O zamanlar dersanelerin ve evlerin duvarlarını; külliyâtın değişik yerlerinden yapılan alıntıların yazıldığı tablolar süslerdi. Ben ve Ayhan da o tür işler yapardık ve onlardan birkaçını Aydın ağabeye hediye etmiştik. Onlara gözü gibi bakar ve en kıymetli eşya muâmelesi yapardı. Hemen her görüşmemizde evinde yapılan o derslerden, o tablolardan büyük bir haz duyarak bahsederdi ve son görüşmemizde de yine aynı hazla onlardan sözetmişti...

Yetmişli yılların başıydı. Her şey hızlıydı ve fedakârlık halleriyle müzeyyendi. Kardeşlik bağları imrenilecek türdendi ve en makbul hazineydi. Her şeyde vasatın ölçü alındığı faaliyetlerde irtibatın ifratça yaşandığı, tâbir-i câizse Asr-ı Saadet misâl yıllardı o yıllar. Şarktaki, garptaki, şimal ve cenuptaki; dünya ve ahirettekilerin aynı şeyleri düşünüp aynı şeyleri yaptığı; herkesin bir ve beraber olduğu kutlu yıllardı o yıllar... O ve ondan önceki yılların saff-ı evvelleri gerçekten ayrı ve başkaydılar... Halleri başkaydı, işleri başkaydı; kıyama, rükûa, secdeye varışları başkaydı... Sözleri başkaydı, sohbetleri başkaydı, sohbet konuları başkaydı... Dünyevîlikle yada dünyevîleşmeyle ilgili hemen hiçbir mevzu o hasbihallerin konusu olmazdı... Her şeye ve her duruma nur penceresinden bakar; onla yatar, onla kalkar, onla yürür, onla oturur, onla alır, onla verirlerdi... O, her şeyleriydi ve onsuz hiç ama hiçbirşey yapmazlardı...

Onlar deniz fenerleri misâl bir nevî yön gösterenlerdi ama tıpkı onlar gibi sade ve mütevazi idiler... Ve onlar nurlu insanlardı... Ve onlar güzel insanlardı... Ve onlar birer yıldızdı...

Aydın ağabey de o yıldızlardandı... O yıldız da kaymıştı ama şimdi o, ondan evvelki yıldızlarla ve Üstadıyla beraberdi...

ÖMER YAVUZYİĞİT

29.01.2009


Hasta olmak

azret-i Peygamber (asm), insanoğlunun üç şeyin kıymetini zamanında bilmediğini, bunlardan birinin de sıhhat olduğunu ifade eder hadis-i şeriflerinde. Hastalık gelmeden sağlığın kıymetini bilmek çok iyi bir şeydir. Ama hastalık da bizim başımızdan eksik olmayan bir hâldir.

Hasta olmak, başlı başına bir hadisedir insanoğlu için. Demirden ve taştan yaratılmayan, her zaman bozulur ve dağılır et ve kemikten yaratılan insan, elbette hastalığa dûçâr olacaktır.

Çocukluğumda hasta olduğum zaman, rahmetli annemin şefkat eli ve sinesi, benim ıztırabımı hafifleten en büyük şeydi. Zaten hasta olan insanın yaşı kemâle de erse, nazlı olur. Sevdikleri onun etrafında pervane gibi dört döner. Sâir zamanda belki bir isteğini yerine getirmeyen veya gevşek davranan sevdikleri, hastalık zamanında adeta onun siyanet meleği olurlar.

Hastalık da, başlı başına bir nimettir anlayan için. Zaten Bediüzzaman Hazretleri, cemiyetin mühim bir kısmını teşkil eden hastalar için, bir şifa ve geçmiş olsun makamında yazdığı “Hastalar Risâlesi”nde bu hakikatlerin çoğunu anlatıp izah ediyor. Ben birçok arkadaşımıza “3 x 1”i tavsiye ediyorum. Yani nasıl ki doktorlar ilaçları günde üç defa birer tane veriyorsa, Hastalar Risâlesini de hastalara aynen öyle ilâç dozu gibi günde en az üç defa birer devâ okumak lâzım diyorum. Birçok hasta ziyaretine gittiğimizde, hastalara okuduğumuz bu risâle, onlar açısından çok ehemmiyetli neticelere sebebiyet veriyor. Bu sayede Risâle-i Nurlarla müşerref olan bir çok tanıdığımız var. Meselâ; kırk sene kadar önce böyle bir hâl neticesinde, Ankara’daki mahallemizin imamı, fedakâr ve muhterem Hurşid hocamız, nurlarla müşerref olanlardandı.

Elhamdülillah, bir çok hastalık ve ameliyat geçirdim. Bu hâli hakkalyakîn yaşayanlardan olduğumdan, epey hatıra sahibiyim. Şu anda da, basit ve küçük bir operasyonun zahmetli ve 39 derece ateşli nekâhet dönemini geçirirken yazıyorum bunları. Hatta, bazen ıztırabım artıyor, bırakıyorum yazmayı, ilaçların tesiri başlayınca birkaç satır yazarak devam edebiliyorum.

Hastalık için “Elhamdülillah” deyişimiz bazılarına garip geliyordu. Yine böyle bir hastalık esnasında, “Nasılsın?” diye soran birine “Hastayım elhamdülillah” dediğimde çok şaşırmış ve “Öyle şey olur mu ya? İnsan hastalığına elhamdülillah der mi?” dediğinde “Niye kardeşim, iyi halimize şükür de; hastalığımıza şükür olmasın mı? Küfür ve dalâlet dışında her hâlimize şükredenlerdeniz elhamdülillah. Hepsi Allah’tan değil mi?” demiştim.

Bundan on beş sene kadar önce Ankara’da, bir ameliyat geçirmiştim. Allah kendilerinden razı olsun, birçok arkadaşımız ziyarete geldiği gibi, telefon v.s ile de geçmiş olsun dileklerini bildirdiler. Bu arada bizzat ziyaretime gelenlerden kadim ağabeylerimiz Ömer Tuncay ve Ali Vapurlu ile sohbet esnasında, Ali ağabey işi “Ya Şâfî ya Allah”a getirdi. Ona dedim ki: “Bak Ali ağabey, biliyorsun her şeyde Cenâb-ı Hakk’ın isimleri tecellî ediyor. Rezzak isminin tecellîsi nasıl aç olmayan insanda aç olan kadar belli olmuyorsa, hastalık için de öyle. Şimdi senin bir ‘Ya Şâfî!’ demenle, benim demem biraz farklıdır. Tabii sen zikrediyorsun, ben de zikrediyorum ama benim ciğerim yanmış, öyle bir yürekten, ‘Yaaa Şâfî yaaa Allah!’ diyorum ki, sesim neredeyse arşa yükseliyor” dediğimde, “Haklısın kardeş” demişti Ali ağabey.

İnsan yalnız kaldığında çok şeyleri düşünüyor. Hastalığın hikmetlerini, onda yaptığı tesirleri... Hele hele hastalığa en yakın şey olan ölümü…Çoğu insanın korkup dehşet aldığı bu meselede, yine elhamdülillah Nur’lardaki ölçülerle rahatlıyoruz. Bir ara “Ey hurdebinî, mikroskopla görünebilen küçücük mikrop! Sen nasıl böyle dünyalara sığmayan koca insanları birden yere devirip, yataklara mahkûm ediyorsun? Elbette biliyorum, bu senin kuvvetinle olan bir iş değil. Sen de vazifeli bir memursun. Vazifen bitince çekip gideceksin” diyoruz.

Tekrar dönüyoruz, eğer elleri kaldıracak mecalimiz varsa ellerimizle, yoksa gözlerimizle Rabbimize niyaz edip iltica ediyoruz: “Ya Şâfî, Ya Kâfî, Ya Muâfî Ya Allah!” Sonra boynumuzu büküp, emrine amade oluyoruz. Ne gelirse Ondandır. Ne gelirse güzeldir. Hastalık da güzeldir, sağlık da.

Ama ne olursa olsun yine de çok kimse tarafından istenen bir şey değildir hastalık. Ondandır ki, her bir sözü bir âyet veya hadis meâli olan ecdadımız güzel söylemiştir. Bunlardan en güzeli, cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman’a aittir.

“Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi

Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhât gibi”

Yani, o zaman dünyanın tek hâkimi olan bir devletin başı diyor ki; milletin nazarında en itibarlı şey devlet olarak bilinir; ama, ben size bir şey diyeyim mi? Cihanda, âlemde, sağlıklı olarak alınan bir nefes kadar büyük devlet yoktur.

Cenâb-ı Hak, hastalarımıza Şâfî ismiyle şifalar ihsan eylesin! Çok günahlar ve dünyanın lüzumsuz işleriyle kirlendiğimizden, bu kirleri temizleyen sabun mesabesindeki hasta hâlimizle, hasta kalbimizle yaptığımız bu duâmızı, bu yazımızı okuyan bütün insanların hastalarına şifâlar nasib etsin!

[email protected]

OSMAN ZENGİN

29.01.2009


Ölüm, idam değil, firak değil, belki hayat-ı ebediyenin mukaddemesidir, mebdeidir.

Ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Berzah âlemine göçmüş kafile-i ahbaba kavuşmaktır.

Bediüzzaman, Lem’alar

29.01.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır