|
|
Şükrü BULUT |
Çavuşesku’yu aratanlar |
|
Bediüzzaman Hazretleri; “Hiçbir fâsık ben fâsıkım demez” diyor. İfsad ve fıskı icra edenler, topluma suret-i haktan görünerek nüfuz ederlermiş. Dünyanın yarısını kan gölüne çevirip, hakim oldukları coğrafyaları zindana çeviren bolşevikler “hürriyet!” diyerek yola çıkmışlardı. Materyalist felsefenin ve bilhassa Freud ve talebelerinin fikirleriyle Kızılordu kurulmuş, Varşova'dan Pekin’e uzanan coğrafyalar, ahirzaman dinsizliğinin tuzağına bu ifsadlarla düşmüşlerdi.
Zamanla birlikte, saldırgan dinsizliğin de metod değiştirdiğinin farkına varamayanlar, hergün yeniden kendilerini modern bolşeviklerin damında bulurlar. 1980'lerin sonunda Sovyetlerin dağılması ve Varşova Paktı üyelerinin hür dünyaya yönelmesiyle, eski bolşeviklerin tarz ve forma değişikliğiyle yeniden söz konusu ülkelere hakim olduklarını efkâr-ı amme henüz bilmiyor.
İstibdatları sona eren eski komünist diktatörlerin yerine, yine aynı fikrin devamı sayılabilinecek komite diktatörlüğünün, global dinsizlerin desteğiyle kurulduğu, ancak uzun araştırmalardan sonra anlaşılıyor. Orta Asya Türkî Cumhuriyetlerdeki komite istibdadının, buralara giden Türkiyeli Müslümanlarca takviye ve idame edildiğini az çok biliyorduk. Bahaneleri vardı: Müslüman olan bu devletlere Suudî Vehhabîleriyle İran Şiîleri musallat olmasın diye Hanefî geçinen Kemalist Ankara devreye girmiş; siyasetçisi, iş adamı, sivil toplumcusu ve dinî cemaatler canla başla çalışarak, global neocon ve neoliberallere dikensiz gül bahçeleri hazırlamışlardı. Faillerinin bir kısmı ahirete göçtü, bu dosyalar da tabiatıyla Mahkeme-i Kübraya intikal etti. Detaya girmiyoruz.
Sovyetlerdeki İslâm coğrafyalarımızı global modern bolşeviklere teslim eden güçlerin Bulgaristan, Romanya, Moldova, Ukrayna ve diğer bazı Hıristiyan ülkeleri de daha değişik biçimde aynı cereyana bıraktıklarını, dikkatli biçimde incelemekle anlayabiliyoruz. Sovyetlerin dağılması hissedildiğinde, modern bolşevikler çocuklarını çoktan Amerika ve İngiltere’deki rehabilite merkezlerinde yetiştirmeye başlamışlardı. Çok kısa süren hürriyet baharından sonra, tıpkı dedeleri Troçki gibi maddî manevî desteklerle o çocuklar manipule edilmiş, seçimlerle işbaşına getirtilmişlerdi.
Dinsizliğin global bir cemaat halindeki işleyişini ilk anda keşfetmek çok zordur. Failler ve hâdiseler birbirlerinden bağımsızca ve ince ayarlarla öyle işlenir ki, modern bolşeviklerin mahiyetini bilemeyenler, birbirine uzak coğrafyalarda eşzamanlı meydana gelen olaylar arasındaki münasebeti kuramazlar. Kendisini “Yeni hürriyetçiler” olarak lanse eden bir cereyanın, komünizmi modernize için açık toplum enstitülerinde harıl harıl çalıştığını anlayamazlar. Çok büyük paralar, cahil bırakılmış fukara ülkelerdeki kadrolar ve küresel dezenformasyonlarla işler yürütülür.
Bu meseleyi biraz daha iyi kavramak için, doğu Almanya ile Ukrayna'yı, hatta ve hatta Çek ve Macaristan gibi AB ile sınırları olan ülkelerle Gürcistan ve Moldova'yı mukayese etmekte fayda vardır. Yine bir başka diktatörlükten kurtulmuş Slovenya, Hırvatistan ve Makedonya'yı da nazara alabiliriz. Siyasetlerini manipüle etmek zor olan ülkelerden ziyade; daha içlerde ve ahalisini iğfal kolay olan devletlerdeki modern bolşeviklerin çalışmaları incelendiğinde, ahalinin müstebit bir Jivkov'dan, hürriyetçi geçinen bir başka Jivkov'lar komitesine, bir Çavuşesku'dan yüzlerce Çavuşesku'ların oluşturduğu komitacı diktatörlüklere mahkûm olduğunu göreceğiz.
İşin en ilginç tarafı, halkın tutunacağı ciddî bir dalı yoktur. Çıkarılan kaoslarla halkın idareci ve siyasetçiye güveni yüzde yirmilere-otuzlara düşürülmüş. Yine modern bolşeviklerin teşvikleriyle Almanya'dan sökülen fabrikaların bir kısmı bu ülkelere monte edilmişse de, ahali eski diktatörler dönemini ararcasına buralarda çalışıyor. Halka hür dünyanın hayat tarzı reklâm ediliyor, yeni yeni ihtiyaçlar ihdas ediliyor ve tüketim körükleniyor, ama işçinin, memurun aldığı maaşlar giderlere göre gülünç… Rüşvet, hediye, bahşiş ve açıktan yardım adı altında yürüyen düzen; coğrafyaların ekonomisini alabora ediyor.
Komünizmin bitirmeye çalıştığı aile, ahlâk, inanç ve serbest teşebbüs duygusunun tahripleri sosyal hayatta dehşetli uçurumlar oluşturmuş. Bir dükkânı işletmekten âciz, neye nasıl inanacağını bilmeyen ve toplumu oluşturacak değerlerden bîhaber insanlara musallat modern bolşeviklerin işleri buralarda o kadar kolay ki… Karşılarında ciddî bir tepki görmüyorlar. Ne insanî kuruluşlar, ne AB'nin hak dağıtan yargı birimleri ve ne de Kilise…
Hakikat şu ki, komünizmi doğuran materyalist ve agresif düşünce, kendisini finanse eden malûm çevrelerin yardımıyla kabuk, renk, slogan ve forma değiştirerek yine zirvede kalmış. Bu defa işçi, köylü olarak değil, işveren, siyasetçi ve sivil toplumcu olarak geliyor. Hür dünyanın enstitülerindeki çalışmalarla eski Doğu bölgeleri için hazırlıklar yapmış. Bu yeni şekil, strateji ve plânlarla “Yeni bolşevikler” sözkonusu coğrafyalara yeniden yerleşiyorlar.
Peki çare? Küfrün, semavî dinlerle savaşan bu saldırganların ve insaniyet karşıtı bu güruhun düşüncelerinin Müslüman ve Hıristiyanlarca deşifresi ve mahiyetlerinin dünyaya ilân edilmesi çıkış yolunun bulunması için yeterli olacaktır. Biliyoruz ki, bir dane-i hakikat bin batman yalanı yok eder…
26.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İhlâsla kılınan namaz |
|
Nur’un kahramanlarından Hulusi Yahyagil 1947-1948 yıllarında Kars’ın Sarıkamış ilçesinde Askerî Daire Başkanlığı yapmıştı. 1970-1977’li yıllardan beri şu anda Bursa/Gemlik’te ikamet etmekte olan Sarıkamışlı değerli dostumuz, büyüğümüz; Ahmet, Mustafa ve Mutahhara kardeşlerimizin babası Abdülkadir Altıntaş Hocamızın yeni askerden geldiği, tezkere aldığı günlerdi o günler… Kayınpederi esnaf Kemal İnce’nin dostu Albay Hulusi Yahyagil. Yeni hacdan dönmüş Kemal İnce’yi ziyarete gelmiş. Tâ o günlerden tanıyor Hulusi Yahyagil’i Abdülkadir Hocamız. Zaman zaman da Kemal İnce’nin kayınları ve komşularıyla bir araya gelmekte, birlikte çağın Kur’ân tefsiri Risâlelerden okumaktalarmış.
Abdülkadir Hocamız, o günlere ait hatıraları arasında, Hulusi Yahyagil’in “Hazinenin tılsımı Nurlardadır” diye kaside asıldığını hiç unutamadığını kaydediyor. Onun bizzat kendi el yazısıyla yazdığı bir kısım Risâleler ve yazılar da elinde mevcut.
Onun unutamadığı diğer önemli bir hatırası da şu: Afyon Cephesinde Yunan Harbinin sürdüğü günler. O günlerde Hulusi Yahyagil üsteğmen. Tümen komutanlarıyla birlikte araziyi gezmekteler. Fakat tümgeneralin gözünü hiç Hulusi Yahyagil’den ayırmadığını, sık sık “Hulusi nerede?” diye sorduğunu öğreniyoruz. Askerlikle ilgili bilgilerine oldukça itibar etmekte. En birinci danışmanı âdetâ. Bir ara öğle vakti Hulusi Yahyagil emir subayına haber verip namaz kılmaya gidiyor. Emir subayı, “Hulusi sen gidersen tümen komutanı yine seni sorar!” dediğinde, “Namaza gitti dersin” diyor ve dereye namaz kılmaya iniyor. Bir süre sonra tümen komutanı, emir subayına Hulusi üsteğmeni sorduğunda, çekine çekine namaz kılmaya gittiğini söylüyor emir subayı. Hayret ediyor tümen komutanı ve “Hulusi namaz kılar mı?” diye sormaktan da kendini alamıyor. “Kılar” cevabını alınca da, elindeki asasını yere saplayıp, “Tümenimizde en genç subay namazını kılıyor da bize ne oluyor? Niçin kılmıyoruz?” diye hayıflanıyor kendi kendine.
Üsteğmen Hulusi namazına o kadar düşkün ki, savaş hâli, şu bu demeden vakti vaktine namazını eda etmeye çalışıyor. Kızacağı sanılan tümen komutanının gözünde ise zeki, gayretli genç üsteğmen Hulusi’nin kıymeti bir kat daha artıyor. Namazını kılıp geldikten sonra onu tebrik ediyor. Ertesi gün de bir tamim yayınlayıp her bölüğe bir mescid açılması ve bir imam tayin edilmesi emrini veriyor. Artık namaz vakti girince mescidlerde ezanlar okunuyor, şevkle iştiyakla, eriyle komutanıyla birlikte namazlar kılınıyor.
Albdülkadir Hocamızın da şâhit olduğu bu olayı arkadaşı Hacı Kemal İnce’ye anlatan Hulusi Yahyagil’in, “Hacı Kemal! Buna Yunan mı dayanır?” dediği de önemli notlarından.
Seksen dört yaşında bir delikanlı gibi hizmette oradan oraya koşan muhterem Abdülkadir Hocamız, Gemlik’in emektarlarından Tevfik Ağabeyle birlikte geçen Pazartesi günü bizi karşıladılar. Birlikte zeytin diyarı Gemlik’i gezdik. Umurbey’den, sair sahillerden sakin denizi ve harika manzaraları seyrettik. Akşam da heyecanlı bir toplulukla birlikte altmış beş metrekarelik yekpare salonlarında sohbette beraberdik. Vakıf Harun kardeşimizle gençler hizmeti daha bir heyecan kazanmış. Himmet ehli de ellerinden gelen desteği esirgemiyorlar. Böyle olunca güzel hizmetlere imzalar atılıyor. Bütün ehl-i himmeti tebrik ediyor, “Allah hizmetlerinde muvaffakiyetler versin, bizi ve onları hizmetlerden hizmetlere koştursun” diyoruz.
26.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Lâleler diyarında hanımların himmeti |
|
Hanımların Hollanda’da ağırlığı her sahada hissedilmektedir. Türk asıllı olup orada dünyaya gelen hanımlara da, sonradan ebeveynleri tarafından Türkçe lisan öğretilmiş. Fakat yetişme sistemi tamamen oraya matuf bir şekilde devam etmektedir. Yani yaşantı şekilleri oranın şartlarıyla oluşmaktadır. Bütün bunlara rağmen anavatanları olan Türkiye’den ve Türkiye’nin örf, âdet ve inanç mefkûresinden kopmamışlar.
Hasibeler, Sevgiler, Adaletler, Afifeler, Gülşenler ve emsâli hanımefendiler ile görüşme zeminleri hâsıl oldu. Kendilerindeki iş ve dayanışma azmine hayran kaldım. Bazılarının kendilerinin özel iş yerleri var, bazılarının devlet dairelerinde özel birimlerde çalışmaları var. Bazıları özel eğitim vermekte. Bu hanımların büyük kısmı en az iki lisânı fevkalâde konuşuyor, yoksa ayakta kalamazlar. Bir çok engelleri de aşmışlar. Zeki ve münevverler...
Bu gelişmeleri yıllar önce tesbit eden Hz. Bediüzzaman “Avrupa komiteleri içinde en şiddetlisi ve en tesirlisi ve bir cihette en kuvvetlisi, cins-i lâtif ve zayıf ve nazik olan kadınların Amerika’daki Hukuk ve Hürriyet-i Nisvan Komitesi olduğu”nu1 beyan ediyor ve Hucurât Sûresinin 14. âyetinin bugüne bakan işârî mânâsında, Kur’ân’ın ışığında diyor ki: “Zayıf ve halîm ve yumuşak kadınların cemiyeti kuvvetleşir, sertlik ve şiddet kesb edip bir nev’î reculiyet kazanır.”2 Bazı büyük dağların dibindeki insanlar dağın haşmetini, büyüklüğünü göremezler. Orada her sahada çalışan, hizmet eden hanım kardeşlerimizin çoğunluğu böyle. Bunun yanına medenî cesaretleri de ilâve edilince bir mânevî “reculiyet” kazanmışlardır. Meselâ; Sevgi hanımda, orada doğmanın da verdiği ünsiyet ile çok üst düzeyde diyalog ve beşerî münasebetler gördüm. Tâ üniversite rektörlerine kadar çıkıyor. Rotterdam Belediyesinde bir ünitenin önemli biriminde çalışan Afife Hanım ise, kendisiyle görüştüğümüzde, oradaki kadın hakları, çocuk ve aile haklarını bir bir sıraladı. Çocuklar ve anne baba ilişkileri, kanunların ön gördüğü yasal tedbirler vs... Kendilerini dinlerken benim bir çok seminer ve konferansımda anlattığım “Aile Hayatı ve Hz. Peygamber’in (asm) tesbit ve emirleri” gözümün önüne geldi. Onun (asm) on dört asır önce buyurduklarına bugün bütün insanlık âleminin ne kadar muhtaç olduğunu tekrar müşahede etmekteyiz. Gerek âlem-i İslâm, gerekse onun dışındaki bütün ülkeler...
Emekli öğretmen Hasibe Hanımın: “Hollanda’nın, Türkiye’nin tam aksine olarak, bozulan ailelerdeki çocukları eğitme sistemi farklı. Çocukları Türkiye’deki gibi kimsesizler yurduna veya bakım yurtlarına vermiyor, onları kanun koruması ve gözetiminde gönüllü annelere veriyor ve her ihtiyacını karşılıyor, yeni evinde her şeyini kontrol ediyor. Yani aile şefkatinden ve aile ortamından koparmıyor. Fakat neden çocuklar yine de aileden kopuyor ve neden aile şiddeti? Neden büyüklerine saygısız? Neden küçüklere ulaşılmıyor?” suâlleri ise açıkta kalıyor...
Ticaret dünyasında Adalet ve Gülşen Hanımları iş yerlerinde ziyaret ettiğimizde ise, kendilerinin piyasayı takip ettiklerini, takriben 2-3 lisan konuştuklarını gördük. İş disiplini Anadolu tarzında değil. Tam bir Batı dünyası prensipleri ve titizliği içinde yapıldığını dikkatle izledim. Onların cesareti, aile olarak ayakta kalmaları, ahlâkî yapılarını muhafaza etmeleri ve kız-erkek çocuklarını da aynı tarzda yetiştirmeleri az bir şey değildir. Bu cihetle de tebrike şayanlar. Önlerinde elbette her cihetle engeller var, fakat Allah’ın yardımı ve kendilerinin deruhte ettikleri Kur’ânî ve Nurânî dersler ile onları da aşacakları ümidindeyim.
Dipnotlar: 1- B. Said Nursî, 20. Lem’a 5. Sebebin 3. Haşiyesi; 2- B. Said Nursî, 20. Lem’a 5. Sebeb
26.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Açılımlar şüpheli, faturalar gerçek |
|
Siyaset ve kamuoyu nezdinde "Ekonomik kriz var mıdır, yok mudur?" şeklindeki tartışmalar bir tarafta yapıladursun, vatandaşa kesilen su, elektrik, telefon ve doğalgaz faturaları cüzdan yakmaya devam ediyor.
Yerel seçimlere hazırlanan partilerin çarşaf açılımı, Ermeni gerilimi, Kürt yaklaşımı, Alevî açılımı ile ilgili politik manevraları bir tarafta tartışıladursun, girdiği darboğazdan bir türlü çıkamayan iş ve ticaret erbabı kimselerin cinnet, cinayet ve intihar haberleri hiç hız kesmeden devam edip gidiyor.
Birike birike yaklaşık beş milyon YTL'yi bulan borcunu ödeyemediği için bunalıma giren ve bir atış poligonunda iki gün önce intihar eden "Yener Teknik"in sahibi Levent Yener için, arkadaşları “Levent, kriz şehidi oldu” demişler.
Hükûmeti idare eden Başbakan Erdoğan ise, hâlâ ciddiyetin farkında değilmiş gibi konuşuyor: İlk başlarda "krizin teğet geçeceğini" söylerken, şimdi ise "Bizdeki kriz, tamamen psikolojiktir" diyor.
Sayın Başbakan, krizin elbette ki bir psikolojik boyutu vardır. Bunu inkâr etmiyoruz. Kötümserlik, karamsarlık psikozu, en hafif krizleri de çok yüksek oranda ağırlaştırabilir.
Ne var ki, halihazırdaki durum bundan ibaret değil. Etiketlerdeki fiyatlar ile faturalardaki rakamlar yalan söylemiyor.
Vatandaşın hem geçen seneki, hem de bu seneye ait faturaları önümüzde duruyor. Arada uçurum kadar farklar var. Bu farklar, aynı zamanda feryâtların ve acı çığlıkların bir ifadesidir. Bunları sizin duymamanız, görmemeniz, hakikatte olmadığını göstermiyor.
Maaş artışlarıyla ve resmî enflasyon rakamlarıyla hiçbir uyum ve paralellik arz etmeyen bu dengesizce zamların nice ailenin rahatını kaçırdığını, huzurunu berhava ettiğini sizin fark etmemeniz de, bunların yaşanmadığını göstermiyor.
İddialarımıza delil, ispat mı istersiniz?
O halde, buyrun birlikte bakalım...
İşte, faturalar elimizde, önümüzde duruyor. Emin olun, geçen sene aynı döneme ait 70–80 YTL'lik aylık doğalgaz faturasının şimdiki rakamları 140–150 YTL'yi gösteriyor.
Aynı şekilde, geçen sene 45–50 YTL olan elektrik faturası şimdi 70–80; 35–45 YTL olan telefon faturaları şimdi 60–70; 40–50 YTL olan su faturaları ise şimdilerde 70–80 YTL'lik rakamları gösteriyor.
Buna mümasil olarak, marketlerden temin ettiğimiz yağ ve peynir gibi temel ihtiyaç maddelerinin fiyatında da hemen hemen aynı oranlarda bir artış söz konusu.
Kira ve emlâk fiyatları da hâkeza...
Peki, yüzde sekiz–dokuz değil, yüzde seksen–doksanı bulan bütün bu artış rakamları ekonomik krizin, hatta fâcianın göstergesi değil de nedir?
Sayın Başbakan, açıkça ifade ve ilân ediyoruz ki: Bütün bu yaşananların adı eğer kriz değilse, ondan daha fecî olan bir "mengene"dir.
Ve bu mengene, Allah'ın hemen her günü can yakmaya devam ettiği gibi, vatandaş ekseriyeti için de geçim imkânlarını daralta daralta hayatı çekilmez bir hale getiriyor.
Cidden, hayret ve taaccüp ediyoruz: Fabrikalar, atölyeler bir biri ardına kapanırken, işletmelerin kapısına birer birer kilit vurulurken, pekçok dükkân ve mağazada sabit gider miktarı kadar dahi ciro yapılamaz iken, işçi çıkarmalar başını almış gidiyor iken, işsizler ordusuna hergün yeni birlikler katılıyor iken, siz hâlâ ortalığı güllük–gülistanlık göstermeye uğraşıyorsunuz.
Siz bunu belki bir iyineyet gösterisi olarak yapıyor olabilirsiniz. Ancak, her iyi niyet iyi netice hâsıl edici değildir. Maazallah, itimadın kaybolmasıyla, inandırıcılık da kaybolur ve işler büsbütün zıvanadan çıkabilir.
Son olarak şunu ifade ederek noktalayalım: Faizin en yüksek oranda seyrettiği ve resmî enflasyon ile gerçek enflasyonun birbiriyle uyuşmadığı, hatta birbirini âdeta yalanlar gibi konuştuğu bir ortamda, sosyal, ahlâkî ve psikolojik fâciaların yaşanması mukadderdir. Böyle menfî bir gelişmeyi elbette ki arzu ve temenni etmeyiz, edemeyiz; ancak, gördüklerimizden ve yaşadıklarımızdan yola çıkarak, dostâne ikazları da yapmak durumundayız.
"Değişmez"lik, diktatörlüktür
Dün (25 Aralık 2008), ölümünün 35. yıldönümü vesilesiyle mezarı başında anılan İsmet Paşa, 70 yıl önce bugün "Millî Şef" ve "Değişmez Genel Başkan" seçilmişti. (35 sene boyunca bu ünvanı taşıyan paşa, bundan tam 35 sene önce öldü.)
Evet, M. Kemal'in ölümünden sonra olağanüstü toplanan CHP kurultayı, İsmet Paşayı parti genel başkanlığına getirdi.
İlk kez toplanan bu olağanüstü kurultayda, ayrıca M. Kemal'in "Ebedî Şef", İsmet Paşanın ise "Millî Şef" ve "Değişmez Genel Başkan" olmasına karar verildi.
Bu karar, esasında diktatörlüğün dikâlasını tarif ediyordu. Zira, devir tek parti devridir. İkinci bir partinin hayat hakkı dahi yoktur. Tek parti rejiminin başına "Değişmez Genel Başkan" getirdiğiniz takdirde, elbette ki diktatörlüğün yolunu açmış olursunuz. Bunun başka türlü bir izâhı mümkün değildir.
* * *
1945'ten sonraki çok partili dönemde de, İsmet Paşa, Cumhurbaşkanı olmasına rağmen, yine de CHP'nin genel başkanı sıfatını taşıyordu.
Bu durum, 30 Haziran 1972'deki CHP 21. Olağan Kongresine kadar devam etti. Kongrede, parti tüzüğünün 35 maddesi toptan değiştirildi ve rakip başkan adayı için yol açılmış oldu. Kurultayda, İsmet Paşaya rakip olan Ecevit, oyların ekseriyetini alarak, CHP'de "Millî Şef"in saltanatına son verdi.
Garip bir tecellidir ki, İsmet Paşa "Millî Şef" seçildiği tarihin tam da yıldönümü gününde öldü.
26.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
On sekiz bin âlem |
|
Fâtih Bey: “On sekiz bin âlem sözünden ne anlamalıyız?
Cenâb-ı Hak bu hadsiz-hudutsuz kâinatı hadsiz, hesapsız âlemlerin iç içe bulunduğu bir gül goncası gibi yaratmıştır. Biz farkındayız veya değiliz; milyarlarca âlem birbiri içinde, birbirine yakın veya birbiriyle temas halinde. Meselâ ışık âlemi, harâret âlemi, hava âlemi, enerji âlemi, elektrik âlemi, cezbe âlemi, esîr âlemi, misâl âlemi ve berzâh âlemi birbiri içinde veya birbirine yakın bulunmalarına rağmen aralarında sürtüşme ve yer darlığı yoktur. Hepsi ihtilâlsiz küçük bir yerde bir arada bulunabilmektedirler. Pek geniş gaybî âlemlerin de bu yerkürede bir arada bulunduklarını söylemek mümkündür. Hava âlemi ve su âlemi, insanlık âlemi ile iç içedir. Işığın geçmesine cam engel değildir. Röntgen şuâı, katı cisimlerden rahatlıkla geçebilmektedir. Demirin içine harâret akar; akla bilgi nûru nüfûz eder; melek rûhu engel tanımaz; elektriğin cereyânı akışkan maddelerden akar gider. Bu kesif şehâdet âleminde rûhânîler, cinnîler, melekler, insanlar, hayvanlar ve bitkiler âlemi ayrı ayrı şartlar içinde; ayrı ayrı âlemlerde; ama aynı kürede bir arada yaşayabilmektedirler.1
“On sekiz bin âlem” tâbiri İslâm literatürüne çokluktan kinâye olarak girmiştir. Yoksa sayı ile on sekiz bin adet âlem var demek değildir. Bu tabir genellikle tefsirlerde Fâtihâ Sûresindeki “Rabbi’l-âlemîn” âyetinin tefsîrinde geçmekte; tefsirler, bu âyetteki “âlemîn”, yani “âlemler” lâfzını on sekiz bin sayısı ile tefsir ederek, Cenâb-ı Hakk’ın böyle hadsiz âlemlerin Rabbi olduğunu ifâde etmeye çalışmaktadırlar.
Rakam üzerinde net ve sahîh bir nass olmadığından, rakama takılıp kalmamakta fayda vardır. Günümüzde artık rakamlar için sonsuzluk kavramını keşfeden Matematik İlmi, bizi, bu âyetin tefsîrinde de hiç olmazsa “sonsuz âlemlerin” var olduğu netîcesine götürmelidir. Nitekim Üstad Hazretleri (ra) bu âyetin tefsirinde; “Semâvatta binler âlem var; yıldızların bir kısmı, her biri birer âlem olabilir. Yerde de her bir cins mahlûkât, birer âlemdir; hattâ her bir insan dahî küçük bir âlemdir. ‘Rabbü’l-Âlemîn’ tabiri ise, ‘Doğrudan doğruya her âlem, Cenâb-ı Hakkın Rubûbiyetiyle idâre ve terbiye ve tedbîr edilir’ demektir”2 diye beyan etmektedir. Bu beyanı biraz açacak olursak; göklerdeki sadece günümüze kadar müşâhede edilebilen sekiz yüz milyon galakside bulunan katrilyonlarca dev yıldızın her birisini; yerdeki kuşlar, kurtlar, böcekler, sinekler, balıklar, bitkiler, ağaçlar dahil milyonlarca cins mahlûkâtın her birisini; ve nihâyet milyarlarca insanın her birisini birer âlem olarak kabul edecek olursak; yalnız şu cümlede bile “on sekiz bin” sayısından kat kat fazla sayısız âlemin varlığı üzerinde tefekkürümüzü yoğunlaştırmış oluruz. Burada önemli olan, böyle sayısız âlemlerin her birisinin idâresinin, terbiyesinin ve tedbîrinin Cenâb-ı Hak tarafından tanzim edildiğini bilmemiz ve itikat etmemiz; yani tevhid inancını rencide edecek düşüncelere müdrikemizde ve zihnimizde yer vermememizdir.
***
İstanbul’dan okuyucumuz: “Tekstilde kâr haddi ne kadardır? Bir mal gerçek değerinden yüzde elli fazlasına satılır mı? Alış veriş âdâbı hakkında bilgi verir misiniz?”
Fâhiş fiyat uygulayarak insanları aldatmak haramdır. Peygamber Efendimiz (asm); “Müslüman Müslüman’ı aldatmaz. Aldatan bizden değildir” 3 buyurmuştur. Fakat Müslüman’ın aldanmaması da esastır.
Dînimizde muayyen bir kâr haddi tayin edilmemiştir. Yani piyasanın serbest oluşması; arz ve talep dengesine göre fiyatlandırmanın yapılması; fâhiş olmamak, aldatmamak ve zarara da girmemek şartıyla maldan uygun bir bedel istenmesi; malın görülerek fiyatı üzerinde pazarlık yapılması İslâmiyet’in alış verişlerde aradığı temel kriterlerdir.
Satıcı çürük mal satmamalı, aldatmamalı ve yüksek fiyat söylememelidir.
Müşteri de malı görmeli, fiyatına göre kalitesinin uygunluğundan emin olmalı ve bedelinden râzı olmalıdır. Pazarlık yapılarak malın fiyatıyla ilgili uygun bir rakamda anlaşmaya varılabilir. Bedelini mâkul bulmayan ve pazarlık sonucu fiyatı mâkul bir seviyeye çekemeyen müşterinin malı almama hakkı vardır. Mal teslim alındıktan sonra satıcı tarafından kasıtlı bir aldatma ve sahtekârlık yapıldığı anlaşılmış olursa, alış veriş akti müşteri tarafından feshedilebilir.
Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nûriye, S.118
2- Mektûbât, S. 316
3- Dârimî, Büyû’, 10
26.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Tazminat ve toprak |
|
Siyonist odakların perde gerisi yönlendirmeleri ile diyasporanın Taşnak kanadınca uluslararası bir strateji çerçevesinde ortaya atılan Ermeni soykırımı iddiasına bağlı olarak, Türkiye’den tazminat ve toprak taleplerinin gündeme getirileceği kaygısını seslendirenler var.
Bu tür hesaplar yapanlar olabilir. Ama tutmaz.
Tazminattan başlarsak... Bilindiği gibi, Nazi Almanya’sına izafe edilen “Yahudi soykırımı” iddiaları, sonraki süreçte Almanya’yı ödeye ödeye bitiremediği tazminat borçlarına muhatap kıldı.
Bu astronomik ödemeler hâlâ bitmiş değil.
Anlaşılan, bu model, “Ermeni soykırımı” iddiaları üzerinden Türkiye’ye de işletilmek isteniyor.
Ancak bu hiç de kolay değil. Tehcir esnasındaki can kayıplarının soykırım olarak tescil ettirilmesi, günümüz şartlarında mümkün görünmüyor. Türkiye düşmanlığı ekseninde siyasallaşmış bir yargı mekanizması oluşturulabilmesi çok zor.
Bu yönde yıllardır yoğun ve sistematik bir kampanya yürütenler olabilir ve var; ama buna karşı Türkiye’nin de eli armut toplamıyor ve toplamamalı. Birinci Dünya Savaşında Taşnak çetelerince katledilen masum Müslümanlar için de Türkiye tazminat talebinde bulunursa ne Ermenistan, ne diyaspora bunun altından kalkabilir...
Kaldı ki, ortak kalkınma projeleri ve ticaret, iki taraf için de tazminattan daha kârlı olmaz mı?
Gelelim toprak meselesine: Bu da öteden beri Sevr’i hortlatma projelerinin peşinde koşanlarca, “Büyük Ermenistan“ ve “Bağımsız Kürdistan” gibi uçuk formüller şeklinde gündemde tutuluyor.
Zamanında Osmanlıyı parçalayıp taksim etmek için uydurulan bu formülleri şimdi de Türkiye’ye karşı işletmek isteyen mihraklar mevcut.
Bu noktada Said Nursî’nin de imza attığı tarihî bir belge, hem sonradan onun hakkında ortaya atılan “bölücülük ve Kürtçülük” iftirasını çürütüyor, hem de bugünkü tartışmalara ışık tutuyor.
1920 yılı başlarında Paris’te bir araya gelerek “Artık Osmanlı bitti, bağımsız Kürdistan ve Ermenistan hedeflerimizi gerçekleştirmek için işbirliği yapalım” diye anlaşan Şerif Paşa ile Boğos Nubar Paşa arasındaki mutabakatı protesto babında, 7 Mart 1920 tarihli İkdam gazetesinde yayınlanan üç imzalı bir yazıda şöyle deniyordu:
“Dört buçuk asırdan beri vahdet-i İslâmiyenin (İslâm birliğinin) fedakâr ve cesur hâdim (hizmetkâr) ve taraftarları olarak yaşamış ve dinî an’anesine sadakati gaye-i hayat bilmiş olan Kürtler; henüz beş yüz bine karib (yakın) şühedasının (şehitlerinin) kanı kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerinin, gözleri oyulan ihtiyarlarının hatıralarını teessürlerle anarken; İslâmiyetin zararına olarak, tarihî ve hayatî düşmanlarıyla i’tilâf akdetmek (anlaşma imzalamak) suretiyle; salâbet-i diniyeleri hilâfında (dine olan sarsılmaz bağlılıklarına aykırı olarak) iftirak-cûyane âmâl (ayrılıkçı emeller) takip edemezler. Binaenaleyh, Kürt vicdan-ı millîsinin bu tarz tahassüsüne muğayir (ters) hareket eden zevatı da tanımazlar.”
Şerif Paşanın attığı imzanın “yegâne hedefleri dinî ve millî birliği muhafaza olan” Kürtleri bağlamayacağını ilân eden bu deklarasyonda Said Nursî’nin yanı sıra, Kürtlerin ileri gelenlerinden Dâvâ Vekili Ahmet Arif’le, Hizanlı İhtiyat Binbaşısı Muhammed Sıddık’ın imzası bulunuyordu.
Özeti: Millet bölünmezse, vatan da bölünmez.
Ermeni sorununda çözüm, Taşnak vahşet ve fitnesine kesin tavır koyarken, Ermenilere izzet-i milliyeyi muhafaza ederek barış elinin uzatılması gereğini vurgulayan bu dengeli çizgiden geçiyor.
Ve bu çizgi, tazminatta olduğu gibi toprak bahsinde de anlamsız ve gereksiz taleplerle sürtüşmeye mahal vermezken, diyaspora Ermenilerinin, atalarının yaşadığı topraklara dönüp, eskiden olduğu gibi bu vatan ahalisiyle yine ahenk içinde yaşamasına da, Türk müteşebbis ve işçilerinin Ermenistan’a gidip orada iş yapmasına da hiçbir mani bulunmadığı gerçeğine kapı açıyor.
Türkiye’nin de, Ermenistan’ın da ihtiyacı toprak değil, iyi dost ve komşular olmak değil mi?
26.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Burası Gazze… |
|
“Dünyanın tam kalbinde/Tam da en hissiz yerinde/ İnsanlığın sustuğu yerde/Gazze…
Ölümler rakam, bomba sesi müzik/ İşgâl sıradan hâdise, esaret daim/ İnsanlık suskun, zulüm her yerde/ Nasıl yaşar insan, böyle bir yerde…
Burası Gazze/ Herkes hapiste/Burası Gazze/ Her gün işkence…”
Geçtiğimiz hafta sonu MAZLUMDER’in düzenliği “insan hakları günü”nde Grup Endişe, söylediği parçada böyle sesleniyordu. Hem de BM tarafından İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kabulünün 60. yıl dönümünde…
İsrail Başbakanı Ehud Olmet’in Türkiye’ye ziyareti bu şarkı sözlerini hatırlattı.
Yaklaşık 18 aydır kuşatma altında olan Gazze’de ölüm kol geziyor. Gazze’de elektrik yok, su yok, gıda yok, ilâç yok, ısınmak için yakıt, giyinmek için elbise yok. Çocuklar açlıktan, hastanelerde hastalar ilâçsızlıktan ölüyor. Bütün bunlara bir de İsrail’in yapılan yardımları engellemesi 1.5 milyonluk Gazze’yi yaşanmaz hale getiriyor.
Birleşmiş Milletler 1.5 milyon Filistinlinin yarısından fazlasının açlıkla karşıya olduğunu, insanların yiyeceklerini çöplüklerden toplandığını açıkladı.
Denizden ve karadan ulaşılamayan, insanî yardımların dahi ulaştırılmadığı, Gazze’ye girenin bir daha çıkamadığı, çıkanın bir daha giremediği, dünyanın en büyük açık hava hapishanesinde 1.5 milyon insan ölüme terk edilmiş durumda.
Son raporlara göre Gazze’deki çocukların yüzde 46’sının ciddî kansızlık problemi yaşadığı, İsrail’in geceyarısı saldırılarında kullandığı ses bombaları yüzünden ciddî bir sağırlık sorunu meydana getirdiği söyleniyor. Çok az ilâcın bulunduğu Gazze hastanelerinde kanser gibi bazı hastalıkların tedavisi için ilâç bulmanın ise imkânsız olduğu söyleniyor. İsrail vizelerini iptal ettiği için özel tedaviye ihtiyacı olan kanser ya da böbrek hastası birçok Filistinlinin vefat ettiği bildiriliyor. Yani, Gazze’de insanlık öldürülüyor.
* * *
Açlık, saldırı ve ambargonun devam etmesi üzerine altı aydır devam eden ateşkesin sona ermesinin ardından İsrail'in Gazze’ye saldırısının zemini hatırlanmaya çalışılıyor.
İşte tam da bu günlerde İsrail Başbakanı Ehud Olmert “çalışma ziyareti” kapsamında Türkiye’ye geldi. 2007 Şubat ayı ortalarında da Türkiye’ye “resmî dâvetli” olarak gelen Olmert, bu seferki ziyareti “veda ziyareti”ydi. Hakkındaki yolsuzluk iddiaları sebebiyle görevinden istifa eden ve Şubat ayında görevini bırakacak olan İsrail Başbakanı Ehud Olmert, ABD Başkanı Bush, İngiltere Başbakanı Brown ve Fransa Devlet Başkanı Sarkozy’e veda ziyaretlerinin ardından Ankara’ya gelerek Başbakan Erdoğan ve Abdullah Gül’le görüştü.
Önce Cumhurbaşkanı Gül tarafından Çankaya Köşkü’nde kabul edilen Olmert’in ziyaretinde sadece gazetecilere görüntü verilirken, görüşme basına kapalı yapıldı. Herhangi bir açıklama da yapılmadı.
Beş saatten fazla Erdoğan’la görüştükten sonra Başbakanlıktan yapılan kısa açıklamada, Olmert ile “verimli ve kapsamlı” bir görüşme yapıldığının altı çizildi. İkili ilişkilerin yanında Gazze’deki durum, ateşkes ve Filistin-İsrail barış sürecinin ele alındığı söylendi. “Sayın Olmert, Sayın başbakanımıza Ortadoğu barış sürecine katkılarından dolayı teşekkür etmiştir. Sayın başbakanımız da barış görüşmelerindeki yapıcı yaklaşımı ve gösterdiği siyasî irade için sayın Olmert’e teşekkürlerini ifade etmiştir” denildi.
Olmert’in Erdoğan’la görüşeceği sıralarda Gazze’deki Hamas yönetiminin lideri İsmail Haniye, Erdoğan’ı telefonla arayarak insanî yardım konusunu gündeme getirdiği Gazze’deki son durumu aktardığı ve ablukanın kaldırılması konusunda yardım istediği duyuruldu.
Resmî açıklamalara yansımasa da İsrail’in Gazze saldırısına zemin hazırlığında olduğunu dünya âlem biliyor. Bu ziyaretten sonra Türkiye’nin bu saldırıyı engelleyip engelleyemeyeceği, başka pazarlıkların yapılıp yapılmadığını önümüzdeki günlerde göreceğiz.
İsrail’de Şubat ayında yapılacak seçimlerde başbakan olmak için yarışan Dışişleri Bakanı Tzipi Livni ve Savunma Bakanı Ehud Barak İsrail’in Gazze’de katliâm için bir an önce harekete geçilmesini istiyorlar. İkisi de başbakan olabilmenin yolunun daha çok saldırıdan, daha çok Filistinli öldürmekten geçtiğini hesaplayarak daha çok Filistinli öldürme, daha çok açlık, daha çok sefalet için yarışa giriyorlar!
Gazze’de 18 aydır hukuk, adalet, insan hakları ihlâl ediliyor. Hiç olmazsa insanlığın öldürülmesine göz yumulmasın. Dünya artık uyanıp oradaki insanlık suçu karşısında gözlerini kapatmasın. Yoksa insanlık büyük bir imtihanı kaybetmek üzere…
26.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
AKP’nin açılımları (2) |
|
AKP’nin “açılımları”ndan biri de “yeni anayasa” idi. Ancak hükümetin her demokratik talebi havale ettiği bu açılım da kısa zamanda kapandı.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde “yeni Cumhurbaşkanı”yla birlikte temel hak ve özgürlüklerin hayata geçirilmesin vaadiyle seçim sonrası âlây-ı vâlâ ile ortaya atılan “yeni sivil anayasa” açılımı, önce Başbakan’ın ertelemesi, ardından da Başbakan Yardımcısının sivil toplum kuruluşlarına havalesiyle resmen rafa kaldırıldı.
YÖK’ün düzeltilmesinden inanç ve ifade hürriyetine kadar birçok düzenlemenin ihale edildiği “yeni anayasa” bir tarafa bırakıldı; “pansuman tedbirler”le problemler ya geçiştirildi, ya da ötelenerek üstü örtüldü.
Gelinen noktada anayasanın ilgili 130. ve 131. maddelerinin değiştirilmesiyle YÖK’ün kaldırılması ya da bütün demokratik ülkelerde olduğu gibi en azından yüksek öğrenimi koordine eden konuma çekilmesine gidilmedi, konu âdeta gündemden kaldırıldı. Oysa siyasî iktidar, yasadışı başörtüsü yasağını kaldırmak için anayasa değişikliğine gideceğine, YÖK Yasasının düzeltilmesiyle demokratik eğitimin önünü açabilir; üniversiteler eğitim özgürlüğünün inanç özgürlüyle takas edilmesi garâbetine düşmeyebilirdi.
Keza demokratikleşme açılımları da bir sonuç vermedi. AB ile müzâkere sürecinde son üç yıldır 32 başlıktan ancak sekizi açılabildi; “tarımda uyum” gibi önemli başlıklar duruyor…
“YENİ ANAYASA” AÇILIMI
BİR BAŞKA BAHARA BIRAKILDI…
Bunun gibi AB siyasî kriterlerinin başında şart koşulan siyasî partiler ve seçim yasası da çıkarılmadı. Hâkim nezâretinde önseçimi esas alan, siyasî parti genel merkezlerinin ve genel başkanlarının sultasına son veren, “tercih sistemi”yle seçmenin vekilini doğrudan seçmesine fırsat tanıyan düzenlemeler hep ertelendi. Siyasetin demokratikleşmesi yine bir başka bahara bırakıldı…
Bu arada baştan beri hükümet çevrelerinde yargısız infazın olmayacağından dem vurulurken, gerek Katılım Ortaklığı Belgesinde, gerekse AB müktesebatının üstlenmesine ilişkin Türkiye Ulusal Programında Yüksek Askerî Şûra kararlarının yargı denetimine tabi tutulması taahhüdü yerine getirilmedi. Siyasî iktidar bu hususta düzeltmeler yapmak yerine, Başbakan ve Millî Savunma Bakanı, subay ve astsubayların ordudan ihraçlarına imza atıp altına “şerh” koymakla yetindi. Tıpkı bazı başörtüsü yasağı mağdurlarına Başbakan’ın “tesellî telefonları” açmasıyla yetinmesi gibi…
Halbuki YAŞ, bir Meclis komisyonu değil ve Başbakan da komisyon başkanı değil. Şûra Başkanı olarak sorgusuz-sualsiz yargısız infazları kabul etmek zorunda değil; zira kararları imzalamaması halinde zaten yürürlüğe girmezdi; daha önce Demirel’in Başbakan olarak bu tür emr-i vakileri “inceleme”ye alıp dosyaları müzâkere dışı bıraktırdığı gibi …
Diğer yandan seçilen başörtülü belediye meclis üyelerinin bizzat iktidar partisine mensup belediye başkanlarınca “yasal yasak var” diye toplantılara alınmaması “açılımı”, en son gazetelerde Başbakan Erdoğan’ın fotoğrafının dokunduğu halının açık arttırmayla satıldığı içkili-rakılı parti toplantılara kadar vardırıldı.
Ancak “açılımlar” partiyle kalmadı. Magazin perdesinde müstehcenlik propagandası bütün hızıyla ekranlarda resmî geçit yaptı. Ahlâk ve mânevî kültürden gelen geleneklere tamamen aykırı “kadın programları” canlı canlı yayınlandı. Âileyi, gençliği, çocukları zehirleyen, uyuşturucu, içki ve kötü madde bağımlılığını daha da arttıran film ve dizilerin yayını sürdü, sürüyor.
Bu yıl ne kadar harcanacağı henüz açıklanmadı. ama geçen yıl yeni TRT yönetimi, özel kanallara özenip bir tek Yılbaşı eğlencesi için halkın cebinden ödenen bütçesinden birkaç şarkı için şarkıcılara 250 binden 750’e varan paralar dolara kadar paralar dağıttı; milyonları harcadı. Eurovision Şarkı Yarışmasına peşinen yüzbinler ödendi, ödeniyor.
“DEMOKRATİK AÇILIMLAR” BİR BİR KAPANDI…
Kumar ve şans oyunlarının yanısıra sanal kumar daha da toplumu sardı. Kapkaç terörü, hırsızlık, sokak çeteleri had safhaya ulaştı. Şiddetle beraber garip cinâyetler, tâcizler, tehlikeli bir biçimde tırmandı. Bu süreçte yasa çıkararak Millî Piyango gelirlerini arttıran siyasî iktidar, “spor toto” ve “loto”yu âdeta teşvik etti. Devlet kurumları eliyle talih oyunlarına ve sanal ve casino kumarına karşı ciddî tedbirler almadı.
Geçen yıl sadece İstanbul’da son beş yılda gerçekleştirilen narkotik operasyonlarında 34 ton 327 kilogram uyuşturucu ve 22 ton 498 kilogram uyuşturucu elde etmek için kullanılan ara maddenin yakalandığı, bu yıl 11 ton uyuşturucunun, bir milyon 443 bin ecstasy hapının ele geçirildiği Emniyetçe açıklandı. Ülke çapında ise ele bunun en az iki katı eroin, baz morfin ve afyon sakızı ve ecstasy ele geçirildi. Bu rakam ülkede operasyonla gele geçirilen captagonun yüzde 20’sini ve esrarın ancak yüzde 15’ini teşkil etti. Sonuçta Türkiye tarihinde görülmedik şekilde 100 bini aşkın hükümlü ve tutuklu cezaevlerini doldurdu. Daha önce “”Başörtüsü Türkiye’nin yüzde birbuçuğunun meselesidir” diyen Adalet Bakanı, bunun sebebini sorgulayacağına, kendi dönemlerinde polisin çok çalıştığına yorumlayarak, bir garip açılım daha sergiledi…
Ve akamete uğrayan “açılımlar”a, AKP döneminde her Aralık ayında Başbakan ve Meclis başkanları, Noel’le birlikte Yahudilerin Hanuka Bayramını “en içten duygularla” kutlamaları “açılımı” ilâve edildi.
Buna bir de her yıl “Kubilay’ın anılması” eklendi. “Başbakan Erdoğan ve Meclis eski Başkanı Arınç, “Kubilay, gericilik ve karanlık düşüncelerle savaşımın simgesi olarak gönüllerdeki yerini aldı” diyen dönemin Cumhurbaşkanı Sezer’le âdeta yarıştılar.
Arınç Kubilay”ın “Atatürk ilke ve devrimleri uğruna canını feda ettiğini ve Cumhuriyete karşı çıkan güçlerin hunharca saldırısına karşı kahramanca mücadele verirken şehit düştüğü” söyledi. Erdoğan ise, “Cumhuriyetimizin temel değerlerini korumak uğruna şehit düşen Teğmen Kubilay’ı şahadetini saygı ve şükranla anıyorum” mesajını yayınladı…
Açılımlar bunlarla kaldı, peşpeşe açılan demokratik açılımlar bir bir kapandı…
26.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
İnsan maddî çekirdeğini, tohumlarını, fihriste açılımlarını alabildiğine ve en mükemmel bir şekilde açar, açılımlarını yapar, bu yolda enerjisini ve gücünü sarf ederse ne olur? Ne olacak! Koskoca bir hiç olur…
Hiç san'atsız, şematik en küçüğe bakıyoruz: Yaratılmışlar içinde varlık âleminde mini minnacık maddeye bakıyoruz. Atom ve harika bir dizayn ve hareketle Rabbini zikreden elektronlara… En ufak, en küçük bir sineğin sadece kanatlarına bakıyoruz. Elektro mikroskopla bakıyoruz: Kanalizasyon, enerji, güneş enerjisi, coğrafya, dolaşım sistemleri, hareket sistemleri… Ve bu büyüklüğü bu şekliyle eşinin benzerinin, aynısının yapılması, meydana çıkarılması mümkün değil… İlla ki Rabbinin kudret kalemi çalışa…
Gelelim kendine takılan harika cihazatları kullanan har vurup harman savuran insana… Kendi nefsine ve şuuruna bakan ne san'atlı, ne de san'atsız hiçbir maddî varlığa çekirdeğe sahip değil… İlla ki Rabbinin ihsan ve ikramı yardıma koşa…
Eğer ki kâinatın gülen yıldızları, gülün tebessüm eden yaprakları, elmanın çağıran kırmızı yanağına takılan dâvet; şuursuz kıymet ve değerleri anlatamamaları, dile getirebilmeleri noktasından insan denen varlığın Rabbinin adına bunları bütün varlık âleminin diliyle birlikte dile getirse… Kâinatın varlıkları adedince tesbihan, zakirhan ve şakirhan olur kendisini de en aşikâr, en belirgin ve en anlaşılır biçimde hem de en kıymetli bir varlık olarak anlatabilir ve kabul ettirir… İllâ ki Rabbinin Rububiyet-i mutlakasına yapışsın ve onunla kendisini takdim etsin.
İlâhî kudrete ve manevî güce göre kıymet, değer, varlık ancak böyle olabilir. Yoksa, herkes seni bilir sen kimseyi bilmezsin hesabı ile ancak birkaç taklidi hareket ve düşüncenin ötesine geçilemez… “Bir insan bir papağanı geçememiştir.” bile söylenebilir…
Kaderden ince programlar, açılmak, okunmak ve tatbik edilmek ister. Rab anahtarıyla Rububiyeti ilâhiyenin şifrelerini hayatın içinde yaşamak lâzım. Bu marifeti ve muhabbeti en azından arzulamak, istemek, hayal etmek gerekir…
Önemli olan çekirdeğin maddî açılımları değilmiş dememiz için; marifetullah, muhabbetullah ve lezzet-i mukaddese yolunda cihazlarımızın, organlarımızın varlık âleminde açılımlarını bir nebze de olsa kendimizin görmesi, buna inanması ve yaşaması lâzım.
Ya bir hiç, ya da bir varlık olmak. İnsanın eline verilmiş, artık kendisi bilir. İğnenin, ucunu görüp anlamayan, dikişi ve hele elbiseyi hiç düşünmesin.
26.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ahmet ÖZDEMİR |
Şeair-i İslâmiye toplumsal şuurdur |
|
İslâm’da şeair (alâmet, sembol) dediğimiz ibadet ve görevlerimiz vardır. Bunları yerine getirirken başkalarının görmesi veya duyması bazen kişileri riya (gösteriş) duygusuna götürür. Gerçekten öyle midir?
Şeairi İslâmiyede riya olur mu?
Kur’ânı Kerim’de bir âyeti kerimede sadaka ile ilgili şöyle buyrulmaktadır: “Sadakalarınızı açıktan verirseniz ne güzeldir o. Eğer onu gizler de fakirlere öylece verirseniz, işte bu sizin için daha da hayırlıdır. Böyle yapmanız günahlarınızın bir kısmına kefaret olur. Allah yaptığınız her şeyden hakkıyla haberdardır.”1
Bu âyette ibadetlerin özellikle farz olanlarında veya farz olsun olmasın İslâmiyetin sembolü haline gelmiş olan ve şeâir olarak anılan ibadetlerde, gizlenmeksizin açıktan yapılması teşvik edilmiştir. Çünkü bunlar bir Müslüman’ın zaten yapmakla yükümlü olduğu ibadetlerdir. Eğer bu ibadetler gizlenecek olursa, o zaman bir cemiyette İslâm’ın ne ölçüde yaşandığını anlamak imkânsız hale gelir. Mâlî ibadetlerden zekât da farz oluşu sebebiyle, açıktan yapılması (verilmesi) teşvik edilen ibadetlerdendir.
İbadetlerde önemli olan ihlâstır. Yani yapılan ibadetlerde sadece Allah’ın rızası esastır. Günümüzde İslâmî görevlerin ihmâle uğradığı bir gerçektir. Böyle bir zamanda bu görevleri açıktan yapmak da bazen bir ihlâs belirtisi hâline gelmektedir. Çünkü bunda da İslâm’ın bir alâmetini, şeâirini ilân etmek ve toplumda başkalarına örnek teşkil etmek gibi, insanı Allah’ın rızasına eriştirebilecek vesileler bulunmaktadır.
Bediüzzaman, şeâire riyâ girmediğine ve ilân edilmesinin gerekliliğine dikkat çeker. Şeâirin nafile nev’înden de olsa, şahsî farzlardan daha önemli olduğunu belirtir.2
Bediüzzaman’ın gece hayatının kendine has ibadetlerle geçtiğini yakın talebeleri ve komşuları da anlatmaktadırlar. Said Nursî, evrad ve ezkâr adını verdiğimiz ibadeti daha çok sesli yapmaktadır. Hatta Barla’da evinin önündeki çınar ağacında yaptığı zikirleri komşuları bile rahatlıkla dinleyebilmektedirler. Hapishanelerde de aynı minval devam etmiştir. Bu durumu bir mektubunda şöyle dile getirmektedir:
“Bu gece evrad ile meşgul olurken nöbetçiler ve başkalar işitiyorlardı. Kalbime geldi ki: ‘Acaba bu izhar, sevabını noksan etmiyor mu?’ diye telâş ettim. Hüccetü’l İslâm İmamı Gazâli’nin meşhur bir sözü hatıra geldi. O demiş: ‘Bazan izhar, çok defa ihfâdan daha ziyade efdal olur.’ Yani aşikâre yapmakta başkalar, ya istifade veya taklit etmek veya gafletten uyanmak veya dalâlette ve sefahette muannid ise, karşısında şeâiri İslâmiye nev’înde izhar etmek, izzeti diniyeyi göstermek gibi çok cihetle, hususan bu zamanda ve ihlâs dersini tam alanlarda değil riya, belki gizliden tasannu karışmamak şartıyla çok ziyade sevaplı olabilir diye bir teselli buldum.”3
Bediüzzaman bir başka mektubunda nelere riyanın giremeyeceğini şöylece sıralamaktadır:
“Farz ve vaciplerde ve şeâiri İslâmiyede ve sünneti seniyenin ittibâında ve haramların terkinde riya giremez; izharı, riya olamaz—meğer gayet za’fı imanla beraber, fıtraten riyakâr ola.” Burada yine Hüccetü’l İslam İmamı Gazâlî (ra) gibi zatların beyanlarını hatırlatır. Diğer nafilelerin gizlenmesi çok sevaplı olduğu halde, şeâire temas eden, özellikle böyle “bid’alar zamanında ittibâı sünnetin şerâfetini gösteren ve böyle büyük kebâir (büyük günahlar) içinde, haramların terkinde takvâyı izhar etmek, değil riya, belki ihfâsından (gizlenmesinden) pek çok derece daha sevaplı ve halistir”4 der.
Yukarıdaki sözlerden anladığımıza göre bazı ibadetlerin açıktan yapılması gizlenmesinden daha faziletlidir, sevaplıdır.
Açıktan yapılmasının faydaları: Başkaları bu ibadetlerden istifade edebilir, onları taklit edebilir, gaflette olanları uyandırır, kişilerin cesaretini arttırır. Dalâlet ve sefahatte inat edenlere karşı da dinin şerefi korunmuş olur. Bilindiği gibi cemiyette insanların birbirlerinden etkilenmeleri daha kolay olur. Aynı dine, aynı inanışa sahip olanlar birbirlerinden kuvvet alırlar. Böylece Şeâiri İslâmiye, insanlara toplumsal şuur kazandırır.
Dipnotlar:
1. Bakara Sûresi, 271
2. Lem’alar, s. 58
3. Şuâlar, s.270
4. Kastamonu Lâhikası, s. 141
26.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
Gerçek dostluk ve birliktelik |
|
En zor bulunan, en yanı başımızda, en acıtan, en sevdiğimiz ve hep özlenen, hep aranılan: Dost ve dostluk!
Anlayışın en genişini, düşünmenin en mantıklısını, hissetmenin en içtenini, paylaşmanın en haz verenini, haysiyet ve onurun en samimî ve hasbîliğini içinde barındıran, dostluktur.
Dostluk, bir iç barışın, kaynaşmanın, huzurun, fedakârlığın tatbikidir.
Bu acîp, dostsuz zamanda, samimî dostlarla sadece “lillah için” muhabbet etmek ne kadar büyük saadettir.
Dostların, dindaşların menfaat-i imaniyeleri ve hayatlarını kurtarmak için hamiyetle kendini fedâ edebilmek... Onları hiçbir zaman mahcup etmemek... Onların istirahati, hatırı, rahatı için her mûsîbete karşı sabır ile tahammül edebilmek... En ziyâde merbûtiyet ve bağlılığı onlarla sağlayabilmek...
Dostluğu taassup ve resmiyete döndürmemek... Onu hediye ve maddî menfaate bağlı tutmamak. Devamlı dostlarla birlikte olabilmek...
Dostlukları ebedîleştirebilmek... Hak yolunda kıymettar olan varlıkları gerçek dostlar için fedâ edebilmek... Kazanmayı da kaybetmeyi de, visâli de kavuşmayı da bu yolda kullanabilmek...
Kıymettar, mühim dostlara karşı hürmet ve saygıda kusur etmemek... Kur’ân dostluğunu geliştirmek... Maddî ve manevî esbâbın tehacümâtına karşı bir nokta-i istinad ve medar-ı tesellî olan dostluk, kardeşâne cemaat ve samîmâne uhrevî cemiyet ve uhuvvet mânâlarını devam ettirmek...
Heyecanlı hadiseler içinde dünyanın her türlü halinde, diyar-ı gurbette ve yalnız, mensup olduğu milleti kardeş, dost, mübarek olarak bilmek ve görebilmek... Oturulan mekânın sâkinleriyle dostlar edinebilmek...
İşte bütün bunları ve daha nice güzel hasletleri birlikte yaşayıp paylaşmanın adıdır bir yerde “dostluk!”
Geçen hafta sonu beş gün İzmir ve ilçelerinde “dost meclislerindeydim.”
Perşembe günü Aliağa ilçemizde dâvâmızın kudsîliği ve önemi üzerinde durduk.
Cuma akşamı Torbalı ilçesinde “Üstadın yirmi dört saati”, “Risâle-i Nur’un önemi” ve “Hafız Ali Ağabeyin mânevî yönü, hizmet anlayışı, Üstada bağlılığı ve saygısı”nı birlikte tezekkür ettik.
Aynı gün gazetemiz yönetim kurulu üyesi ve yazarı muhterem Sami Cebeci, üniversite gençliğine İzmir’deki hizmet merkezimizde sohbette bulundu. Diğer yönetim kurulu üyemiz ve yazarımız kıymetli ağabeyimiz Ali Vapurlu ise Çiğili beldesinde dostlarla birlikte oldu. Yine aynı gün yönetim kurulu üyemiz, yazarımız ve Avrupa temsilcimiz Şükrü Bulut komşu il Manisa’daki temsilci ve dostlarımızla birlikte geç saatlere kadar çeşitli konularda sohbet edip ders yaptı. Her birimiz ayrı bir beldede hakikî ve gerçek dostların arasındaydık. Rabbimize binlerce şükürler olsun.
Cumartesi ise yönetim kurulu olarak—daha önce alınan karar gereği—bu defa Anadolu’daki toplantıların dördüncüsünü yerine getirmek üzere tam kadro on iki saate varan uzun ve ciddî bir toplantı yaptık. Bu toplantıda mutat olarak gündemdeki konuların yanında okuyucu ve temsilcilerden gelen dilek ve temenniler de gündeme getirildi. Gazetemizin ve diğer yayın organlarımızın, birimlerimizin ve camiâmızın mevcut durumu ve geleceği açısından çok önemli ve ciddî kararlar aldık. Akşam da—kısa bir müddet içinde de olsa—İzmir’deki umumî derse iştirak edip dostlarla hasret giderdik. Pazar günü ise, Aydın’dan Balıkesir’e kadar olan bölgedeki il ve ilçelerden gelen dâvâ arkadaşlarımız ve temsilcilerimizin gazetemizin baskı kalitesi, dağıtımı, siyâsî çizgisi ve yazar kadrosuna kadar her konu hakkındaki görüş, tenkit, tavsiye ve teşvik edici fikirlerini dinleyip not aldık.
Bu sıcak ve mânâlı toplantının sonunda da gazetemiz yönetim kurulu başkanı muhterem Mehmet Kutlular Ağabey, temsilcilerimizin, hizmet ve kamuoyunun gündeminde olan birçok konuda görüşlerini açıkladı. Sorulara muknî, açık ve net cevaplar verdi.
Kısacası benim için beş gün, diğer yönetim kurulu üyelerimiz için iki gün çok neşeli, faydalı ve semeradar geçti. Anadolu’da bu kudsî dâvânın temsilcisi ve fedakâr hâdimleriyle sıcak mekânlarda buluşmuş olduk. Karşılıklı hasret giderme, sohbet, muhabbet ve fikir teâtileri çok hoş oldu. Okuyucu gözüyle piyasaya sürdüğümüz ürünleri, eksiklerimizi ve de inâyete mazhar olan artılarımızı hep birlikte gördük.
Bundan sonra da, bu tür “Anadolu’da okuyucuyla buluşma” toplantıları devam edecek İnşallah. Ufukta Şubat ayında Adana ve Nisan ayında da Trabzon illerinin dâvetleri var. Zamanı geldikçe, dâvet edilen illere icabet vuku bulup, dertler ve hizmetler yerinde görüşülecek İnşallah. Duâlarınızı bekliyor, sizlere lâyık olmaya gayret ediyoruz.
26.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|