Siyonist odakların perde gerisi yönlendirmeleri ile diyasporanın Taşnak kanadınca uluslararası bir strateji çerçevesinde ortaya atılan Ermeni soykırımı iddiasına bağlı olarak, Türkiye’den tazminat ve toprak taleplerinin gündeme getirileceği kaygısını seslendirenler var.
Bu tür hesaplar yapanlar olabilir. Ama tutmaz.
Tazminattan başlarsak... Bilindiği gibi, Nazi Almanya’sına izafe edilen “Yahudi soykırımı” iddiaları, sonraki süreçte Almanya’yı ödeye ödeye bitiremediği tazminat borçlarına muhatap kıldı.
Bu astronomik ödemeler hâlâ bitmiş değil.
Anlaşılan, bu model, “Ermeni soykırımı” iddiaları üzerinden Türkiye’ye de işletilmek isteniyor.
Ancak bu hiç de kolay değil. Tehcir esnasındaki can kayıplarının soykırım olarak tescil ettirilmesi, günümüz şartlarında mümkün görünmüyor. Türkiye düşmanlığı ekseninde siyasallaşmış bir yargı mekanizması oluşturulabilmesi çok zor.
Bu yönde yıllardır yoğun ve sistematik bir kampanya yürütenler olabilir ve var; ama buna karşı Türkiye’nin de eli armut toplamıyor ve toplamamalı. Birinci Dünya Savaşında Taşnak çetelerince katledilen masum Müslümanlar için de Türkiye tazminat talebinde bulunursa ne Ermenistan, ne diyaspora bunun altından kalkabilir...
Kaldı ki, ortak kalkınma projeleri ve ticaret, iki taraf için de tazminattan daha kârlı olmaz mı?
Gelelim toprak meselesine: Bu da öteden beri Sevr’i hortlatma projelerinin peşinde koşanlarca, “Büyük Ermenistan“ ve “Bağımsız Kürdistan” gibi uçuk formüller şeklinde gündemde tutuluyor.
Zamanında Osmanlıyı parçalayıp taksim etmek için uydurulan bu formülleri şimdi de Türkiye’ye karşı işletmek isteyen mihraklar mevcut.
Bu noktada Said Nursî’nin de imza attığı tarihî bir belge, hem sonradan onun hakkında ortaya atılan “bölücülük ve Kürtçülük” iftirasını çürütüyor, hem de bugünkü tartışmalara ışık tutuyor.
1920 yılı başlarında Paris’te bir araya gelerek “Artık Osmanlı bitti, bağımsız Kürdistan ve Ermenistan hedeflerimizi gerçekleştirmek için işbirliği yapalım” diye anlaşan Şerif Paşa ile Boğos Nubar Paşa arasındaki mutabakatı protesto babında, 7 Mart 1920 tarihli İkdam gazetesinde yayınlanan üç imzalı bir yazıda şöyle deniyordu:
“Dört buçuk asırdan beri vahdet-i İslâmiyenin (İslâm birliğinin) fedakâr ve cesur hâdim (hizmetkâr) ve taraftarları olarak yaşamış ve dinî an’anesine sadakati gaye-i hayat bilmiş olan Kürtler; henüz beş yüz bine karib (yakın) şühedasının (şehitlerinin) kanı kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerinin, gözleri oyulan ihtiyarlarının hatıralarını teessürlerle anarken; İslâmiyetin zararına olarak, tarihî ve hayatî düşmanlarıyla i’tilâf akdetmek (anlaşma imzalamak) suretiyle; salâbet-i diniyeleri hilâfında (dine olan sarsılmaz bağlılıklarına aykırı olarak) iftirak-cûyane âmâl (ayrılıkçı emeller) takip edemezler. Binaenaleyh, Kürt vicdan-ı millîsinin bu tarz tahassüsüne muğayir (ters) hareket eden zevatı da tanımazlar.”
Şerif Paşanın attığı imzanın “yegâne hedefleri dinî ve millî birliği muhafaza olan” Kürtleri bağlamayacağını ilân eden bu deklarasyonda Said Nursî’nin yanı sıra, Kürtlerin ileri gelenlerinden Dâvâ Vekili Ahmet Arif’le, Hizanlı İhtiyat Binbaşısı Muhammed Sıddık’ın imzası bulunuyordu.
Özeti: Millet bölünmezse, vatan da bölünmez.
Ermeni sorununda çözüm, Taşnak vahşet ve fitnesine kesin tavır koyarken, Ermenilere izzet-i milliyeyi muhafaza ederek barış elinin uzatılması gereğini vurgulayan bu dengeli çizgiden geçiyor.
Ve bu çizgi, tazminatta olduğu gibi toprak bahsinde de anlamsız ve gereksiz taleplerle sürtüşmeye mahal vermezken, diyaspora Ermenilerinin, atalarının yaşadığı topraklara dönüp, eskiden olduğu gibi bu vatan ahalisiyle yine ahenk içinde yaşamasına da, Türk müteşebbis ve işçilerinin Ermenistan’a gidip orada iş yapmasına da hiçbir mani bulunmadığı gerçeğine kapı açıyor.
Türkiye’nin de, Ermenistan’ın da ihtiyacı toprak değil, iyi dost ve komşular olmak değil mi?
26.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|