Ubudiyet imtihanları için gönderildiğimiz bu dünya hayatında sevinçli ve coşkulu anlar da elbette vardır, ama genel itibarıyla baktığımızda sıkıntılı zamanların daha çok olduğunu ifade etmemiz herhalde yanlış olmaz.
Kabz-bast hallerinin birbirini takip etmesi veya bazan iç içe geçmesi, hem imtihan sırrının bir icabı, hem de Esma-i İlâhiyenin farklı tecellîleri bunu gerektiriyor. Meselâ Bâsıt isminin tecellî ettiği anlarda yaşadığımız inşirah ve sevinç halleri, Kàbız ismi hükmünü icra ettiğinde yerini sıkıntı, daralma ve kasvete bırakabiliyor.
“Cemal ve Celâl tecellîleri” tabiri de aynı mânâyı daha değişik boyutlarıyla dile getirmekte.
Bu gibi hallerde bize düşen görev, inşirah ve sevinç hallerini şükürle, sıkıntı ve kasvet durumlarını da sabırla karşılayıp, her iki halden de bizi Rabbimize yakınlaştıracak neticeler almak.
Bunu yapabilmek, tabiî ki, iman mertebelerinde kat edeceğimiz merhale ve derinliğe bağlı.
İmanımız ne kadar sağlam ve kuvvetli olursa, hayatta başımıza gelecek ve karşımıza çıkacak halleri Allah’a daha da yaklaşma vesilesi kılmamız o derece imkân dahiline girer ve kolaylaşır.
Şer gibi görünen hadiselerin arkaplanındaki hayırları keşfederek, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri gibi “Hak şerleri hayreyler/ Zannetme ki gayreyler/ Mevlâ görelim neyler/ Neylerse güzel eyler” deme huzurunu elde etmenin anahtarı, böyle bir iman mertebesine erişmekte.
Yine İbrahim Hakkı’nın “Hoştur bana Senden gelen/ Ya gonca gül, yahut diken/ Ya hayattır yahut kefen/ Nârın da hoş, nurun da hoş/ Kahrın da hoş, lütfun da hoş” mısraları da imandaki derin teslimiyetin huzurunu terennüm ediyor.
“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder” diyen ve hakikî imanı elde eden bir insanın kâinata meydan okuyup, imanının kuvvetine göre hadiselerin tazyikinden kurtulabileceğini vurgulayan Üstad Bediüzzaman da, kabz-bast hallerinin intibah ehline geldiğini ve terakkîye vesile olduğunu söylüyor (Kastamonu Lâhikası, s. 10)
Çünkü sürekli bast hali insanı “Ben işi bitirdim, Cenneti garantiledim” fikriyle gaflete, bitmeyen bir kabz ise ümitsizliğe düşürebilir. Oysa insanın istikamet üzere devamı, havf-reca, yani korku-ümit dengesinin muhafazasına bağlı.
Her namazdan sonra tesbihatta ve sair dua ve münâcatlarda tekrarladığımız “Allahümme ecirnâ minen-nâr” (Allah’ım, bizi Cehennem ateşinden koru” yakarışı bu dengenin korku ayağını, “Allahümme edhılne’l-Cennete maal-ebrar” (Allah’ım, bizi hayırlı kullarınla beraber Cennete koy” duası ümit ayağını ifade ediyor.
Yanılmıyorsak Hz. Ömer’e (r.a.) atfedilen “İşitsem ki, Cehennemde sadece bir kişilik yer kalmış, acaba orası benim için mi diye titrerim; ve yine işitsem ki, Cennette bir kişilik yer kalmış, oraya da ben gireceğim diye ümitlenirim” mealindeki söz de bu hassas dengenin ifadesi.
Bu dengeyi yakalayıp, İnşirah Sûresinde dikkatimize sunulan ve “Her zorluğun beraberinde bir kolaylık ve her kolaylığın beraberinde bir zorluk vardır” mealiyle aktarabileceğimiz prensibi hiç hatırımızdan çıkarmayarak, zorlukları sabır, kolaylıkları şükürle karşılama olgunluğuna erişebilirsek saadetin anahtarını elde ederiz.
İşte serâpa Kur’ân’dan alınmış bir iman dersi niteliğindeki Risale-i Nur, bizlere bu mesajı sunuyor ve hiçbir beşerî “mutluluk formülü”nün veremeyeceği rahatlatıcı tesellîleri bahşediyor.
Şu sözler de zorluk, engel ve sıkıntılara karşı nasıl davranmamız gerektiğine ışık tutuyor:
“Madem şimdiye kadar ekseriyet-i mutlaka ile Risale-i Nur şakirtleri Risale-i Nur hizmetini her belâya, her derde bir çare, bir ilaç bulmuşlar; biz her gün hizmet derecesinde maişette kolaylık, kalbde ferahlık, sıkıntılara genişlik hissediyoruz; elbette bu dehşetli yeni belâlara, musibetlere karşı da yine Risale-i Nur’un hizmetiyle mukabele etmemiz lâzımdır.” (Kastamonu L., s. 182)
11.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|