"Gerçekten" haber verir 11 Ocak 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Hüseyin GÜLTEKİN

Huzur ve mutluluk arayışları



Dünyevîleşme marazı insanları her taraftan sarıp sarmaladıkça, ona paralel olarak huzursuzluk ve mutsuzluk yumağı kördüğüm hâlini alarak devam ediyor. İnsanlar hırsla huzur ve saadeti yakalamak için, dünyevî metaların arkasından koştukça, huzur ve sükûn hızla onları terk ederek uzaklaşıyor. Huzur ve sürurun parada pulda olduğunu, lüks ve şaşaalı bir yaşantıda olduğunu zanneden bir çok insan, özledikleri böylesi bir yaşantının içinde oldukları halde, neden arzuladıkları huzur ve sükûnu bulamıyorlar? Niçin stres ve sıkıntıdan şikâyetçi oluyorlar? Nasıl oluyor da dert ve problemleri bitmek bilmeden devam ediyor?

Şurası bir gerçek ki insanlar ahireti unutup, dünyaya odaklandıkça, bir çok önemli duygularını da kaybetti. Hırsla dünyaya yöneldikçe, dünyaya bakan meşgalelere fazla daldıkça, bir çok insanî özelliklerini yitirdi. Gece gündüz demeden bütün zamanını, mesâisini dünya yolunda harcadıkça, bütün duygularıyla lâtifeleriyle dünyaya yöneldikçe âhireti unuttu. Bunun devamında da insanlar arası ilişkileri bir tarafa attı; başta anne-baba olmak üzere diğer yakın akrabalarını dâhi düşünmez oldu.

Sırf dünya için yaratıldığını zanneden insanlar, ahiret hayatını hiç akıllarına getirmeden bütün ömür dakikalarını dünya yolunda harcamanın, arzuladıkları huzur ve mutluluğu getireceğini zannettiler. Bu zan sebebiyle insanı insan eden, bir çok hususiyetini, bir çok güzelliklerini kaybettiler. Dünyevîleşme, beraberinde bencilliği getirdi... Maddîleşme, maneviyâtı unutturdu ve son sıralara terk ettirdi. Para-pul hırsı, zengin olma özlemi beraberinde bir nev'î cimriliği getirdi... Lüks ve debdebeli yaşantı tarzı sevgi, saygı, şefkat ve merhamet gibi duyguları törpüledi, yok etti.

Çalışma hırsı, çok kazanma özlemi, doymak bilmeyen lüks yaşama arzusu devam ettikçe, arzulanan huzur ve mutluluk bir tarafa, sıkıntı ve streslerin artarak devam ediyor olması akl-ı selim olan bazı insanlara birtakım mesajlar verse de, onların bu alışkanlıklarını terk edip, iyi bir dönüş yapmalarına kâfi gelmiyor.

İnsanların çoğu yaşamakta olduğu hayatın gerçek hayat olmadığını, girdikleri yolun çıkmaz bir sokak olduğunu görüyor, biliyor, bu yoldan vazgeçip geri dönmek istiyor, lâkin bunu beceremiyor.

Güya hayatın tadını çıkarmak adına, keyfince yaşamak için, hevâî zevklerini tatmin etmek niyetiyle yaşantı biçiminin zehirli bir bala benzediğini, geçici bir lezzet vermekten öteye bir işe yaramadığını zamâne insanlarının çoğu bilse de, böylesine aldatıcı bir hayattan kurtuluşun çok da kolay olmadığı bellidir.

Aslında her insanın aramakta olduğu huzur ve mutluluk öyle aşılması zor olan dağların arkasında değil. Ulaşılması imkânsız kapalı kapılar arkasında da değil. Yeter ki şu fani ve geçici dünyaya gönderiliş maksadımızı anlayabilelim. Yeter ki yaşamakta olduğumuz bu dünya hayatının geçici, ahiret yurdunun kalıcı ve ebedî olduğuna inanalım. Yeter ki buradaki zevk ve lezzetlerin aldatıcı ve geçici olduğunu; gerçek zevk ve lezzetlerin ahiret yurdunda olduğunu bilelim. Yeter ki meşrû dairedeki keyf ve lezzetlere kanaat edip haramlara girmeyelim, günahlardan, menhiyâtlardan sakınalım.

Hayatı böyle anlayıp, böyle yaşamak zor mu dersiniz? Zor olduğunu kabullensek dahi, bu zorlukların üstesinden gelmeyi göze almadıkça, arzuladığımız ve yakalamaya çabaladığımız huzur ve mutluluğu bulacağımızı mı zannediyoruz hâlâ?

Mariz asrın bedbaht ve hasta insanları için iki yol var:

Ya bu fani dünyanın geçici zevk ve lezzetlerine aldanıp, nefis ve hevâlarının tatmini uğruna sonu hüzün ve elem olan bir yaşantıyı tercih edecekler. Veyahut, buradaki geçici, yalancı zevk ve lezzetlere tenezzül etmeyip, ebedî hayatın zevk ve keyflerine ulaşmak için; buradaki haram ve günahlardan çekinip; meşrû dairedeki keyf ve zevklere kanaat edecekler.

11.01.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Filistin ve İslâm dünyası



Filistin’de yaşanan katliâm, çoluk çocuk, kadın demeden bine yakın insanın acımasızca öldürülüşü vicdan sahiplerini birşeyler yapamamanın ıztırabı içerisinde derin derin düşündürüyor. Yeri gelince hassasiyet gösteren, meselenin üzerine ciddiyetle eğilen ve çözüm bulan modern dünyanın gerekli ağırlığı koymaması da...

Ya bu ıztırabı yaşamak zorunda kalan Filistin’in kardeşleri olan İslâm dünyasının hâli?

Yüzyıllarca dünyaya insanlık, hak, hukuk dersi veren bir neslin evlâtlarının kardeş bir millete yapılan böylesine bir zulüm karşısında âdetâ eli kolu bağlı halde çaresiz kalması, birşeyler yapamaması daha da düşündürücü ve üzücü.

Güçlü olduğumuz dönemlerde bu tarz zulümlere maruz kalmamıştık. Demek kaybettiğimiz bir kısım şeyler var ki bir avuç insan bu zulmü yapabiliyor, bir buçuk milyarlık İslâm dünyası da âdetâ acziyet içinde. Bir yerlerde yanlışlıkların olduğu kesin.

İslâm ülkeleri idarecilerinin bu hissizliğine karşı halkların mitinglerle, yürüyüşlerle gerekli tepkiyi göstermeleri, seslerini duyurmaya çalışmaları, maddeten, mânen ve duâlarıyla destek elini uzatmaları ise en azından masum Filistinlileri bir ölçüde rahatlatıyor.

Ama böyle mi olmalı? Bu kadar ellerinde maddî ve mânevî imkânlar bulunan İslâm ülkeleri caydırıcı tarzda ağırlıklarını koyamazlar mıydı?

Benzer faciâlar Irak ve Afganistan’da olduğu gibi bizim de, diğer İslâm ülkelerinin de başına gelebilirdi. Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşında az mı çile çekmiştik?

İnsanî ve İslâmî duygular böyle anlarda harekete geçmeyecek de ne zaman geçecek?

Zulmetmemek insanlıktır.

Zulme karşı çıkmak insanlıktır.

Zâlime destek vermemek insanlıktır.

Mazlûmun, masumun, ezilenin, çiğnenenin yanında olmak insanlıktır. En büyük insanlık da Müslümanlıktır.

Kötülük karşısında sessiz kalmamak görevimiz değil miydi? “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” buyurmuyor mu Peygamberimiz? “Bir kötülük gördüğünüzde elinizle, buna gücünüz yetmezse dilinizle engelleyin, buna da gücünüz yetmezse kalbinizle buğzedin” buyurmuyor mu?

Acziyet hiç yakışmıyor İslâm dünyasına.

11.01.2009

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Şefkat, merhamet ve rikkat kıtlığı!



Yaşadığımız âlemde bolluk ve bereket hâkim. Bir taneye bin tane veren mısırlar, bire on veren buğday başakları, her bahar gayb âleminden kilolarca meyveye taşıyıcılık yapan ağaçlar… Zehirli bir böcekten dünyanın en leziz tatlısını, elsiz bir böcekten kumaşların en güzelini bize hediye ediyor Rabbimiz…

Evet, yaşadığımız âlemde aslında bolluk ve bereket hâkim. Asıl kıtlık şefkatte, rikkatte ve merhamette!

Zihin kodlarımız öylesine yabanileşmiş ki bu kavramlara sözgelimi bu yıl fındık üretimi beklenenden fazla olunca üreticiler buna çok üzüldü. Zira fiyatlar düşecekti!

Yine bolluk karşısında fiyatlar düşmesin diye fazla sütü dereye döken üreticileri, avlanan fazla balığı denize döken balıkçıları, elinde kalan sebze ve meyveyi ucuz fiyata vermektense çöpe dökmeyi tercih eden semt pazarı esnafını gördü bu gözler!

“Bu sene erik bol, kimse almıyor. Etiketi çıkaracaksın üç dört katına bak nasıl alırlar. Nankör bunlar nankör!” diye burnundan soluyan erikçi nasıl da düşündürtmüştü beni uzun uzun… Doğruluk payı yok değildi söylediklerinde.

Gerçekten de nedense bol olan her şey önemsizleşip, sıradanlaşıyor insanoğlunun gözünde. Oysaki İlâhî rahmet hikmeti gereği bazen bol bol, bazense daha az gönderip imtihan ediyor biz kullarını, nankörlük mü yapacağız, şükür ve iktisatla mı sarf edeceğiz?

Merhamet ve şefkat eksikliği yüzünden dünyanın en gelişmiş ülkelerinin başında gelen ABD’de her kış, evleri olmadığı için sokakta yaşadığından ölen insanların sorumluluğu elbetteki şiddetli soğuk değil. Asıl sorumluluk her şeyi paraya dönüştürüp merhamet ve şefkat yoksunu haline gelen insanlarda.

Elindekini paylaşabilen varlık sahiplerine ne mutlu! İlginç araştırmalar, garip çelişkiler! Yapılan bir araştırma Afrika ve Asya’da yoksulluk ve açlıktan ölen insanların kıtlığın değil, merhametsizliğin kurbanı olduğunu göstermekte. Global, ısınma, nüfus artışı, tabiî kaynakların erimesi gibi sebepler sadece olanları normalleştirmek için birer bahane… Sözgelimi dünyadaki her insana günde 3500 kalorilik enerji sağlayacak kadar pirinç, buğday ve çeşitli tahıllar üretilmekte. Üstelik bu sayıma sebzeler, fasulye türleri, kökü tüketilen bitkiler, meyveler, balıklar, kabuklu yiyecekler dâhil değil. Hatta kıtlığın en çok yaşandığı ülkelerde bile gerekli besin üretilmektedir, ancak bu ülkelerden birçoğu gıda ve tarımsal ürünlerini ihraç etmektedirler! İlginç bir çelişki değil mi? Hanımlar dünyasında “Tek taşımı kendim aldım!” muhabbetinin kaynağı pırlanta ve elmas madenlerinin çoğunun fakir Afrika ve Asya ülkelerinde son derece ilkel şartlar altında çıkarılıp Batıda fahiş fiyatlarla satılması Hollywood filmlerine bile malzeme oluşturacak garip çelişkinin bariz bir örneği değil midir? “Açlık ve fakirliğin nedenlerinden biri nüfus artışıdır” diyenlerin tezi de yine araştırma neticeleriyle çürütülmekte! Sözgelimi Kosta Rika’nın ekilebilir arazisi, Honduras’ınkinden daha az olmasına rağmen insanlar Honduras’a nazaran ortalama 11 yıl daha fazla yaşamaktalar. Açlık ve fakirlikle boğuşan Bengladeş örneği için Bolivya, Brezilya ve Nijerya gibi gıda bolluğu ve fakirliğin kol kola olduğu ülkeler göstermekte ki hızlı nüfus artışı açlığın asıl sebebi değil. Asıl sebep gelir dağılımının eşitsizliği ve merhamet eksikliğidir… Netice-i Kelâm: “Ben tok olayım başkası açlıktan ölsün bana ne?” anlayışı ile “Gerçek saadet çoğunluğu kuşatandır!” anlayışı Hz. Âdem’den günümüze insanlığın imtihanı olagelmiştir. Günümüzde de olduğu gibi.

11.01.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

AKP iktidar mı, muktedir mi?



Şüphesiz iktidar olmak başka bir şey, muktedir olmak başka bir şeydir. Eski başbakanlardan biri, “Türkiye, Küba’dan sonra tek ve son diktatör, sosyalist devlettir” meâlinde açıklamalar yapmıştı. Bir şey daha söyledi:

“Biz seçildiğimizde, güç bizde, Türkiye’yi biz yöneteceğiz, sanmıştık. Ama, bize dediler ki, siz yol yapın, trafiği düzenleyin, temel meselelere ve işlere karışmayın…”

Zaten Türkiye’de temel meselelere karışanları ya idam ettiler veya darbelerle alaşağı ettiler… Erbakan’ı bile başta destekleyip iktidara ittiler! Kendi ifadesiyle, “Bizi perişan etmek için iktidara ittiler!” dediğini biliyoruz. 1999’da Öcalan’ı paketleyip Türkiye’ye teslim etmekle Ecevit’i BOP için nasıl iktidara taşıdıklarını; Irak işgaline diretince, merdivenlerden yuvarlayıp DSP’yi nasıl parçaladıklarını unutmuş olamayız. Ve BOP’un eş başkanı R. Tayyip Erdoğan ve AKP’yi nasıl iktidara taşıdıklarını da… Türkiye’nin siyasî hayatını bu zaviyeden değerlendirdiğimizde AKP temel meselelerde ne yapıyor; güç onda mı?

* Ekonomik istikrarı sağladı. (Kemal Derviş’in IMF programını aynen uyguluyorsa da...)

* Enflasyonu düşürdü.

* Fakirleri TOKİ ile ev sahibi yapıyor.

* Duble yollar yaptı.

* Faizler yüksek ama, esnaf istediği kadar kredi alabiliyor.

* Hayvancılığa büyük destek verdi.

* Hastaneleri (SSK, Bağ-Kur) birleştirdi.

* Küçük yiyicilerin önüne set koydu (büyükler yemeye, havadan para kazanmaya devam ediyor!)

Temel meselelere gelince:

* 12 Eylül istibdadının anayasası yürürlükte, 28 Şubat Süreci devam ediyor!

* Başörtülüler üniversite imtihanlarına bile alınmadı!

* Meslek okulu katsayısı meselesi halledilemedi.

* Kur’ân kurslarına gitme problemi duruyor.

* YÖK ise en büyük handikap…

* Şemdinli olaylarına asker karıştı, üzerine gidilmedi.

* AB tamamen buzdolabında…

Başörtüsü meselesini halletmeye kalkınca, demir korseyi başına geçirdiler… Bu tablo bize neyi gösteriyor? Silâhlı-silâhsız bürokrasi ve bir kısım mihrakların istemediği mesele olmuyor; istediği halloluyor!

Öyle ise, Ergenekon ve benzeri meseleler gündeme geliyorsa; AKP’nin gücünden veya becerikliliğinden değil, silâhlı-silâhsız bürokrasi ve bir kısım mihrakların “olur”undan geçtiğindendir! Hatta ve hatta, dünya ve Türkiye’de, kamuoyu İsrail’e ateş püskürdüğü bir sırada bütün dikkatlerin Ergenekon’a çevrilmesi... Tepki manşetlerinin “şıp!” diye kesilip veya “cılızlaşıp” ona yönelmesi, meselenin dış boyutu vehâmetini de göstermiyor mu?

Yanılıyor muyuz?

11.01.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Suna DURMAZ

Holocaust



“Tükürün zalimlerin hayasız yüzlerine!”

Bediüzzaman Said Nursî

İsrail “Cast Lead” “Kurşun Dökme” adını verdiği Gazze saldırısına yanlış ad koymuş bence. Bir vahşet olan bu saldırının adı “Ateş kusan canavar!“ veyahut “Gazze Holocaust’u” olmalıydı.

İsrail, “Ekmeksiz yaşarım, ama hürriyetsiz asla!” diyen kahraman Gazze halkının üzerine tonlarca bomba atarak bu fıtrî isteklerini yok etmek istiyor. Ama şu iyi bilinsin ki, son nefes kalıncaya kadar bu mücadele devam edecek ve Filistinliler er geç hürriyetlerine kavuşacaklar.

Tarih, vatan müdâfaası yapanları altın harflerle yazmıştır. Kahraman Gazzeliler de altın harflerle tarihe geçecekler biiznillah.

İsrail ve yandaşları her fırsatta Nazilerin yapmış oldukları Yahudi katliâmını (Holocaust) dile getirip, “Holocaust!... Never again!” diyerek böyle bir katliâma bir daha asla izin vermeyeceklerini söyleyip dururlar. Lâkin, bakın Gazze’de yaptıklarına; yeni bir ”Holocaust” değildir de nedir bu yapılan!?

Tekvir Sûresi 8. âyette sorulduğu gibi ben de soruyorum:

Acaba hangi günahı işlediler ki bu çocuklar ölüme lâyık görüldüler?

Parça parça olmuş cesetleri, kan revan içindeki masum bebekleri görünce insanın tüyleri diken diken oluyor.

İnsanı daha da ürküten şey, medenî kabul ettiğimiz Batı’nın bu katliâma seyirci kalıyor olması. Bu katliâmda çıkarları var her halde!!!

Amerika Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Madeline Albright’ın geçmişte CBS muhabiri Leslie Stahl’a yapmış olduğu açıklamalar, Ortadoğu’da yapılan katliâmların ardında Amerikan ajandası olduğu tezini doğruluyor.

Leslie Stahl: “Duyduğumuza göre Amerika’nın Irak üzerine uyguladığı yaptırımlar neticesinde yarım milyon çocuk ölmüş. Yani Hiroşima’da ölen çocuklardan daha fazla. Peki buna değdi mi?

Madeline Albright: ”Zor bir seçenek olduğunu düşünüyorum. Ancak bedele [elde edilen] bakacak olursak değdiğini düşünüyoruz.” (1)

İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres, El-Cezire’ye yapmış olduğu açıklamada

“Biz çocukları öldürmüyoruz” deyince kendimi tutamayarak “Bu kadarına da pes doğrusu!” diye haykırdım.

Ekranlarda görülen ve kanlar içinde yerde yatan bebekler insan yavrusu değil de, hayvan yavrusu muydu yani!!!

Canlılar içinde insandan daha aşağı olan hayvanlara karşı kalpleri merhamet ve şefkat dolu olanlar!

Hayvan haklarını savunanlar!

Neredesiniz?

Neden sesinizi çıkarmıyorsunuz?

Yoksa siz de mi siyonistler gibi düşünüyor ve onlar gibi, ”Yahudi olmayan birinin ruhu üç şeytanî kaynaktan gelirken, Yahudilerin ruhu kutsalın içinden çıkar… Yahudi olmayan birinin bütün varlığı boşunadır. Önemli olan şey Yahudilerdir. Çünkü onlar herhangi bir şey için var oluyor değillerdir. Onların varlığı bizzat amaçtır. Gökler ve yer, bütün gelişmeler, bütün buluşlar ve yaratıklar Yahudiler için yaratılmıştır” mı diyorsunuz? (2)

Siz de mi Talmud’un öğretileri doğrultusunda hareket ederek kadın, erkek emzikli çocuk her bir Filistinliyi Amalek olarak görüp “katli vaciptir” (3) diyorsunuz?

Bu düşünce yüzünden mi akıtılan kanı mübah görüyorsunuz?

Bu düşünce yüzünden mi isabet ettiği insanlar üzerinde üçüncü derece yanık yapan misket bombalarına ve yolda yürüyen karıncayı dahi aydınlatarak hedef haline gelmesini sağlayan, “alevden ahtapot” diye adlandırılan fosfor bombalarına ses çıkarmıyorsunuz?

Ölen Filistinliler hemcinsiniz olan insanlardır.

Yaşama haklarını savunduğunuz hayvanlar kadar bunların da yaşama hakkı yok muydu acaba!?

Iraklılara, “Size demokrasi ve özgürlük getirdim” diyen Bush’un yüzüne “Hadi oradan yalancı!” diye haykırıp ayakkabısını fırlatan Muntasar ez-Zeydi gibi olup, zulümde zirveye ulaşmış olan siyonistlere karşı basit, ama etkileyici bir eylem yapmanız gerekmez mi!

Ekran başında kendisini izleyen milyonlarca insanın yüzüne karşı hiç sıkılmadan “Biz çocukları öldürmüyoruz. Filistinlilere ve Müslümanlara karşı düşmanlık beslemiyoruz. Sadece kendi emniyetimizi sağlamaya gayret gösteriyoruz. Çocuklar öldüyse bunda bizim günahımız yok. Şayet suçlu aranıyorsa, tek suçlu Hamas’dır” diyen Şimon Peres’in yüzüne ”Hadi oradan yalancı!” diye haykırmanız gerekmez mi!

Tek suçları öz vatanlarında boyunduruk altında yaşamayı reddetmek olan Filistinlilerin yaşama hakkını savunmanız gerekmez mi?

Afganistan’daki Buda heykellerini imha eden Tâliban’ı, “Medeniyetten anlamayan barbarlar” diye vasıflandıranlar!

Gazze’nin camileri bombalanıyor, hem de namaz vakitlerinde. Bombalanan mescitlerden biri de Eyyubîler döneminden kalma tarihî en-Nasr mescidi idi. Filistinlileri tarihleriyle beraber imha etmeye azmeden İsraillileri de, “Medeniyetten anlamayan barbarlar “ olarak vasıflandırmanız gerekmez mi?

Şahit olmadığınız, sadece anlatılanlardan veya okuduklarınızdan öğrendiğiniz “Ermeni tehciri” için özür dileme kampanyası başlatanlar!

Yerli-yabancı medya tarafından getirilip ta gözünüzün içine kadar sokulan katliâm manzaralarına karşı harekete geçip ”Ey Filistin halkı! Atılan bombalar neticesinde parçalanarak etrafa saçılmanızı gördüğümüz halde siyonistlere ses çıkaramıyoruz. Bu yüzden sizden ÖZÜR diliyoruz” kampanyası başlatmanız gerekmez mi?

Dipnotlar:

1- Michael Hoffman and Moshe Liberman, “The İsraeli Holocaust Against the Palestinians,” s. 4, The İndependent History and Research, 2002.

2- İsrael Shahak & Norton Mezvinski, “İsrail’de Yahudi Fundamantelizmi,” s. 114-5, Anka Yayınları, 2002.

3- Michael Hoffman and Moshe Liberman, “The İsraeli Holocaust Against the Palestinians,” s. 45.

11.01.2009

E-Posta:




İslam YAŞAR

Bir baba ile oğlun hikâyesi (1)



Kahraman…

Bahadır, yiğit, cesur, mert mânâlarını ifade eden bu tabir, genellikle zafer kelimesi ile birlikte kullanılır. Zîra zafer, kahramanlığın neticesi ve hayatın meyvesidir.

İnsanlar ancak, hayatî tehlikeleri göze alıp o sıfatları kullanarak kahramanlıklar gösterdikleri takdirde zaferler kazanabilirler. Kazandıkları zaferlerin büyüklüğü nisbetinde de tarihe geçerler.

Kahraman ve zafer kelimeleri, her söyleyişte savaş meydanlarını, askerî hareketleri tedai ettirse de günlük hayatta, milleti için kendini aşan büyük işler yapan kişileri takdir etmek maksadıyla sık sık kullanılır.

Bir insanın kendini aşması, ruhunu bedenine hakim kılması ile mümkündür. Zaten Amiel’in de dediği gibi asıl ‘kahramanlık, ruhun bedene karşı kazandığı zaferdir.’

Kahramanlık, devletlerin milletlerin nazarında muteber bir sıfat olduğundan, ruh ve bedenden meydana gelen her insan, büyük bir kahraman olmak ister. Her kahraman da sıfatının başka kahramanlar veya âlimler tarafından verilmesini arzu eder.

Hele bu sıfatı veren insan, Bediüzzaman gibi kahraman bir âlimse, neticesi ahirete müteallik olduğundan o ‘kahraman’ taltifi, savaş meydanlarında kazanılanlardan çok daha mühim bir zaferdir.

Hayatın zaferi.

Nur hareketinin tarihî seyri içinde, Bediüzzaman Said Nursî’den kahramansıfatını alan pek çok insan vardır. ‘Risâle-i Nur’un İnebolu kahramanı Nazif Çelebi’ de onlardan biridir.

***

Ahmed Nazif Çelebi.

1891 yılında, Kastamonu ilinin İnebolu ilçesinde dünyaya geldi. İlk dinî eğitimini, ailesinden aldı. Şahsiyeti, çok iyi bir terbiye gördüğü ailesinin fıtrî şartları içinde şekillendi.

O büyüdükçe, şahsiyetinin en bariz vasfı olan şecaati, cesareti, metaneti de gelişti ve aile çevresinin, içinde yaşadığı muhitin yanı sıra; vatanı, milleti, dini de içine alacak hâle geldi.

Nazif, okumaya istidatlı bir fıtrata sahip olmasına ve mahalle mektebini başarı ile bitirmesine rağmen zamanın zorlukları yüzünden medreseye devam etmedi ve ticarete atıldı.

Hanedan hususiyetli geniş bir ailenin çocuğu olduğundan, evde yaşanan âdâbın, erkânın yanı sıra; zaman zaman kasabanın eşrafının ve âlimlerinin de katıldığı sohbetlerden istifade ederek kendisini yetiştirmeye çalıştı.

Genç yaşta evlenerek hanedan içinde aile reisi mesuliyeti taşımaya başladı. 1913 yılında doğan oğlu Selâhaddin’i de ataları gibi muttaki ve müteşebbis bir insan olarak yetiştirdi.

Aile büyüklerinin telkinlerinin ve çevresindeki fazilet sahibi, hâl ehli insanların tavsiyelerinin tesiriyle küçük yaştan itibaren, cemiyette temayüz etmiş büyük insanları merak etmeye başladı.

“Risâle-i Nur tercümanı ve müellifi ve sahibi bulunan zât, bin üç yüz yirmi dört ve yirmi beş Rumî senelerinde İstanbul’da iştiharla Bediüzzaman nâmı ve lâkabı altında matbuâtın sitâyişle neşriyatından mütehassis olarak o zaman on yedi yaşında bulunduğum ve çok cahil ve çocukluk devresinde iken bu mübarek isim kalbimde yer tutmuş. Bu kalbî muhabbet hürmeti için olacak ki bin üç yüz yirmi altı senesinde Hazret-i Üstadın, Bediüzzaman Said-i Kürdi lâkabı altında, Karadeniz seyahatinde iki hizmetkârı ile İnebolu’yu ziyaret ederek o zaman İnebolu’nun meşhur ulemasından Hacı Ziya ve diğer ulema arasında vapura teşyî edildiği sırada tesadüfen çarşıda karşıladığım ve çok derin muhabbet hissiyle bu mübarek zâta selâm durarak mütebessim ve nuranî simalarıyla ve keskin nazarlarıyla selâmlarına ve mânevî nazarlarıyla iltifatlarına mazhar olduğum günden beri artan muhabbet ve alâkamı, otuz senelik hatırımdan katiyen silinmediğini aynelyakîn görüyordum.”

Kendisinin bu sözlerle de ifade ettiği gibi taşıdığı merak hissi sayesinde İstanbul’dan Şarka giderken İnebolu’ya uğrayan Bediüzzaman’ı görmeye çalışanların arasına o da katılmıştı.

Misafirin rahatsız olmasını istemeyen Ziya Efendi, ‘çekilin, ayıptır’ diyerek kalabalığı dağıtmaya çalışmıştı. Oradaki hocalardan biri ‘Bırakın baksınlar. Bu zât bakılacak bir zâttır” diyerek müdahale edince o da herkes gibi gezisi boyunca Bediüzzaman’a eşlik etmişti.

Sonraki yıllarda onun adını sık sık duymuş; Isparta’ya sürülmesini, din ve iman telkin etmesi üzerine halkın fazla alâka göstermesinden ürken ehl-i dünya tarafından tevkif edildiğini gazetelerden okumuşsa da daha sonra bir daha haber alamamıştı.

Gençlik yıllarında, resmen yapılan tahribatın da tesiriyle ruhunda doğan mânevî boşluğu ancak bir mürşidin irşadı ile doldurabileceğini hissettiği için hep öyle bir insana intisap etmek istemişti.

“Yâ Rab, bana bir mürşid-i kâmil ihsan buyur” diye duâ etmişti sık sık.

O günlerde kahvede sarhoş bir şahsın, Kastamonu’ya sürgün olarak getirilen âlimden sitayişle bahsetmesi üzerine, onun kim olduğunu merak ederek araştırmaya başladı.

Kastamonu’da askerlik yapan oğlu Selâhaddin, terhis olup İnebolu’ya geldiğinde babasına, Bediüzzaman isimli bir âlimin geldiğini, herkesin ziyaret etmek istediğini fakat polisler çok sıkı takip ettiklerinden kendisi yüzünden insanların zarar görmemesi için kimse ile görüşmediğini anlatınca sarhoşun bahsettiği âlimin, o zât olduğunu anladı.

O zaman, otuz sene önce yaşadığı ve hafızasına silinmez hatlarla kazıdığı hatıraları hareketlendi. Her tehlikeyi göze alarak ziyaretine gitti. ‘Kemâl-i aşk ve ihlâsla ellerine sarıldı.’ Bediüzzaman, kendisini yıllar önce gördüğünde talebeliğe kabul ettiğini söyleyince aradığı mürşidi bulduğunu hissederek ona gönül bağlarıyla bağlandı.

Vuslat faslının hediyesi, Dördüncü Şuâ olarak da bilinen Âyet-i Hasbiye Risâlesi oldu. Kitabı alıp İnebolu’ya gelen Ahmed Nazif, aile fertlerinin de yardımı ile birkaç gecede çoğalttı ve tashih edilmesi için oğlu ile Kastamonu’ya gönderdi.

Selâhaddin, Nur talebelerinin yardımı ile Said Nursî’nin evine gitti. Onun evde olmadığını, Karadağ taraflarına gittiğini öğrenince tek başına oraya gitti ve onu küçük bir tepenin zirvesinde namaz kılarken buldu.

“Sen hoş geldin kardeşim.”

Bediüzzaman, hazin bir sesle insanlığın ve İslâm âleminin saadeti, selâmeti, huzuru için duâ ettikten sonra onu bu hoşamedi ile karşıladı. Ona aynı şekilde mukabele eden Selâhaddin’in uzattığı risâleyi aldı, yarım saat kadar dikkatle okuyarak tashih etti.

“Sen de yazı biliyor musun?” diye sordu tashihi bitirince.

“Biliyorum efendim” dedi o da.

Onun yazısını merak eden Hoca Efendi, kalem kâğıt vererek bir cümle yazmasını istedi. Selâhaddin’in yazdığı kâğıdı alıp yazısına baktı ve hattının güzel olduğunu ifade etti.

“Bir risâle de sana vereceğim, yazar mısın?”

“Yazarım efendim.”

Bediüzzaman ses tonundan, onun risâle yazmayı çok istediğini hissedince memnun oldu. Ona yazması için Küçük Sözler’i verdi. Babası Nazif’e de On Birinci ve On İkinci Sözleri göndererek istinsah etmesini istedi.

O günden sonra İnebolu’da yüzlerce parmak senelerce ‘matbaa tesisi gibi işleyerek’ risâle yazdı. Çoğaltılan her eseri Recep Dilek, Ahmed Köroğlu, Değirmencioğlu gibi Nur postacıları Kastamonu’ya götürüp müellifine tashih ettirdiler.

Bilhassa Hatip Mehmed’in, İhtiyarlar Risâlesi’ni yazarken hastalanmasına rağmen yazmayı bırakmaması ve Tevhid ifadesi olan ‘Lâilâhe İllallah’ kelimesini yazdıktan sonra ruhunu teslim etmesi herkesi hayrete düşürdü.

O hadiseyi, ‘Risâle-i Nur talebelerinin imanla kabre gireceklerinin’ işareti olarak gördüler ve şevkle yazmaya devam ettiler. Böylece İnebolu da, Nur’un hızla intişar ettiği bir hizmet merkezi hâline gelerek ‘küçük Isparta’ sıfatını aldı.

Ahmed Nazif, şartların çok ağır olduğu zamanlarda bile risâleleri yazmayı, okumayı, yaymayı ve Üstadının ziyaretine gitmeyi ihmal etmedi. Bediüzzaman da onu ‘Risâle-i Nur’un İnebolu kahramanı’ diyerek taltif etti.

Kahraman dendiği zaman insanların zihninde hep vurma, kırma, dövme, öldürme, yakıp yıkma hadiseleri canlanırdı. Üstadından müsbet hareket etme dersi alan Nazif Çelebi de kendisi incindiği hâlde kimseyi rencide etmeden insanların imanlarını kurtarmaya çalışarak âdeta “İnsan ortalığı kırıp geçirmeden de kahraman olabilir” diyen Boileau’yu teyit etti.

Gerçi onun kahraman olmak gibi bir hevesi ve beklentisi yoktu. Hizmetlerini öyle bir maksatla yapmadığı ve fıtratının icaplarını yerine getirecek şekilde hareket ettikleri için, o iltifata mazhar olduktan sonra da aynı cesaretle, metanetle ve şevkle çalışmalarına devam etti.

Bu arada Selâhaddin Çelebi de büyüdü ve tam bir Nur talebesi oldu. Risâle-i Nur’u yaymayı hayatının gayesi hâline getirdiğinden gittiği her yere götürdü, gördüğü herkese anlattı.

Bunu yaparken insanların dinlerine, dillerine, ırklarına bakmadı. Sinop’taki NATO üssünde çalışan bazı Amerikan askerlerinden, vazife yaptığı Gümrük Muhafaza Teşkilâtı elemanlarına varıncaya kadar muhatap olduğu herkese makul bir yolunu bulup risâle verdi.

Hatta, kurs görmek için Kars’tan Ankara’ya geldiğinde, ihbar üzerine oteldeki odasını arayan polisler ve askerler Risâle-i Nurları bulamayınca onlara risâleleri koyduğu yeri bizzat kendisi gösterdi.

Sorgulanmak maksadıyla Birinci Şubeye getirildiğinde, Kastamonu’dan Isparta’ya götürülürken valiliğe çağırılıp zorla şapka giydirilmek istenen Üstadını görünce hemen ellerine sarıldı.

Bediüzzaman müdüre, “Bunlar bu vatanın fedakâr, imanlı evlâtlarıdır. Emniyeti ve asayişi ihlâl etmezler, muhafaza ederler” dedi. Onun, kendisini dinlemesine rağmen tavrını değiştirmediğini görünce talebesine döndü.

“Selâhaddin korkma!..” dedi birkaç sefer.

O hitabı duyduğu anda, içindeki bütün korkuların, endişelerin dağıldığını hisseden Selâhaddin, bizzat vali Nevzat Tandoğan tarafından sorgulandığı hâlde, ona, büyük bir İslâm âlimi olan Said Nursî’yi defalarca ziyaret ettiğini, eserlerini okuduğunu ve okuyacağını söylerken dili bile sürçmedi.

Ankara’da günlerce işkence edildikten sonra İnebolu’ya götürülürken de, kendisini Risâle-i Nur’dan soğutmaya çalışan savcıya ‘ekmeksiz, susuz yaşanamayacağını’ söylerken de, ‘cezaevinde ekmekle, suyla yaşa’ diyen savcı tarafından tutuklanıp cezaevine gönderilirken de en ufak bir korku, endişe ve tereddüt hissetmedi.

İnebolu Hapishanesi’nin küçük bir koğuşunda, aralarında babası Ahmed Nazif’in de bulunduğu on beş kadar Nur talebesi ile birlikte kaldı. Ramazan olduğu için oruç tutarak, hatim indirerek, cemaatle namaz kılarak ve risâle okuyup zikirle, evradla meşgul olarak vakit geçirdiler.

Ramazanın sonlarına doğru Denizli’ye sevk emri gelince vapurla İstanbul üzerinden İzmir’e nakledildiler. Oradan da trenle Denizli’ye götürüldüler ve onları karşılayan halkın, “Sizin başınızda öyle bir Hoca Efendi var ki, sorgu hakimi sual sormadan o sorularına cevap verdi. Sizin suçunuz yok, İnşallah beraet edeceksiniz” temennileri arasında yeni yapılan hapishânenin küçük ve rutubetli bir koğuşunahapsedildiler.

Fizikî şartları çok ağır olan hapishanede mahkûmlar meraklı, savcı ve müdür merhametsiz, jandarmalar haşin, gardiyanlar gaddardı. Onlara daha geldikleri anda eziyet etmeye başladılar, ama maznunlar müsterihti.

Çünkü, Üstadları Said Nursî de oradaydı.

11.01.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Susanlar da suçlu



Gerek Filistin konusunda, gerekse benzer konularda tekrarlanan yanlışlar karşısında bütün dünyanın sessiz kalmasını anlamak mümkün değil. Her ne kadar, her ülkede; İsrail’in Filistinlileri katletmesi lânetlense de, bu tepkiler devam eden katliâmı durdurmaya yetmiyor. Bunun bir sebebi ülke yöneticilerinin tepki göstermekte geç kalması, bir sebebi de ısrarla ve inatla sürdürülmeye çalışılan ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” tavrıdır.

Daha ilkokulda öğretilen bilgilere göre, birinci ve ikinci dünya savaşının zararlarını gören dünya ülkeleri bir araya gelerek “savaşa karşı, barıştan yana” tavır almak üzere Birleşmiş Milletler Teşkilâtını kurmuş. Kurmuş kurmasına, ama bunca yıldır dünya barışının temin edilebildiğini söylemek zor. Bu noktada, BM’nin işleyişindeki çarpıklıklar bir yana, ‘büyük devletler’in bu noktada samimi olmadıkları da söylenebilir.

Dünyanın belli başlı bölgelerinde ‘çıban başı’ olan ülkeler ya da diktatör yöneticiler vardır. Onların işi her fırsatta ‘savaş’ı körüklemek ve dolayısı ile ‘savaş tüccarları’nın kasasını doldurmaktır. İsrail de, kurulduğu günden bu yana Ortadoğu’ya huzur ve sükûn bırakmamıştır. İsrailli yöneticilerin yaptığı yanlışları sıralamaya bile gerek yok. Son durumda, insanlığın bunca tepkisine ve itirazına rağmen Gazze’yi bombalamaya devam ediyor. Hem de sıradan bir bombalama değil. Özel hedefleri seçerek, insanları ve bilhassa çocukları hedef olarak katliâma devam ediyor. BM’nin yaptığı açıklamaya göre ölen ya da yaralananların üçte birini çocuklar oluşturuyor. Peki, çocukların ölmesi tesadüf mü? Asla ve kat’â! İsrail, ‘insafsız bir yaklaşım’la; Filistinli çocukları da ‘terörist’ olarak gördüğünden, kendince ‘kesin çözüm’ yoluna gidiyor ve çocukları büyümeden katlediyor. “Yok, o kadarını yapmaz” diyen safdiller mutlaka vardır. Ama görünen köy klavuz istemeyeceğine göre; İsrail’in devam ettirdiği katliâm da klavuz istemez.

BM’nin açıkladığı başka bir rapor da kan donduracak cinsten. Buna göre İsrail ordusu (Zeytun semtinde) güya korunmaları maksadıyla 110 sivili bir eve yerleştiriyor ve oradan çıkmamalarını tembihliyor. Akabinde de İsrail tankları bu evi top ateşine tutuyor ve 30 sivil ölüyor. Her halde ‘yanlışlıkla’ bombalamış olmalılar!

Tabiî ki bu İsrail’in yaptığı ilk katliâm değil. Onlar için katliâm yapmak sıradan bir iş. Bütün dünya ‘katliâma son ver’ diye seslenirken onlar, “Bize kimse ahlâk dersi veremez. Biz istediğimizi yaparız. Durmayız, asarız, keseriz” anlamına gelecek beyanlarda bulunuyorlar. Bu tavır da dünyanın uyanmasına sebep olmayacaksa, başka ne sebep olabilir? Bir devletin, bütün dünyayı ve insanlığı karşısına alarak inadını sürdürmesi ne kadar mümkün olur? Hiç olmaz ve olmamalı...

İsrail’de bulunan bazı insaf ehli ‘insan’ların da bu katliâma karşı çıktığı ve kendi bakanlıkları önünde “Katliâma son ver” diyerek yürüyüş yaptığı medyada yer almıştı. İnşallah bu ‘insan’lar çoğalır da İsrail yöneticilerinin “yüzde yüz” yanlışta ısrarından vaz geçmelerine sebep olurlar.

Dünya ülkeleri geç kalmadan İsrail’e karşı ‘netice alacak şekilde tepki’ vermek durumundadırlar. Sustukça sıranın, susanlara geldiğine tarih şahittir. İsrail’e suç ortağı olunmasın...

11.01.2009

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Aç parantez, üç nokta parantezi kapat…



Türkiye yeni yıla yeni bir kanalla girdi. TRT-6 (TRT Şeş) görkemli bir merasimle yayın hayatına başladı. Van Milletvekili Gülşen Orhan’ın söylediği Kürtçe türkü ile renk kattığı açılışından sonra kanalla ilgili “devrim” nitelemesini yapanda oldu, yetersiz bulanlar da oldu.

Kanalın taşıdığı anlam bir kenara bırakılıp, magazinleştirilmesi yoluna gidildi. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın açılışında Kürtçe “hayırlı olsun” sözü bile basınımızda farklı farklı yazıldı.

“Şeş tv”yi Erdoğan, bir “açılım” olarak değerlendirip, devletin halkıyla bütünleşmesi açısından önemli gördüğünü söylerken, “milliyetçiler” hemen gardını aldılar. Millî devlet yapısının ihanete uğrayarak arkadan hançerlendiğini söylediler. Bu konuda en garip ve anlaşılmaz sözleri de CHP Lideri Baykal sergiledi. Öncelikle kanalı “tehlikeli” bulduğunu söyledi. Sonrasında da “Özel televizyon Kürtçe yayın yapabilir. Ama devletin parasını, kaynaklarını sadece bir kesim vatandaşlarımızın etnik talepleri doğrultusunda harcanması doğru değildir (!)” diyerek enteresan bir yorum getirdi.

Biz de, kanalın birlik ve beraberliğe hizmet etmesi için “hayırlı olsun” diyoruz. Bu vesile ile bir garipliği vurgulamak istiyorum. Devletin kanalında Kürtçe yayın başlarken, diğer taraftan da Meclis’te yapılan Kürtçe sözlerin tutanaklara nasıl geçeceği konusunda karışıklık yaşanıyor. Kürtçe kelimeler Meclis tutanaklarına daha önce “bilinmeyen dil” olarak geçilirken, Meclis Başkanı Toptan başka bir formül bulup, “Türkçe olmayan bir dil” şeklinde yazılmasını sağlamıştı.

Bununla yetinilmedi… Şimdi Kürtçe kelimeler, noktalama işaretleri ile tutanaklara geçiyor. Yani, Kürtçe bir kelime kullanılırsa tutanaklara (…) şeklinde geçiyor artık. Bir taraftan Kürtçe tv açılıyor, diğer taraftan Kürtçe kelimeler noktalama işâretleri ile ifade ediliyor. Tam bize has bir olay…

* * *

KANUN DEVLETİ

Ergenekon soruşturması derinlere inildikçe enteresan ilişkileri de ortaya çıkarıyor. Bir yandan dönemin kudretli ve önemli isimleri gözaltına alınıyor. Diğer yandan da soruşturmanın başında gözaltına alıp cezaevinde olanların dâvâlarında karşılıklı suçlamalar, ilginç diyaloglar ortaya çıkıyor. Kaybolan silâhların ya bazı evlerde ya da toprak altında gömülü bulunması, birbirine karşı gibi olanların aslında bir takım konularda birlikte olduklarının ortaya çıkması insanları şaşırttıkça şaşırtıyor.

Bu aşamadan sonra, hukukun üstünlüğüne inanıp, yargıya baskı niteliğinde eylem ve sözlerden kaçınmak gerekli. Mahkemenin soruşturması kendi seyrine bırakılmalı. Gözaltına alınanlar ya da cezaevinde bulunanların bir dönemde önemli görevde olmaları dolayısıyla dâvânın magazinleştirilmesine müsaade edilmemeli. Hukukun üstünlüğü içerisinde adaletin yerini bulmasına herkes yardımcı olmalı.

Son dalga ile birlikte dâvâ nerelere kadar uzanacağı tam olarak kestirilemiyor.Yargıya gölge düşürülmeden, iş nereye uzanıyorsa da oraya kadar uzanıp adalet tecelli ettirilmeli. Bu dâvâ sonucunun Türkiye’nin kanun devleti olduğu yolundaki eleştirilerden kurtulup, hukuk devletine giden yolu açmasını da ümit edelim.

* * *

NİHAYET

Hükümet kabul etmese de Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecini yavaşlattığı bir gerçek. Bu yavaşlama dolayısıyla AB çevreleri Türkiye’yi eleştirirken, ülkemizin AB’ye girişi de gecikiyor. Halkın büyük çoğunluğu demokratikleşme ve AB reformlarında ilerleme taleplerini açıkça ortaya koyarken, AKP hükümetinin AB reformlarını yapma konusunda isteksizliğinin pek çok sebebi var. AB konusunda Türkiye’nin başmüzakerecilik görevinin aynı zamanda Dışişleri Bakanlığı gibi zor bir bakanlıkla birlikte yürütülüyor olunması bu yavaşlamanın önemli sebeplerinden birisiydi.

Yıllardır yapılan bu eleştirileri nihayet Erdoğan da gördü. Hükümet ilk yıllarında olduğu gibi yine AB’ye sarılmaya karar vermiş olacak ki, başmüzakerecilik görevi Ali Babacan’dan alınarak İstanbul Milletvekili Egemen Bağış’a verildi. Bağış bundan sonra AB üyelik görüşmelerinde başmüzakereci görevini yürütecek. Bağış, İsrail’in Gazze’de yaptığı katliâmın başlamasından sonra üyesi bulunduğu Türkiye-İsrail Parlamentolararası Dostluk Grubundan ilk istifa eden milletvekilleri arasında da yer almıştı.

Bakalım Bağış, Türkiye’nin AB sürecine bir ivme kazandıracak mı? Ümit ediyoruz ki, görüşmelerin normal seyrine girmesine katkıları olur ve bu süreç bir ivme kazanır…

11.01.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Demokrat Partinin seyir defteri (3)



Demokrat Parti’nin 63. kuruluş yılında geri bakıldığında, Türkiye’de çok partili hayata demokrasiyi getiren DP ve devamı partilerle demokrasinin seyrinin paralel gittiği görülür.

Demokrat Parti’nin Ezân-ı Muhammedînin aslına çevrilmesiyle başlayan, demokrasiyi, temel hak ve hürriyetleri geliştirmesi, inanç ve mânevî değerlere hizmetleri, çeyrek asırdır antidemokratik dayatmalara alışmış siyasî muârızlarını daha ilk günde “endişe”ye düşürür.

Bundandır ki çeyrek asırlık istibdatla cebrîliğe ve keyfîliğe alışmış mihraklar boş durmadılar. Daha başta demokrasi dışı oyunların içine girdiler, tuzakları kurdular, Demokratları düşürme ve darbe plânlarını yaptılar.

Oysa Türkiye, Demokrat Parti’nin ilk on yılında iktisadî kalkınmanın altın yıllarını yaşadı. Türkiye Osmanlı borçlarının son taksidini ödedi. Fert başına düşen millî gelir, önceki yıllara göre katlandı.

İmalat Muamele Vergisi kaldırıldı. Türk Traktör Fabrikalarında montajı yapılan ilk 100 traktör Türkiye’ye Ziraat Donatım Kurumu’na teslim edildi. Gölcük Askerî Tersanesi hizmete girdi. Özel sanayi girişimleri desteklendi, sanayi kongresi toplandı. İlk kez okyanuslar ötesi ile telefon hattı kuruldu. İTÜ’de ilk TV yayın denemesi yapıldı. ODTÜ’nün temeli atıldı ve kanunu kabul edildi. Türkiye ve Orta Doğu Amme İdâresi Enstitüsü kuruldu.

Gülhane Askerî Tıp Hastanesi’nde Türkiye’nin ilk kalp ameliyatı gerçekleştirildi. İktisadî ve Ticarî İlimler Akademileri kuruldu. Erzurum Atatürk Üniversitesi açıldı. Sosyal Hizmetler Enstitüsü kurulmasına dair kanun kabul edildi. Et ve Balık Kurumu ile Türk Standartlar Enstitüsü, restore edilen Rumeli Hisarı ve Yeşilköy Havalimanı açıldı. Barajlar, fabrikalar, karayolları ve enerji hamlesi büyük bir başarıyla yürütüldü. Seyhan ve Hirfanlı barajlarının temeli atıldı.

Çalışma hayatında da büyük gelişmeler sağlandı. Büyük Çalışma Meclisi işçi-işveren ilişkilerini görüşmek için Ankara’da toplandı. Sendikalar kongrelerini yaptı. İşçiler için ücretli hafta tatili kanunu çıkarıldı. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği kuruldu…

AKTİF DIŞ POLİTİKA

Aktif ve etkin bir dış politika izlendi. Türkiye Avrupa ülkeleri, komşuları ve İslâm dünyasıyla geniş bir diplomatik irtibata geçti. Yunanistan’dan İran’a, Suudî Arabistan’dan Almanya’ya, Hindistan’dan İspanya’ya, Irak’tan Pakistan’a kadar Cumhurbaşkanı, Başbakan ve bakanlar seviyesinde karşılıklı yoğun ziyaretler yapıldı. Çeşitli ülkelerle siyasî, ekonomik işbirlikleri, ticaret antlaşmaları imzalandı.

Arap Devletleri Birliği’nin Genel Sekreteri Türkiye’ye resmî ziyarette bulundu. İslâm dünyasına açılmanın bir yeni adımı olarak Türkiye ile İstiklâl Savaşına her türlü desteği veren Hint Müslümanların kurduğu Pakistan’la savunma ve dostluk mutâbakatı imzalandı.

40. Dünya Parlamenterler Konferansı İstanbul’da toplandı. Süveyş Kanalı için yapılan 2. Londra Konferansına Türkiye heyet gönderdi. Türkiye, NATO’ya dâvet edildi ve üyelik antlaşması imzalandı, BM Güvenlik Konseyi üyeliğine seçildi. Bağdat Paktı’yla Türkiye, Irak ve Pakistan arasında karşılıklı işbirliği antlaşması imzalandı. Antlaşmaya daha sonra İran ve İngiltere de katıldı. ABD ise “gözlemci” oldu.

Bu arada Hilâfetin ilgâsına ve Hanedânı Osmanînin Türkiye Cumhuriyeti memâliki hâricine çıkarılmasına dair 431 sayılı kanunun 2. maddesinin değiştirilmesiyle, Türkiye’ye gelmeleri ve geçmeleri yasak olan Osmanlı hanedânı kadınları yasak dışında tutuldu. Erzurum Aziziye tabyasını kahramanca savunan Nene Hatun’a maaş bağlanması Meclis’te kabul edildi. Çanakkale şehitler Abidesi’nin yapılmasına başlandı.

DEMOKRASİYE KARŞI TAHRİK

Düşünce ve ifâde hürriyetinde, temel hak ve hürriyetlerde de büyük açılımlar elde edildi. Çeşitli sivil örgütlerin, dernek ve vakıfların kurulmasına fırsat verildi. Meclis’te Türk Ceza Kanunu’nun 141. ve 142. maddeleri değiştirildi. Hür Mason Teşkilâtı kapatıldı. Din ve hürriyetleri hakkında kanun kabul edildi. Din dersleri ortaokullarda zorunlu hale getirildi. Seçim Kanununda değişiklik yapıldı.

Ne var ki halkı kamplaşma ve kutuplaşmaya iten tahrikler devam etti. Amaç, Demokrat Parti’nin önünü kesmekle Türkiye’nin önünü kesmekti. Maddî ve mânevî kalkınmasını baltalamaktı. Kırşehir’de “Atatürk büstü”nün saldırıya uğramasıyla başlayan tahrikler zinciri bunun içindi. Bu saldırıyı kınamak için büyük bir miting düzenlenmesi de. Keza Ankara’da büste ve “Atatürk heykellerine saldıran” 100’den fazla “Ticanî tarikatı üyesi” Ankara’da tutuklanması da…

O denli ki şamatalar karşısında hükûmet, “Atatürk reformlarının ve büstlerinin korunması” maksadıyla 5816 sayılı “Atatürk’ü Koruma Kanunu”nu çıkarmak durumunda kaldı.

Ve Vatan gazetesi Başyazarı Ahmet Emin Yalman’ın Malatya’da uğradığı silâhlı saldırıyla yaralanması, gerginlik ve tahrikleri daha da tırmandırdı. Onlarca kişi tutuklandı. Bu bahaneyle Menderes hükûmetine ve DP’ye büyük ithamlarda bulunuldu. “İrticayı himâye ettiği” nutukları atıldı.

Bütün şaşırtma ve propagandalara rağmen 1954 seçimlerini CHP’nin 31 milletvekiline karşı DP 305 milletvekiliyle kazandı. Ama demokrasi dışı mihrakların demokrasiye ve millete saygısı yoktu…

11.01.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Belâları hizmetle aşmak



Ubudiyet imtihanları için gönderildiğimiz bu dünya hayatında sevinçli ve coşkulu anlar da elbette vardır, ama genel itibarıyla baktığımızda sıkıntılı zamanların daha çok olduğunu ifade etmemiz herhalde yanlış olmaz.

Kabz-bast hallerinin birbirini takip etmesi veya bazan iç içe geçmesi, hem imtihan sırrının bir icabı, hem de Esma-i İlâhiyenin farklı tecellîleri bunu gerektiriyor. Meselâ Bâsıt isminin tecellî ettiği anlarda yaşadığımız inşirah ve sevinç halleri, Kàbız ismi hükmünü icra ettiğinde yerini sıkıntı, daralma ve kasvete bırakabiliyor.

“Cemal ve Celâl tecellîleri” tabiri de aynı mânâyı daha değişik boyutlarıyla dile getirmekte.

Bu gibi hallerde bize düşen görev, inşirah ve sevinç hallerini şükürle, sıkıntı ve kasvet durumlarını da sabırla karşılayıp, her iki halden de bizi Rabbimize yakınlaştıracak neticeler almak.

Bunu yapabilmek, tabiî ki, iman mertebelerinde kat edeceğimiz merhale ve derinliğe bağlı.

İmanımız ne kadar sağlam ve kuvvetli olursa, hayatta başımıza gelecek ve karşımıza çıkacak halleri Allah’a daha da yaklaşma vesilesi kılmamız o derece imkân dahiline girer ve kolaylaşır.

Şer gibi görünen hadiselerin arkaplanındaki hayırları keşfederek, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri gibi “Hak şerleri hayreyler/ Zannetme ki gayreyler/ Mevlâ görelim neyler/ Neylerse güzel eyler” deme huzurunu elde etmenin anahtarı, böyle bir iman mertebesine erişmekte.

Yine İbrahim Hakkı’nın “Hoştur bana Senden gelen/ Ya gonca gül, yahut diken/ Ya hayattır yahut kefen/ Nârın da hoş, nurun da hoş/ Kahrın da hoş, lütfun da hoş” mısraları da imandaki derin teslimiyetin huzurunu terennüm ediyor.

“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder” diyen ve hakikî imanı elde eden bir insanın kâinata meydan okuyup, imanının kuvvetine göre hadiselerin tazyikinden kurtulabileceğini vurgulayan Üstad Bediüzzaman da, kabz-bast hallerinin intibah ehline geldiğini ve terakkîye vesile olduğunu söylüyor (Kastamonu Lâhikası, s. 10)

Çünkü sürekli bast hali insanı “Ben işi bitirdim, Cenneti garantiledim” fikriyle gaflete, bitmeyen bir kabz ise ümitsizliğe düşürebilir. Oysa insanın istikamet üzere devamı, havf-reca, yani korku-ümit dengesinin muhafazasına bağlı.

Her namazdan sonra tesbihatta ve sair dua ve münâcatlarda tekrarladığımız “Allahümme ecirnâ minen-nâr” (Allah’ım, bizi Cehennem ateşinden koru” yakarışı bu dengenin korku ayağını, “Allahümme edhılne’l-Cennete maal-ebrar” (Allah’ım, bizi hayırlı kullarınla beraber Cennete koy” duası ümit ayağını ifade ediyor.

Yanılmıyorsak Hz. Ömer’e (r.a.) atfedilen “İşitsem ki, Cehennemde sadece bir kişilik yer kalmış, acaba orası benim için mi diye titrerim; ve yine işitsem ki, Cennette bir kişilik yer kalmış, oraya da ben gireceğim diye ümitlenirim” mealindeki söz de bu hassas dengenin ifadesi.

Bu dengeyi yakalayıp, İnşirah Sûresinde dikkatimize sunulan ve “Her zorluğun beraberinde bir kolaylık ve her kolaylığın beraberinde bir zorluk vardır” mealiyle aktarabileceğimiz prensibi hiç hatırımızdan çıkarmayarak, zorlukları sabır, kolaylıkları şükürle karşılama olgunluğuna erişebilirsek saadetin anahtarını elde ederiz.

İşte serâpa Kur’ân’dan alınmış bir iman dersi niteliğindeki Risale-i Nur, bizlere bu mesajı sunuyor ve hiçbir beşerî “mutluluk formülü”nün veremeyeceği rahatlatıcı tesellîleri bahşediyor.

Şu sözler de zorluk, engel ve sıkıntılara karşı nasıl davranmamız gerektiğine ışık tutuyor:

“Madem şimdiye kadar ekseriyet-i mutlaka ile Risale-i Nur şakirtleri Risale-i Nur hizmetini her belâya, her derde bir çare, bir ilaç bulmuşlar; biz her gün hizmet derecesinde maişette kolaylık, kalbde ferahlık, sıkıntılara genişlik hissediyoruz; elbette bu dehşetli yeni belâlara, musibetlere karşı da yine Risale-i Nur’un hizmetiyle mukabele etmemiz lâzımdır.” (Kastamonu L., s. 182)

11.01.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır