Ergenekon soruşturması başladığından bu yana işi ‘şaka’ya vuran, mizah konusu yapmak isteyen ve ‘dalga’ geçen çok sayıda konuşma, yazı ve açıklamaya şahit olduk. Kimi ‘heryerekon’ diyerek darbe teşebbüslerini görmek istemedi, kimi de son kazılarda olduğu gibi operasyonu ‘arkeoloji çalışmaları’na benzetti.
Gözaltıların başladığı ilk günden bu yana ortaya konulan ‘delil’ler inkâr edilse bile ortada inkâr edilmesi mümkün olmayan bir gerçek var: Türkiye ortalama her 10 yılda bir darbeye maruz kalıyor. Peki bu darbeler hiç planlanmadan, rastgele, bir gecede karar alınarak mı yapılıyor?
Elbette ‘deprem hariç her şeyin bir senaryosu var’ diyenler haklı olabilir. Buna rağmen, kocaman bir ‘darbe tarihi’ne sahip olan ülkemizde sürekli yeni darbe teşebbüsünde bulunanlar da olmuştur. Dolayısıyla, ortaya konulan delilleri tamamen inkâr etmek, yok saymak, “böyle bir tehlike, bir çalışma, bir teşebbüs olmaz” demek mümkün değildir.
Gerçi ‘arkeoloji kazısı’ diye küçümsedikleri kazılardan ‘cephanelik’ler çıktı, ama buna rağmen inkâr yoluna sapıyorlar. Bazıları bu cephaneliklerin ortaya çıkmasıyla insafa gelip, en azından böyle bir tehlikenin farkına vardılar. Ama hâlâ inkâr yolunu tutanlar da var.
Elbette yanlışta inat edenleri inandırmak kolay değil. Minareyi çalmaya niyetlenenlerin, çok daha önceleri ‘terzi’lere ‘kılıf’ siparişi verdikleri de bilinir. Bulunan delilleri inkâr etmek yerine, doğrudan ihtilâli savunsalar daha dürüst davranmış olmazlar mı? Haddi zatında ihtilâlleri savunuyorlar, ama bunu doğrudan değil de dolaylı olarak yapmayı, milleti yanıltmayı tercih ediyorlar. Aradan geçen bunca yıla rağmen hâlâ 27 Mayıs’ı, 12 Eylül’ü ve bütün zararları görülmesine rağmen 28 Şubat sürecini savunanlar niçin yeni bir ihtilâli, darbeyi ya da darbe teşebbüsünü savunmasın?
İnkâr cephesi, bir generale ait olduğu ifade edilen ‘darbe günlükleri’ yayınlandığında da hemen inkâra yeltenmişti. Nihayetinde konu mahkemeye taşındı ve bu günlüklerin gerçek olduğu ortaya çıktı. Bu defa da ‘günlüklerin sahibinin kim olduğu’ tartışılıp zamanla unutturulmaya çalışıldı. Darbelere şahit olunan ülkemizde, darbe teşebbüsleri karşısında şaşırılmaz ki! Maalesef ülkemiz, darbeci yetiştirme konusunda mahirdir. Başarılı olanların yanında, başarısız olan ve bu uğurda idam edilenler de olmuştur. Dolayısıyla “Üç beş silâhla ihtilâl mi yapılır?” sorusu temelsiz bir sorudur. İhtilâl olmasından daha önemlisi, ihtilâle zemin hazırlanmasıdır ki; işte bu ‘gömü’lerle bunları yapmak mümkündür. Hemen her ihtilâl öncesi benzer provokasyonların yapıldığını herkes biliyor. Eski ihtilâlleri bir yana bırakalım, post modern ihtilâl olarak isimlendirilen 28 Şubat süreci öncesinde ortaya çıkan ‘alâmetler’ birer provokasyon değil miydi? Şimdi nerede ‘eli bastonlu’lar?
İhtilâlseverler, toprak altından silâh ve cephane çıkmasına rağmen ‘tehlike’yi inkâr ediyorlar. Bunlar değil miydi, “tehlikenin farkında mısınız” diye soranlar? Milletimiz, gerçek tehlikenin ihtilâlciler ve ihtilâlseverler olduğunun farkında...
17.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|