Türkiye ile ilgili AB raporlarının tamamında bilhassa altı çizilerek defaatle vurgulanan “askerin sivil kontrol altına alınması” ve “yargı reformu” gerçekleşmediği sürece hiçbir konuda sağlam ve kalıcı bir çözüme varılamayacağı tesbiti, endişemiz o ki, Ergenekon meselesinde de hükmünü icra edecek gibi.
AB kriterleri asker-sivil ilişkilerinde de geçerli kılınabilseydi, Susurluk ve Ergenekon’un asker ayağının üzerine gidilmesinde bu kadar zorlanılır, böylesi engellerle karşılaşılır mıydı?
Ergenekon’la, TSK’da üst düzey görev yapmış isimlerden, emeklilikleri sonrasında da olsa, haklarında son derece ciddî iddialar bulunan kişilerin ilk kez yargı önüne çıkarılması aşamasına gelinmişken, bu süreç arkaplanı meçhul sürpriz gelişmelerle yine engellenir miydi?
Darbe planlarının odağında yer almakla suçlanan bir eski kuvvet komutanının, içerideki herkes gibi canının ve güvenliğinin devlete emanet edildiği cezaevinde merdivenlerden düşerek boynunun kırılması, beyin kanaması geçirmesi ve bunların sonucunda konuşamaz hale gelmesi gibi tuhaf bir olay gerçekleşir miydi?
Ve faraza gerçekleşse bile, bu kadar sorgusuz sualsiz şekilde sıradan bir olaymış gibi geçiştirilir ve arkaplanında mutlaka aydınlatılması gereken soru işaretleri cevapsız bırakılır mıydı?
Keza, haklarındaki suçlamalar sebebiyle tutuklanan bu emekli generallere, Genelkurmay adına “kurumsal” bir ziyaret yapılabilir miydi?
Emekli “üst düzey”lerin evlerinde mahkeme kararıyla yapılan aramalarda polisin içeri alınmaması; evinde cephanelik bulunan bir muvazzaf albayın günlerce süren firarın ardından teslim olduğu askerî makamlarca tutuklanıp askerî cezaevine konulması ve böylece Ergenekon operasyonundaki bütünlükten koparılıp ayrı bir işleme tâbi tutulması gibi durumlar olur muydu?
Bütün bu yaşananlar ve önceki yazılarımızda dikkat çekmeye çalıştığımız diğer gelişmeler hep aynı şeyi önümüze koyuyor: Askerin sistem içindeki bağımsız, özerk konumu ve bu konumdan güç alan “müdahale” geleneği eski yöntemlerle olmasa dahi, farklı versiyonlarıyla sürüyor.
İstenen sonuçlara, “sessiz görüşme trafikleri” ile ulaşılıyor. Doğrudan verilemeyen mesajlar için eşler devreye sokuluyor. Cenaze törenlerinde sergilenen organize tavırlarla pozisyon alınıyor.
Ve yargı sisteminin kronik sorunlarından biri olan “askerî yargı-sivil yargı” ikilemi burada da karşımıza çıkıyor. Emekli üst düzeyler bir yere kadar sivil yargı sürecine teslim edilip, bilâhare oranın da dışına çıkarılırken, üst düzey muvazzaflar için askerî yargı sistemi işletiliyor.
27 Mayıs’la başlayan ve hâlâ içinden çıkamadığımız “ara rejim”de iyice siyasallaşarak, 28 Şubat’ta bu özelliğini çok daha belirgin şekilde öne çıkarıp adaletin yerine resmî ideolojinin muhafızlığına soyunan “sivil” yargı da bu rol dağılımında üzerine düşen misyonu ifa ediyor.
Burada da AB kriterlerine uygun demokratik bir yargı reformu yapamayışımızın son derece sıkıntılı sonuçlarını yaşamaya devam ediyoruz.
Onun için, teşkil tarzı ve işleyişi mâlûm olan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Ergenekon savcıları üzerinde “Demokles’in kılıcı”nı sürekli sallandıran bir heyet olarak orada duruyor.
Şemdinli Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın başına gelenlerin, her an Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz’e de yapılabileceği kaygısı bir türlü bitmiyor.
Öz’ü görevden aldırma baskıları şimdilik sonuç vermeyince, Öz’ün birinci sınıf savcılığa yükseltilmesi engelleniyor ya da geciktiriliyor.
Ardından, “Böyle kapsamlı bir dâvânın altından kalkabilmek için, şu anda işi götürmeye çalışan savcılar yetmez, takviye şart” manevrasıyla yeni bir müdahale taktiği devreye sokuluyor.
Yargıtay çatısı altında, YARSAV adına, sürece müdahale niteliğinde açıklamalar yapılıyor.
Yani, anayasa reformunun yapılamayışının sıkıntılarını, Ergenekon sürecinde de yaşıyoruz.
29.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|