|
|
Faruk ÇAKIR |
Sizi ne inandırır? |
|
Ergenekon soruşturması başladığından bu yana işi ‘şaka’ya vuran, mizah konusu yapmak isteyen ve ‘dalga’ geçen çok sayıda konuşma, yazı ve açıklamaya şahit olduk. Kimi ‘heryerekon’ diyerek darbe teşebbüslerini görmek istemedi, kimi de son kazılarda olduğu gibi operasyonu ‘arkeoloji çalışmaları’na benzetti.
Gözaltıların başladığı ilk günden bu yana ortaya konulan ‘delil’ler inkâr edilse bile ortada inkâr edilmesi mümkün olmayan bir gerçek var: Türkiye ortalama her 10 yılda bir darbeye maruz kalıyor. Peki bu darbeler hiç planlanmadan, rastgele, bir gecede karar alınarak mı yapılıyor?
Elbette ‘deprem hariç her şeyin bir senaryosu var’ diyenler haklı olabilir. Buna rağmen, kocaman bir ‘darbe tarihi’ne sahip olan ülkemizde sürekli yeni darbe teşebbüsünde bulunanlar da olmuştur. Dolayısıyla, ortaya konulan delilleri tamamen inkâr etmek, yok saymak, “böyle bir tehlike, bir çalışma, bir teşebbüs olmaz” demek mümkün değildir.
Gerçi ‘arkeoloji kazısı’ diye küçümsedikleri kazılardan ‘cephanelik’ler çıktı, ama buna rağmen inkâr yoluna sapıyorlar. Bazıları bu cephaneliklerin ortaya çıkmasıyla insafa gelip, en azından böyle bir tehlikenin farkına vardılar. Ama hâlâ inkâr yolunu tutanlar da var.
Elbette yanlışta inat edenleri inandırmak kolay değil. Minareyi çalmaya niyetlenenlerin, çok daha önceleri ‘terzi’lere ‘kılıf’ siparişi verdikleri de bilinir. Bulunan delilleri inkâr etmek yerine, doğrudan ihtilâli savunsalar daha dürüst davranmış olmazlar mı? Haddi zatında ihtilâlleri savunuyorlar, ama bunu doğrudan değil de dolaylı olarak yapmayı, milleti yanıltmayı tercih ediyorlar. Aradan geçen bunca yıla rağmen hâlâ 27 Mayıs’ı, 12 Eylül’ü ve bütün zararları görülmesine rağmen 28 Şubat sürecini savunanlar niçin yeni bir ihtilâli, darbeyi ya da darbe teşebbüsünü savunmasın?
İnkâr cephesi, bir generale ait olduğu ifade edilen ‘darbe günlükleri’ yayınlandığında da hemen inkâra yeltenmişti. Nihayetinde konu mahkemeye taşındı ve bu günlüklerin gerçek olduğu ortaya çıktı. Bu defa da ‘günlüklerin sahibinin kim olduğu’ tartışılıp zamanla unutturulmaya çalışıldı. Darbelere şahit olunan ülkemizde, darbe teşebbüsleri karşısında şaşırılmaz ki! Maalesef ülkemiz, darbeci yetiştirme konusunda mahirdir. Başarılı olanların yanında, başarısız olan ve bu uğurda idam edilenler de olmuştur. Dolayısıyla “Üç beş silâhla ihtilâl mi yapılır?” sorusu temelsiz bir sorudur. İhtilâl olmasından daha önemlisi, ihtilâle zemin hazırlanmasıdır ki; işte bu ‘gömü’lerle bunları yapmak mümkündür. Hemen her ihtilâl öncesi benzer provokasyonların yapıldığını herkes biliyor. Eski ihtilâlleri bir yana bırakalım, post modern ihtilâl olarak isimlendirilen 28 Şubat süreci öncesinde ortaya çıkan ‘alâmetler’ birer provokasyon değil miydi? Şimdi nerede ‘eli bastonlu’lar?
İhtilâlseverler, toprak altından silâh ve cephane çıkmasına rağmen ‘tehlike’yi inkâr ediyorlar. Bunlar değil miydi, “tehlikenin farkında mısınız” diye soranlar? Milletimiz, gerçek tehlikenin ihtilâlciler ve ihtilâlseverler olduğunun farkında...
17.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
AB’siz olmaz |
|
Türkiye’de AB süreci, “postmodern müdahale” olarak tarihe geçen 28 Şubat’ın giderek koyulaşıp derinleştiği bir ortamda, 1999 Aralık’ında alınan “adaylığımızın kabul ve ilânı” kararıyla tarihî bir virajı alarak ivme kazandı. Bu kararı izleyen üç yıl içinde, bir taraftan 28 Şubat’ın ağırlaşan baskılarına maruz kalmanın, diğer taraftan AB’den gelen demokratikleşme tazyiklerinin çelişkisini yaşadık.
Ve sonuçta AB süreci ağır bastı. Bunun en tipik göstergelerinden biri, 28 Şubat’ın evvelce kaldırılan 163. madde yerine işlettiği 312. maddenin, AB’nin ısrarlı talep ve takipleriyle değiştirilerek “kullanışlı” olmaktan çıkarılmasıydı.
Hem de Ecevit’in başbakanı olduğu, 28 Şubat ürünü Anasol-M koalisyonu iş başındayken...
Aynı hükümetin üç buçuk yılını tamamlayamadan seçime gitmek zorunda kalmasında etkili olan belli başlı sebeplerden biri de, Ecevit’in mâlûm durumu ve koalisyonun iç yapısındaki sorunların yanında, bu hükümetin zihniyeti ile AB kriterleri arasındaki doku uyuşmazlığıydı.
2002 seçiminin tek başına iktidara getirdiği AKP’ye içte ve dışta açılan cömert kredide de, bu partinin AB sürecinde pozitif bir politika izleyeceği beklentisinin çok önemli bir yeri vardı.
AKP, iktidarının ilk iki yılında bu beklentilere uygun hareket etti. Önemli reform ve değişim paketlerine imza attı. Ama evvelce defaatle yazdığımız gibi, AB’den müzakere tarihi aldığı 17 Aralık 2004’ten sonra anlaşılmaz bir tavırla frene bastı. Ve bir daha da yeni bir adım atmadı.
Eğer AB sürecinin gerektirdiği reform hamleleri dinamik bir anlayışla sürekli kılınabilseydi, Türkiye Başbakanın da, bakanlarının da yeri geldikçe yakındıkları “bürokratik oligarşi” sorununu aşma yolunda hayli mesafe kat edebilirdi.
Ama öyle olmadı. Dahası, AKP iktidarının, reformlarda ipe un sermenin ötesinde, zaman zaman, AB’nin demokrasiyi sahiplenme anlamında verdiği destek mesajlarına karşı, “İçişlerimize karışılmasın” havalarında, bürokratik oligarşinin yanında yer alabildiğini dahi gördük.
Bunun çok ilginç ve unutulmaz örneklerinden biri, 2003 Eylül’ünde hükümetin gündeme getirme girişiminde bulunduğu YÖK reformuna karşı Kemal Gürüz ve bazı rektörler meydanlara dökülüp “Ordu göreve” pankartlarıyla boy gösterdikleri, ardından Kara Kuvvetleri Komutanını makamında ziyaret ettikleri ve Komutan da göstere göstere rektörlere taktikler verdiği zaman bu durumu eleştiren AB Temsilcisi Kretschmer’in hükümetten tepki almış ve hükümetin reformu derhal geri çekmiş olmasıydı.
Bindiği dalı kesmekten farksız bir tavırdı bu.
Ve maalesef, aynı tavır, dört yılı aşkın süredir reformlara bir yenisini ilâve etmemek suretiyle devam ediyor. Oysa AB raporlarında defalarca altı çizilerek vurgulanan “Yargıyı siyasî ve ideolojik tartışmaların üstüne çıkaracak reformları yapın, asker-sivil ilişkilerini AB kriterlerine uydurun” uyarılarının gereği yapılmış olsaydı son dönemdeki büyük sıkıntıların çoğu yaşanmazdı.
İşin ilginç bir tarafı, gereği yerine getirilmese de, söz konusu AB uyarılarının ısrarlı bir şekilde hatırlatılıp tekrarlanması bile çok işe yarıyor.
Demokrasimizi tam üç defa kesintiye uğratan darbelerin artık göze alınamaması, 28 Şubat türü postmodern darbe yöntemlerinin dahi sürdürülememesi ve müdahalelerin artık kapalı kapılar ardındaki “ikna” seansları şekline dönüşmesi bunun bir neticesi. Aynı şekilde yargı eliyle yapılan müdahalelerin tavsamaya başlaması da.
Onun için, AKP iktidarı AB’yi boşlayan tavrını bir an önce terk edip demokratikleşme reformlarına dört elle sarılmalı ki, direnişini farklı yöntemlerle sürdüren statüko tümüyle etkisiz kılınıp sistemde kalıcı iyileşmeler sağlanabilsin.
Bunun için de, yeni Başmüzakereci Bağış’ın “AB Türkiye’nin diyetisyeni, fazla kilolarımızı onun yardımıyla atacağız” söylemiyle ifade ettiği yaklaşımdan daha ciddî bir tavra ihtiyaç var.
17.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Suna DURMAZ |
Haçlıların hezimeti |
|
—Dünden Devam—
Cihad çağrısını duyup Irak, Suriye ve Mısır’dan yola çıkan 12 bin süvari ve bir okadar da gönüllü 1187 yılı Nisan ayında Şam yakınlarındaki Havran mıntıkasında bulunan Ra’sul Ma (Subaşı) denilen mevkide toplandılar. Büyük meydan savaşına girmeden önce düşmanın kuvvetini ölçmek isteyen Selâhaddin Eyyubi, Harran Emiri Muzafferüddin, Şam askerî komutanı Sarumuddin ve Halep askerî komutanı Bedreddin’in emrine bir öncü birlik verip Akka’ya doğru yola çıkardı. Haberi alan Kudüs Tapınak Şövalyeleri lideri Gerard of Rideford da beşyüz askerden oluşan bir birliğin başına geçerek karşı taraftan yola koyuldu. İki birlik Safuriyye mevkiinde karşılaştılar. Düşmana karşı girişilen çetin bir çarpışma sonucunda Müslümanlar Kudüs fethini aralayacak olan çok önemli bir zafer elde etmişlerdi. (Salaheddin el-Faris el-Mücahid ve’l Melik ez-Zahid sh: 261)
Bu başarının ardından öldürücü darbe hazırlığına giren Selâhaddin Eyyubî, askerleriyle beraber Mayıs ayında Taberiyye’nin güneyine düşen el-Ukhuvana mevkiine vardı. Haçlı ordusunu kendisine doğru çekerek hezimete uğratmak istediğinden Taberiyye’ye saldırdı. Ve fazla zorluk çekmeden de şehri ele geçirdi. İslâm ordusunun yavaş yavaş Kudüs’e doğru ilerlediğini gören Kudüs Latin Krallığı yirmibin askerden oluşturduğu Haçlı ordusunu Müslümanların üzerine doğru çıkarttı. Selâhaddin’in çizdiği plan iyi gidiyordu. Haçlılar kendi ayaklarıyla hezimete doğru ilerliyorlardı. Taberiyye yolunu yarılayan Haçlı ordusu Lubia mevkiine varınca, birden ok yağmuruna tutuldu. Müslüman okçuların hedefi, haçlı ordusunun arka kuvvetini oluşturan şövalyelerdi. Zırhlar içindeki şövalyelere isabet ettirmek zor olduğundan, oklarını atlara doğru atıyorlardı. Şiddetli ok yağmurundan şaşkına dönen Haçlılar yönlerini ‘Hıttin’e çevirdiler. Amaç, suyu bol olan Hıttin’de dinlenip daha sonra Taberiyye’ye saldırmaktı. Ancak bu kararı almakla savaş stratejisi olarak son derece büyük bir hata yapmış oluyorlardı.
Çünkü İslâm ordusu kendilerinden önce Hıttin’e gelerek su başlarını tutmuştu. Yazın şiddetli sıcağında susuz kalan Haçlı ordusu bitap düştüğünden Arap bedevilerinin ve Türkmenlerin vur-kaç taktiğini uyguladıkları saldırıları karşısında bozguna uğruyordu. Düşmanın arka tarafından esen sıcak rüzgâr da, sanki fetihte payının olmasını istiyormuş gibi Müslüman askerlerin kulaklarına “otları yakın, otları!” diye fısıldıyordu!!
Rüzgârın sesine kulak veren Müslümanlar, etrafta bulunan kuru otları ateşe verdiler. Otların yanmasıyla kendilerini birden cehennem ateşinin içinde bulan Haçlılar, ‘Hıttin Boynuzu’ denilen boğaza doğru kaçtılar. Bir de ne görsünler! Pusuya yatan Müslüman süvariler kendilerini beklemesinler mi!
Şu bir gerçekti ki: İlâhî kader, Haçlıların hezimetini yazmıştı bir kere. Bu apaçık görünüyordu ama, Haçlılar yine de çarpışmayı elden bırakmıyorlardı. Yazın kızgın sıcağında yapılan muharebe sonucunda haçlılar darmadağın olmuş, Müslümanların yıllardır hayâlleriyle yaşadıkları zafer gerçekleşmişti. Şüphesiz ki, bu zafer ancak ve ancak Allah’ın yardımı sonucunda kazanılmıştı. Çünkü, Kudüs ellerinden çıktığında, Müslümanlardan herbir fert kendi kalp minberinden Allah’a yönelerek “Ben yenik düştüm, bana yardım et!” diyerek yalvarmıştı. (Kamer Sûresi 10. Âyet)
Allah’dan yardım talep eden Müslümanlar, zaferin ancak Allah’a dönmek, yani onun emirlerine itaat etmekle elde edilebileceğini idrak ediyorlardı. Biliyorlardı ki, nefislerini terbiye ettikleri takdirde, zafer kendilerinin olacaktı. Bu, Allah’ın salih kullarına vermiş olduğu vaadiydi. “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz, O da size yardım eder; ayaklarınızı kaydırmaz” (Muhammed Sûresi 7. Âyet)
“Allah sizden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm’ı) onların lehine yerleştirip koruyacağını ve geçirdikleri korku döneminden sonra, kendilerine güven sağlayacağını vaad etti” (Nur Sûresi 55. Âyet)
İslâm ordusunun elde ettiği Hıttin zaferiyle Haçlıların bel kemiği kırılmıştı. Kazanılan bu zaferde alınlarını secdelerden kaldırmadan gece gündüz Allah’a yalvaran kadın, yaşlı, çoluk-çocuk bütün Müslümanların da payı vardı. Onlar da canlarını ve mallarını mübarek Mescid-i Aksa’yı kurtarma yolunda feda etmeye hazırlardı. Ancak, çok istemelerine rağmen, şartlar kılıç kuşanıp meydan muharebesine katılmalarına engel olmuştu. Maddî kılıca sarılamamışlardı; ama, mü'minlerin manevî kılıncı olan ‘duâya’ yapışmışlardı.
Zaferin yankıları Şam’a ulaştığında, ahali sevinç ve mutlulukla sokaklara döküldü. Tekbir sesleri semayı çınlatıyordu!! Hıttin zaferiyle Kudüs’ün fethi kesinleşmişti. Ancak, büyük kumandan Selâhaddin acele etmek istemiyordu. Fetih hareketine Kayseriyye, Sur, Hayfa, Safuriyye, es-Sakif, Nasıra, Beytlehem, el-Celil gibi şehirleri ele geçirerek başladı.
—Devam Edecek—
17.01.2009
E-Posta:
|
|
Cevher İLHAN |
Ankara’nın Gazze soruları… |
|
İsrail’in Gazze saldırısında baştan beri olup bitenlere bakıldığında, Ankara’nın Gazze saldırısı karşısındaki tutumu, beraberinde bir dizi soruyu gündeme getiriyor.
Başbakan ve iktidar partisi sözcüleri, halka karşı “kınama”da bulunuyor, lâkin İsrail’i durduracak ve zulmünden vazgeçirecek hiçbir yazılı karara imza atmıyor, hiçbir diplomatik yaptırımda bulunmuyor.
İsrail, bir tek Filistinlilerin uymalarını şart koştuğu ve istediği zaman yakıcı ve yıkıcı silâhlarla bozabileceği bir antlaşma istiyor. Bunun içindir ki kaçırılan bir askeri için 100 ton bomba atıyor, binlerce Filistinliyi öldürüyor. Halen İsrail hapishanelerinde 13 bin Müslüman Filistinli işkence altında. Ne var ki kimse bunun hesabını sormadı, sormuyor…
Tuzukuru Batılı diplomatlar, “orantısız güç kullanımı”ndan bahsediyor. Sanki karşılıklı iki güç varmış gibi, ellerinde silâh olmayan, aç - susuz soğukta evlerine sığınan sivillerle, karadan, havadan, denizden kuşattığı Gazze Şeridini uçaklarla, tanklarla, toplarla bombalayıp ateş kusmasını bir tutuyor. Fakat ne garip ki Başbakan Erdoğan da aynı ifâdeyi kullanıyor. Dışişleri Bakanı Babacan BM’de “İsrail’i orantısız güç kullanımından vazgeçmeye” çağırıyor!
İsrail’in yaptığı hep yanına kâr kalıyor. Saldırıdan dört gün önce Ankara’ya gelen İsrail Başbakanı Olmert’in altı saate yakın görüştüğü ve Suriye ile arasında “arabulucu” olduğu Türkiye Başbakanına saldırıyı haber vermemesi; ardından saldırıdan sonra Erdoğan’ın telefonlarına çıkmaması saygısızlığı sergileniyor.
Ne yazık ki Ankara buna da hiçbir ciddî tavır ve tepki vermedi, vermiyor…
İSRAİL’İN SAYGISIZLIKLARINA
KARŞILIK VERİLMİYOR…
AKP siyasî iktidarının İsrail’le ilişkilerdeki istifhamlar, bu “saygısızlıklar”la kalmıyor.
Başbakan Erdoğan, partisinin Meclis grubunda “Filistin sınırında yarım saat arabasında bekletilmesi”nden yakınıyor. Ancak İsrail’in bu “saygısızlığının” neden gizli kaldığı, niçin daha önce gündeme getirilmediği sorusu ortada kalıyor.
Sormak lâzım; İsrail’in Türkiye Başbakanına yaptığı bu bed muameleye mukabil ne yapıldı? Dışişleri, İsrail’den herhangi bir “izâhat” istedi mi? Yoksa Ankara bu saygısızlığı yine “reel politik”gerekçelerle sineye mi çekti? Bu soruların cevabını kimse bilmiyor…
Hatırlanacağı üzere, Suriye’deki tesisleri “nükleer enerji hazırlığı” diye bombalayan İsrail savaş uçaklarının dönüşte “yakıt tankları”nı Türkiye topraklarına atma “saygısızlığı”na da Ankara sessiz kalmış; Dışişleri aylarca İsrail’den bir “izâhât” beklemişti. Sonunda mesele, İsrail Başbakanı Olmert’in Erdoğan’ı arayıp “konuyu konuştuğu” açıklamasıyla geçiştirilmişti.
Keza Irak’ın Süleymaniye şehrinde Amerikan işgal güçlerinin Türk askerinin başına çuval geçirmesine karşı “stratejik müttefik”e diplomatik bir tepki gösterilmesi, Türkiyenin bunca destek verdiği ABD’ye en azından bir “nota” vermesi taleplerine, Başbakan “Ne notası, müzik notası mı!” diye tepki vermiş, Dışişleri yine suskun kalmıştı…
Gerçi kamuoyu, AKP siyasî iktidarının Irak’ı işgali uğruna Meclis’i by pass ederek çıkardığı “destek hamûlesi”yle ABD’ye onlarca havaalanı ve limanı açmasını, savaş uçaklarına üsler tahsis etmesini, Müslüman bir ülke olarak İsrail Cumhurbaşkanını millet Meclisinde konuşturma kıyağını artık kanıksamış durumda. Ne var ki yine de Türkiye Başbakanına bu “saygısızlığın hazmedilmesi”ne bir anlam verememekte.
Gerçekten Başbakan ve Dışişleri, 7 milyonluk İsrail’den 70 milyonluk Türkiye’ye yapılan bu saygısızlığı neden sormadı? Sorduysa hangi cevabı aldı? Bunlar da bilinmiyor.
VE İSRAİL’LE İŞBİRLİĞİ
TAMGAZ SÜRDÜRÜLÜYOR…
Yine sormak lâzım; Meclis’te Filistin Dostluk Grubu’na 61 milletvekili üye olurken, çoğu iktidar partisinden olmak üzere İsrail Dostluk Grubu’na Meclis’in yarısından fazlasının üye olmasının gereği neydi?
İsrail, soykırım ve zulme son Gazze saldırısıyla başlamadı ki; 1948’den bu yana işgale devam ediyor; mülteci kamplarına sığınan çocukları, yaşlıları, kadınları katlediyor. Peki çoğu AKP’den 361 milletvekilinin Filistin’i bırakıp İsrail dostluğu”na soyunmasının sebebi ne idi? Bu soru da gündemin yoğunluğu arasında cevapsız kaldı…
Bir diğer muamma, Türkiye’deki Musevî Cemaati’nin göz göre göre çocukları, mâsum insanları katleden İsrail saldırısını kınamaması oldu. Başbakan ve iktidar partisi sözcüleri, her fırsatta siyasî iktidara desteğini bildiren, devlet adamlarına “övgüler” dizen, Cumhurbaşkanı Gül’e sinagoglarda duâda bulunan Türkiye’deki Musevî Cemaati yöneticilerinden neden İsrail’i protesto etmelerini istemedi? Başbakan neden bu hususta iki kelime etmedi, etmiyor?
Lâtin Amerika’daki Venezuella ve Bolivya bile İsrail Büyükelçisini kovdu. Fakat Türk hükûmeti, İslâm’ın ilk kıblesi ve üçüncü mukaddes beldesi Kudüs-ü Şerif’i işgal eden, yüzlerce yıl Osmanlı idâresi altında bulunan Filistin’de soykırımda bulunan İsrail’e sadece Başbakan’ın “kınamaları”yla, milletvekillerinin İsrail Dostluk Grubu’ndan istifalarıyla kaldı. Meclis’ten bir “ortak kınama kararı” dahi çıkarılmadı, çıkarılamıyor; peki neden?
Başbakan siyaseten halkın hissiyatına hitap etmekle yetiniyor. Türkiye, ne Ankara’daki İsrail Büyükelçisini gönderdi, ne İsrail’deki Büyükelçisini geri çekti. Bu konuda da pasif kaldı, kalıyor; niçin?
Ve Başbakan, hâlâ seçmenin hoşuna gidecek beylik lâflarla bir sivil toplum kuruluşu temsilcisi gibi yalnız İsrail’e “veryansın” etmekle iktifa ediyor; hiçbir işbirliğini iptal etmiyor, bir tek ihâleyi dahi askıya almıyor. Dışişleri Bakanı, İsrail’le işbirliğini tamgaz sürdüreceklerini açık açık belirtiyor…
Bunun nedeni de anlaşılmış değil…
17.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
ETÖ’de son durum… |
|
Ergenekon soruşturması genişledikçe, birçok “bilinmeyen” gün yüzüne çıkıyor. Bu soruşturmayı küçümseyenler yeni yeni olayın ciddiyetini anlamaya başladılar. Bundan önceki olaylar aydınlatılamadığında “derin devletin işi” denilerek geçiştirilirken, bu soruşturmada derinlere inildikçe daha derin yapılanmanın olduğu artık gün yüzüne çıkıyor.
13 Haziran 2007’de Ümraniye’de bir gecekonduda 27 el bombası bulunması ile başlayan soruşturma kapsamında “ilk dalga”da gözaltına alınıp sonrasında cezaevine konulanların dâvâları devam ederken, “dalgalar” birbiri ardına yapıldı. Yapılan her operasyonun ardından soruşturmanın seyri değişiyor, iş derinleştikçe derinleşiyor. Bir gazeteye bomba atanla, o gazetenin imtiyaz sahibi, önceden çeteden gözaltına alınanla onu yargılayanın, “hiçbir zaman bu insanlar yan yana olmaz” denilenlerin bir arada olması bu soruşturmanın nasıl sonuçlanacağı konusunda merakları arttırıyor.
En dikkat çeken operasyon ise son dalgada gözaltına alınanlarda yaşandı. MGK eski genel sekreteri Tuncer Kılıç’tan YÖK eski Başkanı Kemal Gürüz’e, eski Özel Harekât Dairesi Başkanvekili İbrahim Şahin’den Prof. Yalçın Küçük’e, Genelkurmay eski Adlî Müşaviri emekli Tümgeneral Erdal Şenel’den, Harp Akademileri eski Komutanı emekli orgeneral Kemal Yavuz’a kadar 38 kişinin gözaltına alınması (bazıları tutuklandı, bazıları serbest bırakıldı) ve sonrasında Ankara başta olmak üzere pek çok yerde yapılan kazılarda “kayıp silâhlar”ın bulunması hem dâvânın ne kadar büyüdüğünü gösterdi, hem şeklini değiştirdi, hem de daha önce bu soruşturmaya “faso-fiso” diyenler açısından hiçte öyle olmadığını ortaya çıkardı.
* * *
“Yüzyılın dâvâsı” olarak hatırlanmaya başlayan ve ismi ETÖ olarak kısaltılan bu soruşturma ile ilgili Ankara’da Gölbaşı ve Yenikent’te yapılan kazılarda çok sayıda silâh ve mühimmatın çıkması bu soruşturmanın daha epey devam edeceğini gösteriyor.
Lav silâhlarından, plâstik patlayıcılara kadar birçok silâhın toprak altından çıkarılması olayın vehâmetini gösterdi. “Bu silâhlarla darbe mi olur” diyenlere en güzel cevap toprak altından çıkarılan mühimmatlarla alınıyor. Bir silâhın bile darbeye zemin hazırlamak için yeterli olduğu düşünüldüğünde bu düşüncenin ne kadar “çürük bir iddia” olduğunu ortaya çıkardı. Diğer bir iddia ise Ankara’daki iki kazıda ortaya çıkan silâhların “olası bir işgal durumunda direnişte kullanılmak üzere oralara yerleştirildiği” gibi garip yaklaşımların gülünçlüğü de gelişmelerden sonra ortaya çıktı.
Kazılarda silâhların çıkması da bir takım çevreleri paniklettiği de gözleniyor. Silâhların bulunması bu dâvâya “düzmece” ya da “bir şey çıkmaz” diyenlerin geri adım atmasına sebep olurken, diğer yandan da panikle başta Ankara olmak üzere birçok ilde el bombaları, ya da mermiler “elden çıkarılıp” sağa sola atılmaya başlandı.
“Ergenekon’un kara kutusu” diye tarif edilen Tuncay Güney’in 2001 yılında verdiği ifadelerin ortaya çıkması ile de birçok yeni iddia daha ortaya saçıldı. Yenilir yutulur cinsten olmayan bu iddialarla yeni gelişmelerin olacağının habercisi.
* * *
Tutuklamaları, gözaltına almaları, toprak altından silâhların çıkarılması gibi olaylara bakıldığında önümüzdeki günlerin bir numaraları gündeminin ETÖ dâvâsı olacağını gösteriyor.
Ancak bu aşamada yaşanan bilgi kirliliği olayın çözümüne katkı sağlayamayacağı gibi, sanık ifadelerinin ortalarda dolaşmasının da operasyonun seyrine zarar vereceği kesin. Bu aşamadan sonra herkesin yargıya yardım etmesi ve yargının vereceği kararı beklemesi gerekiyor. Çünkü soruşturma sulandırılır da sonuç çıkmazsa en fazla yarayı hukuk ve demokrasimiz alır.
Hele hele şu aşamadan sonra hiç kimsenin bu işin ne avukatlığına ne de savcılığına talip olmaması gerekir. Çünkü, bu söylemler “mahkemeler üzerinde siyasî baskı oluşturuluyor” iddialarını güçlendiriyor. Bu yüzden de hukuk sürecinde müdahale görüntüsü verilmemeli, hukukun üstünlüğüne herkes inanmalı. Bu aşamadan sonra da olay kime ya da kimlere dayanırsa dayansın sonuna kadar takip edilmesi de gerekli.
Demokrasinin gereği de budur. Bırakın da herkes işine baksın…
17.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Ortadoğu’daki elim olaylarda payımız! |
|
Yolunu şaşırmış, Kur’ân’la barışık olmayan felsefeden beslenen II. Avrupa (birinci derecede ABD) Ortadoğu’da, bilhassa Irak’ta, Filistin’de, Lübnan’da, Afganistan’da dehşetli zulümler, işkenceler ve vahşiyâne katliâmlar yapmaya devam ediyor. Bu, vicdan sahiplerinin ciğerlerini parçalıyor.
Zulmü tel’in ederken ve gerekli maddî-mânevî tepkimizi ortaya koyarken kendimize dönüp düşünmeliyiz: Acaba fert veya Müslüman toplum olarak bu vahşetengiz hadiselerdeki payımız nedir? Sürekli kaybettiğimize göre kendi kendimize sormalıyız: Neden? Nerede hata yapıyoruz?
***
Boksörlerden biri sürekli dayak yiyor. İlk raunt sonunda köşesine geldiğinde antrenörü:
“İyisin!” diyor.
İkinci rauntta da yine dayak yiyor; antrenörü yine:
“İyisin, iyisin!” diye teselli ediyor.
Üçünçüsünde de aynı nakarat. Boksör zar zor şöyle der:
“Madem iyiyim de, niye dayak yiyorum?”
***
Bugün dünyanın birçok yerinde sıcak çatışmanın çoğunda Müslümanlar ezilmektedir. Neden bu mûsibetler, depremler, savaşlar, katliâmlar Müslümanların başında? Öncelikle meseleye ferd olarak şu açıdan bakmalıyız:
Eğer benim başıma geldiyse, mutlaka bir suçum vardı, adalet yerini buldu. (Bunu zaten çoğu zaman vicdânen tasdik ederiz)
Eğer diğer din kardeşlerimin başına böyle bir felâket geldiyse, Allah onları imtihan ediyor, diye düşüneceğiz. Öyledir de... Çünkü, kâinatın yaratılmasına sebep olan o nazik, nazenin, hakperest, âdil, paylaşımcı, şefkat ve merhamet timsâli insan, Hz. Muhammed (asm) ve güzide Ashabı, büyük zatlar da pekçok eziyet ve sıkıntılar çektiler. Onlar da imtihan ediliyordu... Ve bu muhakeme ve murakabenin ardından meselenin şu yönlerini de derinden derine düşünmemiz gerekmektedir:
- Haksızlığa karşı sükût etmek, hakka karşı bir hürmetsizliktir.1
- Zalime karşı zaaf göstermek onları tecavüze sevk eder.2
- Zulme rıza zulümdür.3
- Zulme taraftar olmak veya sessiz kalmak, umumî mûsibeti netice verir.4
- Zulümden deniz dibindeki balıklar dahi şikâyet eder.5
- Zulüm içinde bazen adalet tecellî eder.6
- Zulümden kâinat kızar.7
- Zalim Allah’ın kılıncıdır.8
- Mazlûmun âhı, arşa kadar giderken;9 nasıl duymazlıktan gelir, nasıl tepkisiz kalırız?
Dipnotlar:
1- Tarihçe-i Hayat, s. 246.;
2- Mektubat, s. 345.;
3- Emirdağ, 2, s. 145.;
4- Sözler, s. 158.;
5- Emirdağ Lâhikası,-1, s. 32.;
6- Emirdağ, 2, s. 78.;
7- Sözler, s. 160.;
8- Mektûbât, s. 353.;
9- Emirdağ Lâhikası-1, s. 11.
17.01.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Şirretlik ve sağduyu |
|
Halen Kanada'da yaşayan Tuncay Güney isimli şahsın kamuoyuna yansıyan şoke edici eski ve yeni ifadeleri, varsın istediği kadar kafa karıştıcı olsun. Söylediği doğrularla yanlışlar, varsın istediği kadar biribirine karışsın, yahut karıştırılmış olsun.
Ergenekon sanığı veya zanlısı kişilerin avukatlığını yapanlar, yaptıkları şirretlikler, kopardıkları gürültüler ve sergilemiş oldukları hokkabazlıklarla, varsın istedikleri kadar zihinleri bulandırıp ortalığı karıştıra dursunlar.
Son (10.) dalgada bazı üst düzey emekli paşaların gözaltına alınması üzerine derhal harekete geçerek Başbakan ile Cumhurbaşkanı'nı peşpeşe ziyaret eden ve bu ziyaretin hemen ardından paşaların serbest bırakılması sebebiyle akıllara üşüşen soru işaretleri, varsın olabildiğince büyüyüp çoğalsın, dursun.
1950'de önce "Şeflik Devri"nin borazanlığını yapan, 1960 Darbesi ile daha sonraki muhtıra ve darbelere alkış tutan, özellikle "28 Şubat süreci"nde bütün şirretliğiyle arz–ı endâm ederek çarşaf çarşaf uydurma "irtica dosyaları" yayınlayan, mâsumların kıyımına en büyük moral desteği veren "mâlum medya", varsın Ergenekon dâvâsını dilediği gibi sulandırmaya, işi rayından saptırmaya gayret edip dursun.
Varsın, bilgi kirliliği ve kafa karıştırı haber furyası bütün şiddetiyle devam edip gitsin.
Bunların hepsi bir yana dursun, yeter ki, sükûnet ve itidal ile meseleye bakan sağduyu sahibi vatandaşlar ile adâleti tecelli ettirme azim ve kararlılığında olan savcılar, hakimler görevleri başında bulunsun. Zira, onların, zaten orta yerde gayet derece açık, berrak ve net bir şekilde duran suç delilleri ile suç unsurlarının sonuna kadar takipçisi olacaklarına ve bunlardan sorumlu olan kişi ve grupları ortaya çıkarıp meseleyi bir hükme, bir karara bağlayacaklarına inanıyoruz, inanmak durumundayız.
Bu inanca eskiden de sahip idik. Ancak, şimdiki kadar ümitli değildik. Şimdi ise, ümidimizi arttıran sebepler çoğaldı. Şöyle ki: Adâletten ve şeffaflıktan yana olan AB şimdi daha tesirli şekilde devrede. Bu millet, ilk defa cenâh–ı askeriyeden gelen muhtıravârî tazyikata karşı şiddetli bir muhalefet, fikrî ve demokratik bir mukavemet gösterdi. Cuntacıları alkışlayan, postal yalayan medyanın ağırlıklı kısmı, ilk defa bu gelenekten sıyrılarak farklı bir tavır sergilemeyi başardı. Aynı durum, cuntanın sivil kanadını teşkil eden zenginler, elitler, entelektüel ve aydın kesim için de geçerli.
Herşey bir yana, şimdi de orta yerde duran ve artık saklanması mümkün olmayan kànun dışı fiillere, hukuk dışı davranışlara ve açıkça suç teşkil eden tablolara sükûnet–i hâl içinde şöyle bir bakmaya çalışalım.
1) Memleketin birçok yöresinde, yer altından ve yer üstünden mermiler, bombalar, silâhlar fışkırıyor. Türkiye demokratik bir hukuk devleti olduğuna göre, bu kànunsuzluğun mutlaka takibi yapılmalı, sorumlular ortaya çıkarılmalı ve işin ucu kime ve nereye kadar dayanırsa dayansın, herkesten hesap sorulmalı... Şirretlik yapanlar ise, aslında korku, panik ve suçluluk psikozu içinde hareket eder, bir nevî kendilerini ele vermektedirler.
2) Gerek emekli ve gerekse muvazzaf subayların bir kısmı, açıkça kaçak veya firarî duruma düştüler. Neden? Sahte kimlik kullandılar, mülkiyet sınırları içinde yapılan aramalarda ordu malı bomba, silâh ve mühimmat bulundu. Üstelik, bu bombaların benzerleri daha evvel bazı cinayetlerde, saldırılarda ve katliâma dönüşen provokatif eylemlerde de kullanılmış. Devlet, bütün kurum ve kuruluşlarıyla bu gidişatın önüne geçmeli, buna bir yerde dur demeli.
3) Yakın Doğu ülkelerinden getirtilip Batı ülkelerine sevk edilen uyuşturucu maddeler, ağırlıklı şekilde Türkiye üzerinden sevk ediliyor. Yakalananlar, işin perakende kısmını teşkil ediyor. Toptan yapılan sevkiyat ve ticaretin içinde, terör örgütleriyle organize karanlık şebekelerin dahli olduğu muhakkaktır. Devlet, bu kirli ticaretin önünü kesmeli ve bilhassa karanlık şebekelerin ümidini kıracak şekilde kanunî düzenlemeler yapmalı ve güvenlik tedbirlerini almalı.
Halen Kanada'da yaşayan Tuncay Güney isimli şahsın kamuoyuna yansıyan şoke edici eski ve yeni ifadeleri, varsın istediği kadar kafa karıştıcı olsun. Söylediği doğrularla yanlışlar, varsın istediği kadar biribirine karışsın, yahut karıştırılmış olsun.
Ergenekon sanığı veya zanlısı kişilerin avukatlığını yapanlar, yaptıkları şirretlikler, kopardıkları gürültüler ve sergilemiş oldukları hokkabazlıklarla, varsın istedikleri kadar zihinleri bulandırıp ortalığı karıştıra dursunlar.
Son (10.) dalgada bazı üst düzey emekli paşaların gözaltına alınması üzerine derhal harekete geçerek Başbakan ile Cumhurbaşkanı'nı peşpeşe ziyaret eden ve bu ziyaretin hemen ardından paşaların serbest bırakılması sebebiyle akıllara üşüşen soru işaretleri, varsın olabildiğince büyüyüp çoğalsın, dursun.
1950'de önce "Şeflik Devri"nin borazanlığını yapan, 1960 Darbesi ile daha sonraki muhtıra ve darbelere alkış tutan, özellikle "28 Şubat süreci"nde bütün şirretliğiyle arz–ı endâm ederek çarşaf çarşaf uydurma "irtica dosyaları" yayınlayan, mâsumların kıyımına en büyük moral desteği veren "mâlum medya", varsın Ergenekon dâvâsını dilediği gibi sulandırmaya, işi rayından saptırmaya gayret edip dursun.
Varsın, bilgi kirliliği ve kafa karıştırı haber furyası bütün şiddetiyle devam edip gitsin.
Bunların hepsi bir yana dursun, yeter ki, sükûnet ve itidal ile meseleye bakan sağduyu sahibi vatandaşlar ile adâleti tecelli ettirme azim ve kararlılığında olan savcılar, hakimler görevleri başında bulunsun. Zira, onların, zaten orta yerde gayet derece açık, berrak ve net bir şekilde duran suç delilleri ile suç unsurlarının sonuna kadar takipçisi olacaklarına ve bunlardan sorumlu olan kişi ve grupları ortaya çıkarıp meseleyi bir hükme, bir karara bağlayacaklarına inanıyoruz, inanmak durumundayız.
Bu inanca eskiden de sahip idik. Ancak, şimdiki kadar ümitli değildik. Şimdi ise, ümidimizi arttıran sebepler çoğaldı. Şöyle ki: Adâletten ve şeffaflıktan yana olan AB şimdi daha tesirli şekilde devrede. Bu millet, ilk defa cenâh–ı askeriyeden gelen muhtıravârî tazyikata karşı şiddetli bir muhalefet, fikrî ve demokratik bir mukavemet gösterdi. Cuntacıları alkışlayan, postal yalayan medyanın ağırlıklı kısmı, ilk defa bu gelenekten sıyrılarak farklı bir tavır sergilemeyi başardı. Aynı durum, cuntanın sivil kanadını teşkil eden zenginler, elitler, entelektüel ve aydın kesim için de geçerli.
Herşey bir yana, şimdi de orta yerde duran ve artık saklanması mümkün olmayan kànun dışı fiillere, hukuk dışı davranışlara ve açıkça suç teşkil eden tablolara sükûnet–i hâl içinde şöyle bir bakmaya çalışalım.
1) Memleketin birçok yöresinde, yer altından ve yer üstünden mermiler, bombalar, silâhlar fışkırıyor. Türkiye demokratik bir hukuk devleti olduğuna göre, bu kànunsuzluğun mutlaka takibi yapılmalı, sorumlular ortaya çıkarılmalı ve işin ucu kime ve nereye kadar dayanırsa dayansın, herkesten hesap sorulmalı... Şirretlik yapanlar ise, aslında korku, panik ve suçluluk psikozu içinde hareket eder, bir nevî kendilerini ele vermektedirler.
2) Gerek emekli ve gerekse muvazzaf subayların bir kısmı, açıkça kaçak veya firarî duruma düştüler. Neden? Sahte kimlik kullandılar, mülkiyet sınırları içinde yapılan aramalarda ordu malı bomba, silâh ve mühimmat bulundu. Üstelik, bu bombaların benzerleri daha evvel bazı cinayetlerde, saldırılarda ve katliâma dönüşen provokatif eylemlerde de kullanılmış. Devlet, bütün kurum ve kuruluşlarıyla bu gidişatın önüne geçmeli, buna bir yerde dur demeli.
3) Yakın Doğu ülkelerinden getirtilip Batı ülkelerine sevk edilen uyuşturucu maddeler, ağırlıklı şekilde Türkiye üzerinden sevk ediliyor. Yakalananlar, işin perakende kısmını teşkil ediyor. Toptan yapılan sevkiyat ve ticaretin içinde, terör örgütleriyle organize karanlık şebekelerin dahli olduğu muhakkaktır. Devlet, bu kirli ticaretin önünü kesmeli ve bilhassa karanlık şebekelerin ümidini kıracak şekilde kanunî düzenlemeler yapmalı ve güvenlik tedbirlerini almalı.
100 yıllık bir Şirket-i Hayriye
Tanzimatçı Büyük Reşid Paşanın gayreti ve Sultan Abdülmecid'in tasdikiyle 17 Ocak 1851'de kurulan Şirket–i Hayriye, Osmanlı döneminin ilk "anonim ortaklı" şirketidir.
Vapurlarla yük ve yolcu taşımacılığı yapan ve daha ziyade İstanbul Boğaziçi'nde yer alan iskelelerde hizmet veren bu hayırlı şirketin, savaş zamanlarında devletin donanmasına yardımcı olmak gibi hayırlı hizmetleri de olmuştur. Bilhassa Balkan Savaşları ile Birinci Dünya Savaşı esnasında...
Kuruluş tarihinden üç yıl sonra fiilen çalışmaya başlayan Vapurculuk Anonim Şirket–i Hayriye, 1945 senesine kadar aralıksız şekilde hizmet etti.
Eminönü'nden tâ Karadeniz açıklarına kadar Boğazın her iki yakasında yer alan belki yirmiden fazla iskelede yük ve bilhassa yolcu taşıma hizmetini en güzel şekilde sürdüren bu anonim vapurculuk şirketi, ne yazık ki 1945'te devlet tarafından satın alınarak kamulaştırıldı. Şirket–i Hayriye, bütün mal varlığıyla birlikte Devlet Denizyolları İşletmesi'ne devredildi.
Bu resmileştirme ameliyesi, aslında şirketi yenileyip canlandırmadı; bilâkis zamanla 77 parça vapura ulaşan bu işletme, 1945'ten sonra giderek hantallaşmaya ve hizmet kalitesini düşürmeye başladı.
Son yıllarda belediyeye devredilen ve yeni bir canlılık kazandırılmaya çalışılan bu deniz taşımacılığı, bir yandan da özel işletmelerle kısmî rekabet hali içinde görünüyor.
17.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
“Kadere iman eden, kederden kurtulur” |
|
Başlıktaki ifade İslâmî bir ölçü. Kadere imanın bize kazandırdığı en büyük faydalardan biri bu tesellidir. Beklenmedik bir olayla karşılaşan insan kadere imanın gereği olarak isyan ve şikâyete girmeden sabır ve tahammülle karşılayıp üzüntüden kurtulur.
Çünkü o bilir ki kâinatta hiçbir olay tesadüfen, kendi kendine olmaz. Her şey Allah’ın izni ve kontrolü altındadır. Onun için bir şey elinden çıkıp zarar etmiş veya kaybetmişse mahzun olmaz. Bunu Allah’tan bilir ve kaybettiği şeyin sadaka hükmüne geçtiğine inanır.
Onun içindir ki Mesnevî-i Nuriye’de, “İmana gel ki, elemden emin olasın. Kadere teslim ol ki, selâmette kalasın”1 denilir. “Kadere iman eden, kederden kurtulur” ölçüsünü de hatırlatan Bediüzzaman Hazretleri, sıkıntı ve elemlerin mânevî lezzetler ve uhrevî sevaplar kazandıracağına dikkat çeker2 ve “Zahirî mûsibetler altında ve neticesinde, inayet-i İlâhiyenin çok tatlı neticeleri var. ‘Umulur ki hoşlanmadığınız birşey sizin için hayırlı olabilir’3 çok kat’î bir hakikati ders veriyor”4 der.
Mü’min bazan nimetle, bazan da mûsibetle imtihan olunur. Nimet şükrü gerektirirken mûsibet de sabır ister. Resûl-i Ekrem’in (asm) bildirdiğine göre, Rablerine kavuşuncaya kadar günahları bulunduğu müddetçe mü’minlerin başından mûsibetler eksik olmaz.5
Mûsibetlerin bildiğimiz veya bilmediğimiz nice hikmetleri vardır. Her şeyden önce hayat mûsibetlerle, hastalıklarla yaratılış maksat ve hikmetini, üzerine yüklenen görevleri üstlenir, günahlardan arınır, olgunlaşır, kuvvet bulur, yükselir, meyvelerini verir.
Bu meyvelerden bir kısmı hadis-i şeriflerde belirtildiğine göre mü’minin başına gelen bir yorgunluk, bir üzüntü hatta ayağına diken batması hatalarına keffaret olması demektir.6
• Allah bir kimsenin hayrını dilerse günahlarını silmek ve derecesini yükseltmek için onu musibetlere uğratır.7
• Mükâfat mûsibetin büyüklüğü ölçüsündedir.8
• Monoton istirahat döşeğindeki bir hayat sırf hayır olan varlıktan çok bütünüyle şer olan yokluğa yakındır ve ona gider.9
Daha nice sır ve hikmetleri bulunan mûsibetleri tabiî insan istemez, istemeyecektir de. Ama geldiğinde de bunun bir imtihan olduğunu düşünüp sabır ve tahammülle karşılayacak ve üstesinden gelmeye çalışacaktır.
Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nuriye, s. 96.,
2- Emirdağ Lâhikası, s. 73.,
3- Bakara Sûresi: 216.,
4- A.g.e.., 5- Fethu’r-Rabbanî, 19: 127 (Hadis no: 2.)
6- Riyazü’s-Salihin ve Terc., 1:68 (Hadis no: 37; Buharî ve Müslim’den.), 7- A.g.e.,1:69 (Hadis no: 38; Buharî’den.), 8- A.g.e., 1:73 (Hadis no: 3943; Tirmizî’den.), 9- Lem’alar, s. 16.
17.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Gazze için kunut duâsı-1 |
|
Trabzon’dan Bekir Bey: “Sıkıntılı zamanlarda Peygamber Efendimiz (asm) kunut duâsı okurmuş. Farklı kunut duâları olduğunu da duydum. Ümmetin sıkıntıda olduğu günümüzde kunut duâsı ile Allah’a sığınmaya çok muhtacız. Gazze için kunut duâsı çağrıları var. Gazze için kunut duâsı okumak istersek nasıl okuyalım? Sabah namazında okunduğunu duydum. Neresinde nasıl okuyacağımızı izah eder misiniz?”
llah’ım, bu ne vahşet, bu ne dehşet, bu ne kin, bu ne canilik, bu ne felâket!
Çıldırmış gibi bomba yağıyor gökten! Bu savaş değil, bu orantısız güç kullanımı da değil; bu düpedüz vahşet, katliâm, gözü dönmüşlük, barbarlık! Savaşta—orantısız da olsa—mertlik vardır, delikanlılık vardır! Vurana vurursun! Elinde silâh tutana silâh doğrultursun! Çocukları, yaşlıları, kadınları, savunmasız insanları vuramazsın, kıramazsın, öldüremezsin, yok edemezsin! Bu hiçbir kitapta yazmaz!
Ey benî İsrail! Ey benî vahşet! Ey vicdanı tefessüh etmiş zalim el! Bu zulmün nerede biter, nasıl sonuçlanır bilinmez. Ama Hazret-i Muhammed’in (asm) bildirdiği gerçeklerdendir ki, seninle Müslümanlar arasında ahir zamanda kıyasıya bir savaş çıkacaktır.
Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) bildiriyor ki: “Müslümanlarla Yahudiler arasında kanlı bir harp olmadıkça kıyamet kopmaz. O harpte Müslümanlar galip gelecek ve Müslümanlar Yahudileri tamamıyla kırıp mahvedecek! Hatta onlardan bir Yahudi taş arkasına saklansa bile, taş parçası dile gelerek, ‘Ey Allah’ın kulu! Arkamda bir Yahudi vardır, onu da öldür!’ diyecekdir.”1
Bu savaşın fitilini sen çektin! Ama ne esef vericidir ki, şimdilik sana hadis-i şerifte bildirildiği gibi haddini bildirecek Müslüman yok ortada! Bu gün sana güç kullanan yok! Bu gün seni tokatlayan yok!
Ama unutma! Müslümanlar sabırlıdırlar! Müslümanlar akıllıdırlar! Müslümanlar yolun bir olduğunu, bir ve diri olmaları gerektiğini bilirler! Birbirlerinin dostu ve kardeşi olduklarını bildikleri gün, hakta, hukukta, adalette, fende, teknikte, güvenlikte birbirlerine zahir olmaya, güç olmaya inandıkları gün, kardeşçe ve dostça dirliğe ve birliğe önem verdikleri gün… Onlardan kork! Kork ve bu gün ileri gitme! Çocuk kıyımına bir son ver! Bu çocukların kanı sadece seni değil, dünyayı boğar!
Bu gün bizim elimizden sadece duâ geliyor! Gazze için duâ! Gazze’yi yakıp yıkanlar için bedduâ! Bunu kunut duası şeklinde günlük ibadetimizin içinde yapabiliriz elbet! Yapıyoruz da.
Kunut duâsının başlangıcı şöyle olmuştur:
Hicretin dördüncü senesinde, Ebû Berâ Âmir İbnu Mâlik, Medîne’ye gelip Peygamber Efendimiz’den (asm) Necid’e İslâm’ı yayacak bir hey’et göndermesini ister. Resûlullah Efendimiz (asm) gidecek heyetin can güvenliğinden emin olmadığını söyleyerek heyet göndermek istemezse de, Ebû Berâ’nın bu konuda garanti vermesi üzerine Hz. Peygamber (asm), Kurrâ tabir edilen Ehl-i Suffe’ye mensup 70 kişilik bir hey’eti İslâm’ı yaymak üzere Necid’e gönderir.
Ancak, bu he’yet Bi’r-i Maûne adı verilen yere geldiklerinde Ri’l ve Zekvân kabilelerince pusuya düşürülür ve Amr İbnu Umeyye ed-Damri hariç hepsi şehid edilirler.
Peygamber Efendimiz (asm) bu ihânete son derece üzülür. Hatta Enes b. Mâlik diyor ki: “Resûlullah’ın, Bi’ri Mauna’da şehid edilen ashaba yanıp üzüldüğü kadar hiçbir kimseye, hiçbir şeye yanıp üzüldüğünü görmedim!”
Peygamber Efendimiz (asm) bu ihâneti tezgâhlayan Ri’l ve Zekvân kabilelerine namazda bir ay boyunca kunut okuyarak bedduâ ediyor. İbnu Abbâs (ra) diyor ki, “Resûlullah (asm) tam bir ay boyu, hiç aralık vermeden her namazın peşinde, öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarında Kunût yaptı. Şöyle ki: Son rek’ât’te rükûdan doğrulup ‘semi’allahu limen hamideh’ deyince, Süleym aşiretinden Ri’l, Zekvân, Useyye kabîlelerine bedduâ ediyor, namazda kendine uyanlar da âmîn diyorlardı.”2
Hufâf İbnu Îmâ el-Gıfârî’nin (ra) bildirdiğine göre ise, Peygamber Efendimiz (asm) rükû’a gidiyor, sonra başını kaldırıyor ve “Gıfâr kabîlesini Allah mağfiret etsin, Eslem kabîlesine Allah selâmet versin, Useyye Allah’a ve Resûlüne isyan etmiştir. Allahım, Benî Lihyân’a lânet et. Ri’l ve Zekvân’a lânet et” deyip secdeye gidiyordu.3
Kunut duâsının okuma biçimi, hükmü ve önemi üzerinde de İnşallah yarın duralım.
Dipnotlar:
1- Buhari, 8/342; Müslim, Fiten, 82
2- Ebû Dâvud, Salât 345, (1443
3- Müslim, Mesâcid 308, (679).
17.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Selim GÜNDÜZALP |
Ümit, ümit; hep ümit! |
|
Tarihte
her hareket
hep bir kişinin
ayağa kalkmasıyla başlar.
Sezai Karakoç
Hayatımız iniş ve çıkışlarla dolu. Aynı günde kim bilir kaç defa sevinen de var, üzülen de... Hayatımız dalgalı bir deniz. Alçalışlar da var, yükselişler de. Önemli olan o dalgalarda batmamak, tersyüz olmamak. Dünyanın hâli bu ise elden ne gelir. Kalbimiz ve hayatımız her rüzgâra açık. Neyin nereden geleceği ve nasıl eseceği belli değil. Bir bakıyorsunuz müjdeli bir haber gelmiş; çok geçmeden de acı bir haber.
Hayat filmi çok renkli, siyah beyaz değil. Hayatın kendisi gibi her renk var o filmde. Bazen insan hayret ediyor, niye böyle oluyor, neden böyle bir dalgalanma söz konusu diye. Çare yine Yüce Kitap’ta Kur’ân’da gizli.
İbni Haldun, “Geçmişler, geleceğe,” diyor, “suyun suya benzediğinden daha çok benzerler.”
Bir sorun geçmişte nasıl halledildiyse, gelecekte de aynı şekilde halledilebilir. Onun için, bugün bile yakamıza yapışan bir illet, bir dert var. İçimizi kemirip duruyor.
Derken, Riyâzüssâlihîn’de okuduğum bir hadis-i şerif, bu konuyu halletmiş ve yüreğime su serpmiş oldu. Hadis-i şerifi aynen aktarıyorum.
Resulûllah’ın (asm) kâtiplerinden birisi olan Kâtib Ebû Ribiyy Hanzala b. er-Rebî el-Üseyyidî’den (r.a.) rivayet edildiğine göre, şöyle demiştir:
Günün birinde Ebûbekir (ra) bana rastladı ve:
“Ey Hanzala, nasılsın?” dedi.
“Hanzala münafık oldu,” dedim.
“Subhanallah, ne diyorsun?” dedi.
“Peygamberimizin (asm) huzurunda bulunuyoruz; bizi Cennet ve Cehennem’le öğütlüyor ve gözlerimizle görür gibi oluyoruz. Peygamberimizin (aleyhisselâm) huzûrundan çıkıp da, çoluk çocuğumuza kavuşup işimizin başına gidince (bu öğütlerin) çoğunu unutuyoruz,” dedim.
Ebûbekir radıyallahu anh:
“Biz de aynı haldeyiz,” dedi. Sonra Ebûbekir’le beraber yürüdük; Peygamberimizin (aleyhisselâm) huzuruna girdik.
“Yâ Resûlallah! Hanzala münafık oldu,” dedim.
Peygamberimiz (aleyhisselâm):
“O nasıl şey!” dedi.
“Yâ Resûlallah! Sizin katınızda bulunuyoruz, bizi Cennet ve Cehennem’le öğütlüyorsunuz ki, gözümüzle görür gibi oluyoruz. Sizin yanınızdan çıkıp da çoluk çocukla ve işimiz gücümüzle uğraşmaya başlayınca çoğunu unutuyoruz” dedim.
Bunun üzerine Peygamberimiz (aleyhisselâm) şöyle dedi: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, huzurumda bulunduğunuz hâl üzere ve zikirde devam edebilseydiniz, yataklarınızda da ve yollarınızda da melekler sizinle müsâfaha ederlerdi. Lâkin yâ Hanzala, bir saat ibâdetle bir saat dünya işleriyle uğraşınız kâfî” diye üç defa tekrarladı. (Hadîsi, Müslim rivayet etmiştir. Riyazüssalihin, shf. 188-189)
***
Ruhum bu müjdeyi alınca rahatladı. Ne varsa kitaplarda var. Japonlar çocuklarına daha küçük yaşta kitapları koklatırlarmış; kitap kokusuna âşina olsunlar diye. Biz de çocuklarımıza o Yüce Kitabı koklatalım bir. Ondaki İlâhî hava onlara da geçsin inşaallah.
***
Sadırlara şifa bir Asrı Saadet hatırasını daha nakledelim:
Ebu Atiyye (r.a.) anlatıyor:
Bir gün Peygamber Efendimize (asm) birisinin vefat ettiğini söylediler.
Hazret-i Ömer de (ra) oradaydı. Hazret-i Ömer (ra) dedi ki:
“Yâ Resulallah! Bu adamın üzerine namaz kılma! Bu adam fasıktır!”
Peygamber Efendimiz (asm), “Hiç kimse onu hayır bir işte görmemiş midir?” buyurdu.
Ashaptan birisi, “Yâ Resulallah! İkimiz onunla bir gece beraberce Allah yolunda nöbet tuttuk!” dedi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm) orada hazır bulunanlarla birlikte adamın namazını kıldı, adamın defin işlemlerini yürüttü. Kabre konulduktan sonra üzerine toprak attı ve şöyle buyurdu:
“Senin arkadaşların seni Cehennemlik sanırlar! Oysa ben şahitlik ederim ki, sen ehl-i Cennetsin!”
Ardından Hazret-i Ömer’e (ra) döndü ve “Yâ Ömer! Hiç kimseyi ameliyle değerlendirme. Özüyle ve niyetiyle değerlendir!” buyurdu. (El-Heysemî, 5/288.)
***
Hayatta ne varsa beklediğimiz ya da umduğumuz, hepsi Kur’ân’da var, Nurlar’da var, Hz. Peygamberimizin (asm) hayatında var. Rabbimiz bu güzel örneği hayatımıza taşımayı, yaşamayı ve hâlimiz kılmayı nasip eylesin. Âmin.
17.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|