Hakkındaki yolsuzluk suçlamaları sebebiyle siyasî hayatı yakında sona erecek olan İsrail Başbakanının, Ankara’ya gelip Cumhurbaşkanı ve Başbakanla tokalaşarak poz vermesinden ve her ikisiyle de kapalı kapılar ardında saatlerce görüşüp ayrılmasından sadece dört gün sonra başlayan Gazze saldırıları, Çankaya’yı ve hükümeti ciddî şekilde sıkıntıya soktu.
Olmert görüşmelerde bu saldırının bilgisini verdiyse, bu katliâmın Ankara’ya önceden haber verilerek yapıldığı sonucu çıkıyordu. Ve bu sonuç, Türk hükümetini vebale ortak ediyordu.
Bilgi verilmediyse o zaman da Ankara Tel Aviv tarafından aldatılmış durumuna düşüyordu ve bu da ayrı bir noktadan sıkıntı getiriyordu.
Bu görüşmeyle ilgili “spekülasyonlar”ı hazmedemediğini ifade eden Başbakanın sözleri her iki ihtimali de kapsayan bir sıkıntının işaretiydi.
Görüşmeden dört gün sonra saldırıların başlatılmasına tepkisini “Türkiye’ye saygısızlık” ifadesiyle dile getiren Erdoğan, Olmert’in verdiği “Gazze’de insanî bir dram yaşanmasına meydan vermeyiz” sözünün tutulmamasına da öfkeli.
Gerçi İsrail’e kalırsa, bu söz tutuluyor! Kendisini “geleceğin başbakanı” olarak gören eski MOSSAD ajanı Tzipi Livni’ye göre, “Gazze’de insanî kriz yok!” Sivillerin, çocukların, sağlık hizmeti vermeye çalışan doktorların ölmesi; hastane ve ambulansların vurulması; namaz vakitleri içlerinde cemaatle namaz kılınırken camilerin yerle bir edilmesi; Kızılhaç dahil, yardım ekiplerinin Gazze’ye sokulmaması insanî kriz sayılmaz!
Hal böyle olunca, Başbakan parti toplantılarında “Bombalarla can veren çocukların, gözü yaşlı anaların âhı yerde kalmaz” gibi dokunaklı ifadelerle İsrail’e yüklenirken, Ortadoğu turunda da dünyaya “Gürcistan’a gösterdiğiniz alâkayı Gazze’den esirgemeyin” çağrılarında bulunuyor.
Ama aynı günlerde Türkiye, üye seçildikten sonra ilk kez katıldığı ve İsrail’in Gazze saldırılarını görüşmek üzere yapılan BM Güvenlik Konseyi toplantısında kayda değer bir varlık gösteremiyor.
Bir defa, hem bölgede ağırlığı olan, hem de Filistin sorununa duyarlı bir ülke olarak, konseyi âcil toplantıya çağıran ülkenin Türkiye olması gerekirken, seyirci konumda beklemede kalıyor.
Ve ardından, Filistin’de ateşkes çağrısı yapan metni hazırlayıp sunma inisiyatifini de Libya’ya bırakıyor. Böyle bir çağrının ABD vetosuna takılacağı belli, Libya da bunu bile bile söz konusu girişimde bulunuyor; ancak burada önemli olan, inisiyatif alma girişkenliğini kimin üstlendiği.
Güvenlik Konseyi üyeliğini, yıllarca süren kulis ve ikna faaliyetlerinin sonucunda, çoğu fakir ve mazlum durumdaki ülkelerin desteğini alarak elde ettik. Ve ilkini Menderes döneminde kazanmış olduğumuz bu başarının, içeride “Bakın, itibarımız ne kadar arttı, küresel güç haline geldik” propagandası için kullanıldığına şahit olduk.
Elbette ki, ortada diplomatik bir başarı söz konusuydu. Ancak asıl önemli olan, konseyde temsil imkânının ne şekilde değerlendirileceği idi. Bunun için de, özellikle mâlûm kritik konularda nasıl bir tavır ve politika ortaya koyacağımızdı.
İşte bu çetin sınavlardan biriyle, katıldığımız daha ilk toplantıda yüz yüze geldik ve görünen o ki, başarılı olamadık. Sebebi tecrübesizlik mi, çekingenlik mi, yoksa başka birşey mi bilmiyoruz; ama ortaya çıkan netice Türkiye için pek iyi değil.
Güvenlik Konseyi üyeliğimize destek verenlerin beklentisi her halde böyle silik ve geri duran çekingen bir tavır değil, mazlûmların hukukuna sahip çıkan atak ve enerjik bir duruş olmalıydı.
Maalesef olmadı. Umarız, sonrakilerde olur.
İsrail meselesinde kafaları kurcalayan bir diğer problem, Türkiye’nin bu ülkeyle olan askerî, siyasî, ekonomik, ticarî ilişkilerinin hâlâ tamgaz devam ediyor olması. Ve tam da bugünlerde biri Hava, diğeri Kara Kuvvetleriyle ilgili iki yeni ihalenin daha İsrail’e verilmesinin gündemde oluşu.
Fiilî durum bu iken İsrail’e karşı söylem düzeyinde kalan tepkilerin ne inandırıcılığı olur ki?
07.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|