"Gerçekten" haber verir 23 Aralık 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Basından Seçmeler

Cami yangınları

Referans okuyucusunun dikkatini çekmemiş olabilir, ama İstanbul’da son birkaç gün içinde 7 cami kundaklanarak yakıldı. Kadıköy, Ümraniye ve Sancaktepe’deki 6 caminin ardından, Maltepe Aydınevler Mahallesi’ndeki Mavi Evler Camii’nde de yangın çıktı. Ankara’daki bir camiye de Molotof kokteylli saldırı düzenlendi.

Bu kadar çok yangının bir anda çıkması tarihin en büyük tesadüflerinden biri değilse birileri yine Türkiye’yi karıştırmak için elinden geleni yapıyor demektir. Fakat belli ki bu kez Türkiye’nin karışmaya niyeti yok. Camilerin yakılmasına tepki gösterecek kesimler geçmişten aldıkları derslerle yatıştırıcı açıklamalar yapıyor, provokasyona dikkat çekiyor.

Oysa bundan tam 30 yıl önce Maraş’ta cinayete kurban giden Hacı Çolak ve Mustafa Yüzbaşıoğlu adlı iki sol görüşlü öğretmenin cenazeleri kaldırılırken, törene katılanların camileri ateşe verdiği söylentisi hızla yayılmış, silahlı ve sopalı gruplar Kahramanmaraş’ın Alevi mahallelerine saldırarak üç gün içinde resmi verilere göre 105, görgü tanıklarına göre de 500 kişiyi öldürmüş, 176 kişiyi de yaralamıştı.

Olayların ardından 13 ilde sıkıyönetim ilan edilirken 1980 darbesine giden yolda da önemli bir adım atılmıştı. O zamanlar demokrasi, istikrar, hukuk gibi kavramlar Türkiye’de pek kimsenin umurunda olmadığı için Ankara, İstanbul ve daha pek çok ilde düzenlenen gösteriler tam da katliamı düzenleyenlerin amacına hizmet etmiş, rejimin istikrarsızlaşmasına yardımcı olmuştu.

Daha sonra da pek çok olayın, cinayetin, katliamın ardından Türkiye’de insanlar olayları düzenleyenlerin beklediği şekilde tepki vermeyi sürdürmüştü. Uğur Mumcu öldürüldüğünde yaklaşık 1 milyon insan Ankara’da İran’ı lanetlemiş, Danıştay saldırısından sonra bazı hâkimler ve rektörler sorumluluğu inançlı insanlarla, onların temsilcisi olarak gördükleri AKP iktidarına yüklemişti.

Zaman içinde Maraş’ta caminin yakılmadığı, olayın planlı bir tertip olduğu, Mumcu’yu İran ajanlarının değil derin devletin katlettiği, Danıştay saldırısının ise hükümete darbe için yapıldığı anlaşıldı ve galiba Türkiye de gereken dersi çıkarttı.

Yoksa siyasi kültüründe Tan Matbaası yağmalanması, 6-7 Eylül olayları, medya manipülasyonu ile Kardak’ta kriz tırmandırmak olan bir ülkede ilk yangından sonra çatışma çıkması gerekirdi.

Bana öyle geliyor ki, Hrant Dink cinayeti sonrasında yaşananlar, çoğulcu ve siyasi anlamda liberal kanaat önderlerinin seslerini daha fazla çıkartabilecekleri mecralar bulması, AB üyeliği perspektifi ile gelen demokratikleşme ve onun içselleşmesi, dış politikada benimsenen ve yansımasını içeride de bulan sorun çözücü anlayış, tarihle yüzleşme korkusunun yenilmesi, en tabu konuların bile konuşulmaya başlanması, hepsinden önemlisi de Ergenekon davası Türkiye’yi köklü bir şekilde değiştirdi.

Kendi kabuğunu kırıp gelenekselliğinden, yerelliğinden kopan İslami kesimin, beğensek de beğenmesek de cemaatlerin de bu değişime önemli katkısı oldu. Biraz sermaye birikimlerini tamamlayıp dünyaya açılmaları, biraz da koşulların kendilerine dayattığı liberal yazar-çizerlerle kurdukları ittifak onları provokasyonlara karşı dikkatli olmaya, eski reflekslerinden uzaklaşmaya yöneltti.

Şimdi sıra bu tür provokasyonlara kalkışanların da değişen Türkiye gerçeğini görmesinde, artık insanların cami yakmayla bile birbirine saldırmadığını, öldürmediğini anlamasında.

Eğer bu ülkede insanların ölmesini, cinayetlerin işlenmesini, bombaların patlamasını istemiyorsak, bu tür tertiplerin ardında yatan siyasi neden ya da nedenleri görmemiz, ona göre tepki vermemiz gerekiyor.

Dini referansları güçlü gazeteler cami kundaklamalarından sonra bu refleksi geliştirdiklerini büyük ölçüde ispatladı. Haberleri veriş ve yorumlayış tarzıyla yangınların provokasyon olduğu kanısını okuyucusuna aktardı.

Umarız bundan diğerleri de sonuç çıkartır ve benzeri olaylar karşısında benzeri tepkileri gösterirler…

Mensur Akgün

Referans, 22.12.2008

23.12.2008


ATATÜRK İÇKİ İÇER MİYDİ?

Yolsuzluktan 2 yıl 6 ay hapis yatan. Ve oramiralliğini kaybedip rütbesi er seviyesine indirilen İlhami Erdil. Yargılanmasına izin veren eski Genelkurmay Başkanı Özkök’ün ‘gerçek bir Atatürkçü’ olmadığını ima ediyor.

Nasıl? ‘Her Milli Güvenlik Kurulu toplantısından sonra bir kuvvet komutanının evinde toplanıp akşam yemeği yeriz.

Bir toplantı sonrası yine Cumhurbaşkanlığı Köşkü içinde yapılan komutanlık evlerinden birinde yemek yedik.

Masaya şarap servisi yapıldı.

Herkesin önündeki kadehte kırmızı içecekler duruyor.

Bir ara galiba Aytaç Paşa, Özkök’e seslenerek, ‘O Hilmi, ne güzel, sen de şarap içiyorsun’ dedi.

O da ‘evet biz de heyete uyduk içiyoruz’ cevabını verdi.

O sırada Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu ‘nereden şarap içiyormuş. Önündeki şarap değil, kola’ dedi.

Masaya bir sessizlik çöktü.

Kıvrıkoğlu, hizmet yapan garsona döndü ve ‘oğlum şuradan şarap getir. Hilmi de doğru dürüst bir içki içsin’ dedi.’

Türkiye’de TSK yönetiminin resmi bu mudur, filan diye sormayacağım...

* * *

Çünkü...

Eğlenceli bir detayla meşgulüm, askeri üst yönetiminin ‘Atatürkçülük’ kriteriyle...

İlhami Erdil ‘şarap’ üzerinden gidiyor...

Hálbuki biz hep ‘rakıyı’ ölçü alırız...

Nitekim 28 Şubat’ta da öyle değil miydi?

Dönemin Başbakan’ı Erbakan’ın Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarına verdiği içkisiz yemekte, içki isteği ‘alkollü içki yok’ diye geri çevrilen Erkaya, emir subayına ‘git sen içeriden bir rakı al da getir’ emrini vermişti...

Ardından da yemek sonrasında, ‘o gece Genelkurmay Başkanı ‘aferin, çok iyi yaptın’ dedi’ diye açıklamıştı...

* * *

Askeriye kurumunu yönetenlerin kamuoyuna yansıyan davranış biçimleri arasında fark sadece içki türlerinde değil...

28 Şubat’ta hedef başbakan iken...

İlhami Erdil’in aktarımında Kara Kuvvetleri Komutan’ı...

Deniz Kuvvetleri Komutanı Başbakan’ı hedef alırken...

İlhami Erdil’in hikáyesinde Genelkurmay Başkanı, Kara Kuvvetleri Komutanı’nı hedefliyor...

Çünkü içki içmiyorlar...

Demek ki ‘Atatürkçü’ değiller...

Hoş doğrusu...

(...)

Askerler hangi içki olduğunda ayrılsalar da ölçü konusunda ‘kesin içkidir’ demekteler...

Ama ya Atatürkçü siviller?

Onlar aynı kanaatte mi?

* * *

Dün bizim gazetede içeriğini yukarda verdiğim ‘ilginç bir ‘mahalle baskısı’ örneği TSK komuta kademesinden geldi. Dönemin Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu’nun, Orgeneral Özkök’e yemekte ‘emir komuta’ ile içki içirdiği ortaya çıktı’ başlıklı haberin altındaki diğer habere gözüm ilişmeseydi, Türkiye’nin ‘bu üst düzey yönetim anlayışı’ üzerine ‘ya sabır’ der geçerdim...

Ama alttaki haberde de Can Dündar hakkında, ‘Mustafa’ belgeseliyle Atatürk’ü sürekli sigara ve alkol tüketen biri olarak gösterdiği gerekçesiyle soruşturma başlatıldığı yer almaktaydı...

Yapılan suç duyurusunda...

Belgeselin cumhuriyeti ve Atatürk’ün saygınlığını aşındırdığı öne sürülerek Atatürk’ün sürekli olarak sigara ve düşkün biçimde içki içer gibi gösterildiği öne sürülmüş...

Atatürk kullanılarak sigara reklamı yapıldığı öne sürülen şikáyette Atatürk’ün saygınlığının düşürülürken, ‘Türk gençliğinin örnek aldığı kişi de manevi olarak öldürülmektedir’ denilmiş...

Aslında şikáyet orada da kalmamış...

Belgeselin müziğinin de Ermeni asıllı olduğu iddia edilen Saraybosna doğumlu Goran Bregoviç’e bilinçli olarak yaptırıldığı öne sürülmüş...

Paşalar Atatürkçülüğü birebir ‘içki kullanımına’ irtibatlarken, kimi sivil Atatürkçüler de ‘içki ve sigara’ içen Atatürk imajının bir hakaret olduğunu ileri sürmekteler...

Savcılık da bunu soruşturma konusu yapmakta...

* * *

Yukarıda anlatılanlara ‘yakın tarih’ olarak da bakabilirsiniz...

Kafa karıştıran konu, asker Atatürkçülerle, sivil Atatürkçüler arasındaki ölçü şaşması...

(...)

Gırgıriye niyetine konunun etrafında dolansam da...

Toplumsal açılardan iş ‘deliler boşandı’ düzeyinde...

Şarkısı da hazır:

‘Çıldırmaya az kaldı, doktorum nerede?’

Mehmet Altan

Star, 22.12.2008

23.12.2008


Demokrasiye hazır olmak

Öyledir gerçekten de...

Okumuş yazmışlarımızın çoğu Cumhuriyet’in 1925-1945 dönemine “halkımız çok partili rejime hazır değildi, zaten bozkırın ortasında demokrasi mi olurdu “ düşüncesiyle bakar.

Geçen gün hem Emre (Aköz) hem de Engin (Ardıç) bu safsatayı yeniden ele aldılar.

Emre böyle düşünenlere Taksim’de açılan sergiye gitmelerini önerdi.

Gitsinler de orada, 1840’dan 1950’ye bu topraklardaki siyasetsandık ilişkisini; bu maceranın seçim pusulaları, mühürleri, afişleriyle uzun ve zengin tarihini görsünler; “bozkırın ortasında demokrasi olmaz” tezinin uydurukluğunu kavrasınlar diye...

Engin tabii yine öfkeliydi.

Şöyle soruyordu:

“İstanbul’da olabilen demokrasi bozkırın ortasında yürümüyorsa, Paşa babanız yirmi yıl sonra çok partili sisteme neden geri döndü? Bozkırı mı suladınız? Yirmi yılda ne olmuştu da halkımız demokrasiye hazır hale gelivermişti? Eğitim düzeyi mi çok yükselmişti, ekonomi mi gelişmişti, sınıflar mı oluşmuştu? Yoksa, tıpkı bugün olduğu gibi “dış dinamikler” mi zorlamıştı Türkiye’nin ağalarını?”

Aslında dümdüz söylemek gerek...

Demokrasiye hazır olan veya olmayan halk yoktur.

Dış ve iç koşullara bağlı olarak demokrasiye hazır olan veya olmayan iktidarlar vardır.

Bu kadar yalındır siyasal gerçek.

Ama iş inançlara, kanaatlere gelince...

Galiba mesele biraz daha derin ve karanlık bir yerde konuşlanıyor.

Nasıl mı? Şöyle...

Bir kere...

“Aydınlanmacı demokrasi” kavrayışının bütün dünyanın okumuş yazmışlarını etkisi altına alan böyle bir etkisi var: “Her yerde demokrasi yeşermez, dağdaki çobanla benim oyum bir olmaz” demokratlığı (!) sanıldığından çok daha yaygın bir kanaat.

İkincisi...

Siyasal tarih bazen gerçeğe ayna tutamayacak ölçüde farklı okumalara imkân verebiliyor.

Mesela birçok kişi Emre’nin önerdiği Taksim’deki sergiye gittiğinde orada yaklaşık 160 yıllık bir geleneği değil de, umarsız ve umutsuz bir demokrasi çabasının izlerini görecektir, eminim.

Dikkat ettiniz mi?

O tarihte köylü halkın demokrasiye hazır olmadığına kanaat getirenler bozkırda açılan Köy Enstitüleri’nde çoban çocuklarına Mozart çaldırmaya çalışılmasında bir acayiplik görmezler.

Bozkır insanlarının Mozart’a hazır olup olmadıklarını hiç sorgulamamışlardır.

Tersine bu iki tavır birbiriyle örtüşür.

Meselenin bamteli burasıdır!

Çünkü “bozkırda Mozart” ebedi bir eğitim-öğretim süreci demektir.

Baba/Öğretmen/Mürşit devlet hep orada olacak; göz kulak olacak, biçim verecek; her yanlış notada kaşlarını çatacaktır!

“Bozkırda demokrasi” ise halka seçme özgürlüğü vermektir. “istediğini çal, dinle” demektir.

Yurttaşı “çocuk” değil “insan” yerine koymaktır.

İktidarlar sevmez bunu...

İktidarın imtiyazlıları ve memurları ise korkar bundan...

O korku kuşaktan kuşağa geçer.

Bugün Cumhuriyet’in Tek Parti dönemini meşrulaştırmak için “canım bozkırda demokrasi mi olurmuş” diyenler bir fikri ya da bilgiyi değil, o korkuyu seslendiriyorlar hâlâ...

Haşmet Babaoğlu / Sabah, 22.12.2008

23.12.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır