Türkiye’de AB süreci, “postmodern müdahale” olarak tarihe geçen 28 Şubat’ın giderek koyulaşıp derinleştiği bir ortamda, 1999 Aralık’ında alınan “adaylığımızın kabul ve ilânı” kararıyla tarihî bir virajı alarak ivme kazandı. Bu kararı izleyen üç yıl içinde, bir taraftan 28 Şubat’ın ağırlaşan baskılarına maruz kalmanın, diğer taraftan AB’den gelen demokratikleşme tazyiklerinin çelişkisini yaşadık.
Ve sonuçta AB süreci ağır bastı. Bunun en tipik göstergelerinden biri, 28 Şubat’ın evvelce kaldırılan 163. madde yerine işlettiği 312. maddenin, AB’nin ısrarlı talep ve takipleriyle değiştirilerek “kullanışlı” olmaktan çıkarılmasıydı.
Hem de Ecevit’in başbakanı olduğu, 28 Şubat ürünü Anasol-M koalisyonu iş başındayken...
Aynı hükümetin üç buçuk yılını tamamlayamadan seçime gitmek zorunda kalmasında etkili olan belli başlı sebeplerden biri de, Ecevit’in mâlûm durumu ve koalisyonun iç yapısındaki sorunların yanında, bu hükümetin zihniyeti ile AB kriterleri arasındaki doku uyuşmazlığıydı.
2002 seçiminin tek başına iktidara getirdiği AKP’ye içte ve dışta açılan cömert kredide de, bu partinin AB sürecinde pozitif bir politika izleyeceği beklentisinin çok önemli bir yeri vardı.
AKP, iktidarının ilk iki yılında bu beklentilere uygun hareket etti. Önemli reform ve değişim paketlerine imza attı. Ama evvelce defaatle yazdığımız gibi, AB’den müzakere tarihi aldığı 17 Aralık 2004’ten sonra anlaşılmaz bir tavırla frene bastı. Ve bir daha da yeni bir adım atmadı.
Eğer AB sürecinin gerektirdiği reform hamleleri dinamik bir anlayışla sürekli kılınabilseydi, Türkiye Başbakanın da, bakanlarının da yeri geldikçe yakındıkları “bürokratik oligarşi” sorununu aşma yolunda hayli mesafe kat edebilirdi.
Ama öyle olmadı. Dahası, AKP iktidarının, reformlarda ipe un sermenin ötesinde, zaman zaman, AB’nin demokrasiyi sahiplenme anlamında verdiği destek mesajlarına karşı, “İçişlerimize karışılmasın” havalarında, bürokratik oligarşinin yanında yer alabildiğini dahi gördük.
Bunun çok ilginç ve unutulmaz örneklerinden biri, 2003 Eylül’ünde hükümetin gündeme getirme girişiminde bulunduğu YÖK reformuna karşı Kemal Gürüz ve bazı rektörler meydanlara dökülüp “Ordu göreve” pankartlarıyla boy gösterdikleri, ardından Kara Kuvvetleri Komutanını makamında ziyaret ettikleri ve Komutan da göstere göstere rektörlere taktikler verdiği zaman bu durumu eleştiren AB Temsilcisi Kretschmer’in hükümetten tepki almış ve hükümetin reformu derhal geri çekmiş olmasıydı.
Bindiği dalı kesmekten farksız bir tavırdı bu.
Ve maalesef, aynı tavır, dört yılı aşkın süredir reformlara bir yenisini ilâve etmemek suretiyle devam ediyor. Oysa AB raporlarında defalarca altı çizilerek vurgulanan “Yargıyı siyasî ve ideolojik tartışmaların üstüne çıkaracak reformları yapın, asker-sivil ilişkilerini AB kriterlerine uydurun” uyarılarının gereği yapılmış olsaydı son dönemdeki büyük sıkıntıların çoğu yaşanmazdı.
İşin ilginç bir tarafı, gereği yerine getirilmese de, söz konusu AB uyarılarının ısrarlı bir şekilde hatırlatılıp tekrarlanması bile çok işe yarıyor.
Demokrasimizi tam üç defa kesintiye uğratan darbelerin artık göze alınamaması, 28 Şubat türü postmodern darbe yöntemlerinin dahi sürdürülememesi ve müdahalelerin artık kapalı kapılar ardındaki “ikna” seansları şekline dönüşmesi bunun bir neticesi. Aynı şekilde yargı eliyle yapılan müdahalelerin tavsamaya başlaması da.
Onun için, AKP iktidarı AB’yi boşlayan tavrını bir an önce terk edip demokratikleşme reformlarına dört elle sarılmalı ki, direnişini farklı yöntemlerle sürdüren statüko tümüyle etkisiz kılınıp sistemde kalıcı iyileşmeler sağlanabilsin.
Bunun için de, yeni Başmüzakereci Bağış’ın “AB Türkiye’nin diyetisyeni, fazla kilolarımızı onun yardımıyla atacağız” söylemiyle ifade ettiği yaklaşımdan daha ciddî bir tavra ihtiyaç var.
17.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|