Filistin’de yine tırmanışa geçen İsrail vahşetini mazur gösterip hafifletmek isteyen demagojinin, aynı zamanda bizdeki laikçi saplantıyla paralellik arz etmesi çok ilginç.
İsrail, zorla gasp ettiği topraklarda katliâm, vahşet, fitne ve desiselerle sürdürmeye çalıştığı varlığını sürekli tehlike içinde görmenin paranoyasıyla hareket ediyor. Kendisini düşmanlarla çepe çevre kuşatılmış gören bir yapı olarak hep diken üstünde ve tedirgin. Psikolojisi böyle.
Bizdeki laikçi zihniyetin durumu farklı mı?
“Türkün Türkten başka dostu yok, dünyanın en yalnız ülkesi Türkiye” söylemlerini dilinden düşürmeyen; yıllardır yaptığı ve hâlâ vazgeçmediği iç tehdit değerlendirmelerinde kendi halkını dahi tehlike olarak gördüğünü defaatle ortaya koyan zihniyet ve psikolojiden söz ediyoruz.
Burada, hakka dayanmadığı için başkalarının haklarını fütursuzca çiğnemekte beis görmeyen ve azınlık konumunda olmanın getirdiği tecrit duygusunu kendisi dışındakilere zulmederek açığa vuran çok anormal bir ruh hali söz konusu.
Bu zihniyet Türkiye’de tek parti diktası olarak iktidar tekelini elinde bulundurduğu dönemde, milletin büyük çoğunluğuna kan kusturdu. En temel hak ve hürriyetleri ayaklar altına aldı.
Tepeden inme usullerle uygulamaya konulan icraata tepki göstermeye kalkışanların çoğu, soluğu, darağaçlarına adam gönderme mekanizmaları gibi çalışan istiklâl mahkemelerinde aldı.
Şark isyanlarını bastırma adına, yıllarca dağlar taşlar bombalandı. Bir isyancının sığındığı gerekçesiyle koca bir köyün haritadan silindiği son derece dehşet verici hadiseler dahi yaşandı.
Türkiye’nin çok partili demokrasiye geçmesinden sonra nisbeten azalır gibi olan bu tür olaylar, demokrasinin canına okuyan ihtilâl dönemlerinde yine tırmanışa geçti. Bilhassa “terörle mücadele” adı altında büyük zulümler yapıldı.
21. yüzyıl Türkiye’sinde terörün hâlâ bitirilemeyişinde, halka da terörist nazarıyla bakan zihniyetin kaynaklık ettiği bu zulümlerin, 12 Eylül’den sonra Diyarbakır cezaevi başta olmak üzere bazı yerlerde yapılan gaddarca ve hunharca uygulamaların payı gözardı edilebilir mi?
Gerçek şu ki, Türkiye gerek tek parti devriyle, gerekse ihtilâllerle hâlâ hesaplaşabilmiş değil.
Bizim gibi dikta rejimlerinden ve darbelerden çok çekmiş olan Arjantin ve İspanya’da, hattâ Doğu Bloku ülkelerinde yıllar öncesinin karanlık dosyaları yeniden açılıp demokratik hesaplaşma açısından tarihî adımlar atılırken, bizde öyle bir gelişmenin işareti henüz belirmiş değil.
Böyle olunca, tek parti dönemindeki baskıcı uygulamalardan bahis açıldığında, “Hayır efendim, cumhuriyet döneminde kime ne baskı yapılmış ki?” çarpıtma ve demagojisi sergilenip, milletin gözünün içine baka baka yeni yalanlar söylenebiliyor. İhtilâllere alkış tutup, seçilmiş başbakanların idamının toplumda coşkuyla karşılandığını iddia eden “hukukçular” çıkabiliyor.
İşte Türkiye, kendisine yıllarca amansız bir azınlık diktasının dayatmalarını reva gören, zaman içinde gücü ve etkinliği azalan, ama fırsat bulduğunda aynı baskıları hortlatmaya her an hazır olan bu müstebit zihniyetin, şimdilerde “mahalle baskısı”ndan yakındığı günlere geldi.
Soros’un vakfa dönüşen Açık Toplum Enstitüsü desteğiyle yapılan “Türkiye’de farklı olmak” başlıklı “araştırma” bu şikâyetleri içeriyor.
Mâlûm medya tarafından dönem dönem ısıtılıp gündeme taşınan “irtica” haberlerinin farklı kılıkta yeni bir sunumu niteliğindeki bu “araştırma”da, artık Atatürkçü olduğunu açıklamanın ve Atatürk posteri asmanın cesaret meselesi haline geldiği bir Türkiye tablosu çizilmekte.
Atatürk’ün hâlâ kanunla korunduğu, “zinde kuvvetler”in Atatürkçülük vurgularını daha güçlü tonlamalarla tekrarladıkları bir ortamda böyle bir tablonun çizilmesi ne anlama geliyor?
Yeni bir demagoji ve provokasyon mu, yoksa toplumun dayatmayla şekillendirilemeyeceği mi?
03.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|