Geçen hafta Brüksel merkezli Uluslararası Kriz Grubunun Türkiye-AB ilişkilerini değerlendirdiği ve her iki tarafa da eleştiriler yönelttiği rapor bir ölçüde gündemdeydi.
Aslında rapordaki tesbitlerin çok daha geniş şekilde ele alınıp değerlendirilmesi icab ediyor.
Zira raporda da ifade edildiği gibi, 2009 Türkiye için, AB üyeliği perspektifinin bütünüyle ve süresiz olarak rafa kalkabileceği çok kritik bir yıl.
Bu durumda hem AB tarafından kaynaklanan engellemelerin, hem de Türkiye’deki iktidarın giderek daha belirgin şekilde dışa vurmaya başladığı isteksizliğin büyük bir rolü ve etkisi var.
Ama asıl sorun, yine de Türkiye tarafında.
Eğer Türkiye herşeye rağmen reform kararlılığını ortaya koyabilse, hem kendi içindeki dengeleri olumlu yönde değiştirecek, hem de AB cenahındaki Türkiye dostlarının elini güçlendirecek.
Şimdiye kadar bunları çok ifade ettik, ama hükümetin tavrı hiç o yönde değil. Tam tersine Başbakan Meclis görüşmelerinde MHP ağzıyla konuşuyor, Bahçeli gibi düşündüğünü ilân ediyor ve böylece son dönemdeki devletçi-milliyetçi söylemlerini daha da koyulaştırarak sürdürüyor.
Bu da gösteriyor ki, bu zihniyet ve yaklaşımdaki AKP iktidarı ile Türkiye’nin AB sürecinde yeni adımlar atıp ilerlemesi mümkün değil.
Bunu bir defa daha kayda geçirdikten sonra, Kriz Grubunun önemli bir tesbitine bakalım.
Grubun raporunda AB’nin Türkiye’deki Katolik din adamlarının eğitimi ile gayrimüslim vakıflarının hükmî şahsiyetleri konusunda ısrarlı taleplerde bulunduğu hatırlatılırken, aynı duyarlılığın ülkede çoğunluğu oluşturan Müslümanların ihlâl edilen haklarından esirgenmesi eleştiriliyor.
Bu yaklaşımın özellikle sorunlu olduğu belirtilen raporda, “Çünkü Kemalist düzen Müslüman örgütlere, tarikat ve cemaatlere daha fazla özgürlük verilmesinin laikliği zayıflatacağına ve şeriat devleti isteyenleri teşvik edeceğine inanıyor. Bu düşünceyle Müslüman tarikat ve cemaatlere karşı ayrımcılık yapıyor” tesbiti dile getiriliyor.
AB’nin Türkiye raporlarında başörtüsü konusuna değinilmemesi ve AİHM’in bu konuda verdiği talihsiz kararlar başta olmak üzere, bu eleştiriyi haklı kılan önemli sebepler var. Gerçi geçtiğimiz bahar aylarında AB yetkililerinden sâdır olan “Türkiye’nin demokratik laikliğe ihtiyacı var” vurguları Brüksel’in bu noktadaki kusur ve noksanını bir ölçüde de olsa telâfi işareti verdi, ama o mesajların daha kuvvetli bir şekilde, resmî raporlara da yansıyarak devam etmesi gerekiyor.
Türkiye’de yaşayan nüfusun büyük çoğunluğu dinî hassasiyete sahip insanlardan oluştuğuna ve bunların din özgürlüğü noktasında yıllardır süregelen haklı şikâyetleri bulunduğuna göre, AB’nin bu konuda daha farklı ve özenli bir duyarlılık sergilemesi lâzım ki, Türk kamuoyundaki AB ile ilgili kuşkular giderilsin ve AB talebi güçlensin.
Antakya Ortodoks Cemaati Vakfı eski Başkanı Josef Naseh, Rehn’in halefi Verheugen’e “Siz bizden önce Müslümanlarla ilgilenin” demişti.
Dışişleri Bakanı Ali Babacan da, azınlıkların dinî hak ve özgürlüklerini yine gündeme getiren Avrupalı muhataplarına “Türkiye’de çoğunluğun da bu alanda sorunları var” dediğinde, içerideki ateşli laikçilerin hücumuna uğramıştı.
Ama bu hücumlar, yaşanan fiilî gerçekleri değiştirmiyor ve örtemiyor. Ve AB’nin ısrarlı taleplerine rağmen azınlık haklarını dahi vermemekte direnen mâlûm zihniyet, “Onlara bu hakları verirsek, benzer taleplerle karşımıza dikilecek olan Müslüman çoğunluğa engel olamayız” korkusu ve paniği içinde vaziyeti idare etmeye çalışıyor.
Ruhban okulunu, Müslümanlara da aynı yol açılmasın diye kapalı tutmaya; azınlık vakıflarını, verilecek hak ve imkânlardan Müslüman vakıfları da istifade etmesin diye kısıtlamaya; “Ya Müslümanlar da namaz kılmaya kalkarsa?” diyerek Ayasofya’da Papa’ya bile dua yasağı koymaya inatla devam ediyor. Ama nereye kadar?
Zulüm nereye kadar devam edebilir ki?
23.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|