Ergenekon operasyonlarında somutlaşan veya öyle olması umulan “tasfiye ve arınma” sürecinin, Türkiye’nin AB adayı olmasıyla beraber sür’at kazandığı bir vâkıa.
İlk kez Susurluk olayı patlak verdikten sonra telâffuz edilmeye başlanan “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” ifadesi, Ergenekon’daki şok dalgalar birbiri ardı sıra geldikçe de tekrarlanıyor.
Gerçekten, 1999 Aralık’ında Türkiye’nin AB adaylığı Brüksel tarafından resmen açıklandıktan sonra başlayan süreç birçok şeyi değiştirdi.
Bu değişikliklerin bir kısmı, anayasada ve yasalarda gerçekleşti. Bunlara bağlı olarak, devlet içi kuvvet dengelerinde önemli oynamalar oldu.
Demokratik hesaplaşma geleneğine yabancı olan ve millete hesap vermekten haz etmeyen bürokratik zihniyet, kısmen dahi olsa zayıfladı.
Devlet içi bazı odaklardan destek alan birtakım çeteler ve mafya örgütlenmeleri çökertildi.
Seçimle gelen iktidarlara yönelik derin baskılar, önceki dönemlerdeki benzerlerine kıyasla, giderek daha da zorlaştı. Öyle ki, 28 Şubat modelini aynen sürdürmek dahi imkânsız hale geldi.
Özellikle 27 Nisan muhtırasına ve 367 kararına karşı 22 Temmuz’da sandıktan çıkan mesaj, siyaset dışı kalması gereken kurumların siyasete müdahalelerinin nasıl sonuç vereceğini bir defa daha bütün açıklığıyla herkese göstermiş oldu.
Genelkurmay eski Başkanı Hilmi Özkök’ün 28 Şubat için “Zorunlu bir hareket tarzıydı, asla suçlamam” dediği halde, sonrasını anlatırken “Kimleri göndermekle kimlerin yollarının asfaltlandığını gördüm. Asker eli dokunmasının siyasetçiler için ne kadar ‘hayırlara vesile’ olduğunu öğrendim. Bu nedenle benim tarzım farklı oldu. Koruma kollama görevimi, kapalı kapılar ardında muhataplarımı ikna yoluyla gerçekleştirdim. YAŞ kararlarına şerh koyanları ‘Bu hareket irticayı cesaretlendirir’ diye alenen uyardım” (Murat Yetkin, Radikal 25.12.08) beyanları, değişimin askerî boyutunu çok iyi anlatıyor.
Sabah yazarı Mahmut Övür’ün, askerle yakın ilişki içinde olan, parti başkanlığı da yapmış önemli bir siyasetçiden aktardığı ilginç tesbitten hareketle yaptığı yorum da bunu tamamlıyor:
“Ordudaki kurmayların yüzde 30’u değişimden yana. Yüzde 70’i darbeci geleneği sürdürerek değişime karşı direniyor. AB sürecinden ve Türkiye’nin sivilleşmesinden rahatsız oluyor. Özkök kendi dönemindeki darbe girişimlerini önleyebildiyse, arkasındaki yüzde 30’luk güç sayesinde yaptı bunu. Ergenekon, ordudaki yüzde 70’ten güç alıyor.” (Neşe Düzel, Taraf, 12.1.09)
Şimdi paralel bir değişim, gerek 28 Şubat’ta, gerekse cumhurbaşkanı seçimi öncesinde askerle birlikte tavır koyan yargıda da yaşanıyor.
AKP hakkındaki dâvâda “kapatma” kararının çıkmaması bu noktadaki ilginç işaretlerden biri.
Ama o cenahta da içten içe derin bir çatışma sürüyor. Cumhurbaşkanının Dokuz Eylül Üniversitesine yaptığı rektör atamasını iptal eden yargı kararının bir üst mahkeme tarafından bozulması veya kapatılan beldelerle ilgili olarak Danıştay’la AYM, hattâ AYM Başkanı ile karşıt görüşteki üyeler arasında patlak veren hararetli tartışma, bu çatışmanın güncel ve sıcak örnekleri.
Bu tartışmaya girmekten kaçınan Yargıtay’ın, Ergenekon soruşturmasında işin ucunun Sabih Kanadoğlu’na dayanması üzerine YARSAV’cılar tarafından başlatılan ısrarlı tazyiklere rağmen mesafeli ve soğukkanlı tavrını bozmaması, öyle görünüyor ki, yeni dönemde yüksek yargı cenahında ağır basacak yaklaşımın işaretini veriyor.
Eğer Türkiye bu iki adresten, asker ve yargıdan siyasete yapılan müdahalelere son verebilirse, demokrasimiz çok önemli bir aşama kaydetmiş olur. Üniversite ve iş dünyası ile medyanın da bu olumlu gelişmeye ayak uydurması halinde demokratik siyasetin önü tamamen açılır.
Anketlerde halkın yüzde 60’ının görüşü olarak tesbit edilen AB ve demokrasi talebinin bürokrasiye de yansıması ise ülkeyi iyice rahatlatır.
14.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|