Ermeni meselesi, bazı aydınların başlattığı “özür dileme” kampanyasıyla yeniden gündemin ön sıralarına taşındı. Başbakan söz konusu imza seferberliğini sert sözlerle eleştirirken, Cumhurbaşkanı konuyla ilgili lehte veya aleyhte görüşler dile getirilmesini demokrasinin gereği olarak gören ortada bir tavır sergiledi.
MHP’nin bu kampanyayı öteden beri aşinası olduğumuz “ihanet” söylemleriyle yerden yere vurup yangına körükle giden tavrı sürerken CHP’nin sivri dillilerinden Canan Arıtman’ın, Gül’ün annesi için “Ermeni” imasında bulunması, böylelerin elinde bu tartışmanın iyice çığırından çıkacağını gösteren çok tipik bir örnek oluşturdu.
Gül’ün “Yüzyıllardır Müslüman ve Türk olan bir ailenin çocuğuyum” açıklamasına yine Arıtman’ın “Niye önce ‘Türk’üm’ demiyor da, Müslümanlığını öne alıyor?” sözü aynı çarpık zihniyetin bir diğer yansıması. Ve aynı zamanda son dönemdeki “açılım” denemeleriyle toplumla barışmaya çalıştığı izlenimi veren CHP’nin bu yöndeki çabalarını da sabote eden bir provokasyon.
Bu kafadaki insanlarla hiçbir yere varılamaz.
Buna karşılık Türkiye’nin, Ermeni meselesi de dahil olmak üzere, içeride ve dışarıda başını ağrıtan, önünü kesen, enerjisini tüketen sorunlarına mutlaka çözüm bulması lâzım. Çözüm geciktikçe sorunlar daha da katmerlenerek derinleşiyor.
Cumhurbaşkanının Erivan ziyaretiyle başlayan süreç, en azından diyalog ortamının doğması ve irtibat kopukluğundan da beslenerek konunun çok taraflı provokasyonlara açık olma özelliğini pekiştiren gerilimin yumuşamasına katkı sağladı.
Bu sürecin çok dikkatli, dengeli ve gerçekçi bir yaklaşımla iyi yönetilmesi lâzım ki, doğan fırsat heba edilmesin ve her iki tarafı da sıkıntıdan kurtarıp memnun edecek neticelere ulaşılabilsin.
Böyle kritik bir noktada, son tartışmayı tetikleyen “özür kampanyası”nın, yeni süreci destekleme fikriyle ve iyi niyetle başlatıldığını düşünmemek için, çok kuşkucu, komplocu ve her farklılığı ihanet olarak damgalayan bir yaklaşıma sahip olmak gerekir. Ki, böyle bir meselenin ortaya çıkıp bu boyutlara ulaşmasında, bu kafa yapısının asla gözardı edilmeyecek bir sorumluluğu var.
Ancak özellikle bu çeşit duyarlı konularda sadece iyiniyetle yola çıkmak yetmiyor. Meselenin hassasiyetini idrak eden, konuyu etraf-ı erbaasıyla çok iyi tartıp değerlendiren, muhtemel provokasyonlara bilerek veya bilmeyerek çanak tutmayan, kullanılacak üslûp ve söylemi de dikkat ve itina ile belirleyen çok ölçülü bir tavır gerekiyor.
Söz konusu özür kampanyasında bu özenin gösterildiğini söylemek zor. Tehcirin Ermenilere yaşattığı büyük acıları paylaşırken, Ermeni çetecilerin katlettiği Müslümanları gözardı etmek ve bizi zora sokmak için “soykırım” iddiasını kullanarak meseleyi çok daha ileri noktalara taşımak için fırsat kollayan küresel şebekelere istemeden de olsa malzeme vermek, basiretle bağdaşmaz.
Bu noktada Bediüzzaman’ın, daha evvel de yeri geldikçe dikkat çektiğimiz ifadeleri, takip edilmesi gereken doğru stratejinin ölçülerini veriyor.
İki taraf için de temel prensip şu:
“Şu milletin saadeti ve selâmeti, Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vabestedir. (...) Dostluğun sebebi vardır. Zira komşudurlar. Komşuluk, dostluğun komşusudur. Hem de onlar uyandılar, dünyaya yayıldılar, terakkiyat tohumlarını topladılar; vatanımızda ekecekler.” (Münâzarât, s. 43)
Said Nursî, Ermenilerle dostça ilişki kurma ve ittifaka girme konusunda dikkat edilmesi gereken çok önemli bir ölçüyü de şöyle ifade ediyor:
“Mütezellilâne (kendisini küçülterek, zillet içinde) dost olmak değil; belki (tersine) izzet-i milliyeyi muhafaza ederek musalâha elini uzatmak.”
Aydınların özür kampanyasına temel oluşturan fikrin, Ermenilerle empati ve dostluk kurmak olduğunu düşünmemek için bir sebep yok.
Ama bunu yapar ve barış elini uzatırken “izzet-i milliyeyi muhafaza etme” prensibini “ıskaladıkları” açık. Tartışma onun için bu hale geldi.
24.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|