ABD’nin yeni Başkanı Obama dün işbaşı yaptı. Selefi Bush’un her alanda bıraktığı enkaz, ABD gibi bir dünya gücü için normal şartlarda bile zaten çok zor olan bu görevi Obama için kelimenin tam anlamıyla “ateşten gömlek” nitelemesine mâsadak kılıyor.
Obama gerek ABD’nin kendi içinde, gerekse dünyada Bush politikalarının yol açtığı ve derinleştirdiği esaslı krizlerle boğuşmak zorunda.
İsrail’in üç hafta boyunca süren Gazze saldırıları, bunların en kronik ve sancılısı olan Filistin meselesini en âcil çözüm bekleyen sorun olarak yeni Başkanın gündemine taşıdı. Ve saldırı bir anlamda İsrail’in Obama’ya “hoşgeldin” mesajı oldu.
Saldırılar devam ederken Obama’nın tatiline devam etmesi ve sessizliğini koruması haklı olarak eleştirildi. Ama bilâhare bu suskunluğu “Şu anda Amerika’nın bir başkanı varken konuşmam doğru olmaz” diye gerekçelendirmeye çalıştı.
Asıl önemli gösterge ise, BM Güvenlik Konseyine sunulan ve İsrail’in saldırıları durdurmasını isteyen karara, geçmişteki benzerlerini defalarca veto eden ABD’nin, bu kez hem de Rice eliyle kabul oyu verme noktasına gelmesiydi.
Ne var ki, bunu haber alan Olmert, oylamadan sadece on dakika önce telefonla aradığı Bush’a, yapmakta olduğu bir konuşmayı dahi yarıda kestirerek ulaşmak ve “Dışişleri Bakanın Rice’a söyle, sakın evet oyu kullanmasın” talimatı vermesini sağlamak suretiyle engel oldu.
Ve ABD’nin oyu evet’ten çekimser’e dönüştü.
İsrail’le ilgili oylamalarda öteden beri veto şeklinde tezahür eden ABD tavrının çekimser’e dönmesi dahi başlı başına önemli bir gelişme.
Son anda sabote edilip engellenen kabul eğilimi ise çok daha olumlu ve ümit verici bir işaret.
Eğer o esnada başkanlık koltuğunda Bush yerine Obama oturuyor olsaydı tavrı ne olurdu, şu anda birşey söylemek tabiî ki mümkün değil.
Bu tavır, Obama’nın işbaşı yaptıktan sonra ortaya koyacağı politika ve icraatlarla belli olacak.
Umalım ki, bu politika ve icraatlar, yeni ABD Başkanına yönelik temkinli, ama genel anlamda olumlu beklentilere cevap verir nitelikte olsun.
Gerçek şu ki, ABD’nin dünyadaki imajını tahrip eden sebeplerin başında, öteden beri sergilediği “kayıtsız şartsız İsrail destekçiliği” geliyor.
Bush döneminde bu desteğin daha da katmerlenerek sürdürülmesine ilâveten, Irak ve Afganistan işgalleri de Amerika'yı “en çok nefret edilen ülkeler” listesinin en baş sırasına yerleştirdi.
Eğer Obama bu durumu değiştirmek ve ülkesini dünya ile barıştırmak istiyorsa, öncelikle İsrail’le ilişkilerini daha insanî ve mantıklı bir çizgiye çekmek zorunda. Yakın çalışma kadrosunda ağırlıklı yer tutan Yahudi kökenli isimler de ona bu noktada yardımcı olmak durumunda.
Netice olarak Obama’nın önündeki en zorlu ve çetin sınavlardan biri İsrail-Filistin meselesi.
Bunun dışında, Irak ve Afganistan işgallerinin olabildiğince sür’atli bir şekilde bitirilmesi şart.
Aynı şekilde, İran’la yaşanan krizin, bu sıkıntıyı da bölgeyi ateşe verme fırsatı olarak kullanmak için tetikte bekleyen İsrail’i dizginleyecek mantıklı politikalarla çözülmesi icab ediyor.
Bush’un “şer ekseni”nde saydığı, ama son dönemdeki tavrıyla aleyhindeki tertipleri kısmen bozmayı başaran Suriye için de aynı şey geçerli.
Kısaca, Obama döneminde ABD’nin artık savaş, işgal, fitne, fesat işlerini terk edip insanlığı rahat bırakması; Demokrat Parti'nin demokrasiyi, hak ve hürriyetleri öne çıkaran politikalarına uygun şekilde davranması; ve evvelce yapılan yanlışları düzeltip dünya ile barışmak için insanî ve vicdanî bir seferberlik başlatması gerekiyor.
Bu yaklaşım, dalgaları dünyayı ve ülkemizi etkilemeye devam eden finans krizini aşmak için de şart. Adaletsiz ve vahşi kapitalist sistemin yol açtığı tahribatın giderilmesi, ahlâkî değerlere bina edilecek yeni bir yaklaşımı gerekli kılıyor.
Umarız, Obama bu yönde hareket eder.
Aksi halde hem ABD, hem dünya kaybeder.
21.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|