|
|
Hasan YÜKSELTEN |
Hayatın bebek hâli |
|
“Allah’a ibâdet etmekten belleri bükülmüş yaşlılar, süt emen masum yavrular, ibadetten zevk duyan hûlûsü kalp sahibi kimseler ve otlayan dilsiz hayvanlar olmasaydı, belâ ve mûsibetler insanlar üzerine aralıksız olarak yağıp dururdu.” (Hadis-i Şerif)
Dünyada masumiyetin simgesi nedir deseler, hiç düşünmeden bebek yüzleri derdim. Şefkat ve sevgi duygularını en çok hissettiren şey nedir deseler, yine hiç düşünmeden bebekler diye cevap verirdim. Zira hayatın en saf ve masum hâlidir bebeklik. İnsanın hiç sıkılmadan hep bakmak istediği dünyanın en güzel tablosudur bebek yüzleri. Dünyadan habersiz, belki nefes aldıklarından bile habersiz, savunmasız, ellerinde minik eldivenleriyle her şeyden aciz, ama acziyeti oranında da adeta herkesi emri altına alan, etrafında pervane eden, huzur kokan bebeklerden daha masum ve sevimli başka ne olabilir ki?
Bir bebeğin doğması mû’cizedir aslında. Her bebek, kokusuyla, güzelliğiyle, masumiyetiyle Cennetten gelir. Belki de bu yüzden ağlarlar doğduklarında. Bir yazara göre, doğan her bebek, Allah’ın dünyadan ümidini kesmediğini gösterir. Hadiste buyurulduğu üzere, Allah’ın rahmetine vesile olan, günahsız meleklerdir onlar. Bu yüzdendir ki, bebek sahibi olmak, evinizde bir melekle yaşamak demektir.
Mutluluğun resmi, minik bir bebeğin huzur içinde uyurkenki hâlidir bence. Henüz dik bile tutamadıkları kafalarını kaldırmaya çalışırken, şaşkın ve meraklı bakışlarındaki saflığı yüreğinizde hissetmektir. Belki de parmağınızı bile kavramaya yetmeyen, hiç bırakmak istemediğiniz minnacık elleriyle parmağınızı sıkarken hissettiğiniz sıcaklıktır.
Bazen hayattan yorgun düşeriz de ümidimiz azalır, solgun bir ruh haline bürünürüz ya... İşte o zamanlarda bebekleri izlemek gerek bence. Onların müthiş bir sükûnet ve huzur içerisinde alıp verdikleri nefeslerini dinlemek, mırıldanmalarını duymaya çalışmak, omuzumuzdaki tatlı sıcaklıklarını hissetmek, dünyanın en saf, en huzur dolu, en temiz kokusunu doya doya içimize çekmek, hayatın güzelliklerini hatırlatır bizlere. Zira hayatın en önemli renkleridir onlar...
Bebek demek, bir anlamda ilklerin beklenmesi demektir. Annesinin kucağına ilk verilişi, eve gelişinin ilk gecesi, ilk kelime, ilk emekleme, ilk adım, vs. Her yeni gün bebek için daha bir başkadır. Sabahları kollarıyla bacaklarıyla gerine gerine başlar yeni güne. Bazen de uyandığında çenesi titreye titreye ağlar. İçiniz gider. Yüreğiniz parçalanır. Alır kucaklarsınız. Göğsünüze bastırdığınızda kedi gibi sokulur size. Ağlaması kesilince dünyalar sizin olur. Hayat sevinci dolar kalbinize.
Her hâli ayrı bir güzeldir bebeklerin. Her hâlinin sevimliliğini ayrı ayrı yaşayıp hissetmek gerek. Öyle bir an önce büyümelerini isteyip, o masumiyet sürecindeki güzellikleri fark edememek, yeni keşfettiği şeylerin farkına varamamak çok önemli şeyleri kaçırmak demektir. Zira bebekler büyüdükçe masumiyet kayboluyor... Ve bebekler çok çabuk büyüyor. Hani şair der ya:
Gün gelir açılır önünüzde yollar,
Geçit vermeyen dağlar düz olur.
Kucaklar sizi.
Artık büyüdük diye,
Bozmayın güzelliğinizi.
Hayatımıza neşe katan, dünyamızı renklendiren, hayatımızı anlamlandıran bütün bebekler, hepiniz hoşgeldiniz. Dünyanın güzelliklere, özellikle de sizin güzelliğinize çok ama çok ihtiyacı var. İyi ki varsınız.
Masum güzelliğiniz bir ömür boyu hiç bozulmasın…
Sizin ışığınız hiç solmasın…
21.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Levh-i Mahfûz hakkında |
|
Cüneyt Bey: “Levh-i Mahfûz hakkında bilgi verir misiniz?”
Cenâb-ı Allah, kâinatın bir çekirdeği olarak, önce, kendi nûrundan Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûrunu yarattı.1 Bu nûr, Allah’ın takdiri ile dilediği gibi geziyordu.
O zaman ne Levh-i Mahfuz, ne kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne gök, ne yer, ne Güneş, ne Ay, ne insan ve ne de cin; hiçbir şey yoktu! 2 Sonra suyu yarattı. Sonra Arş-ı Âlâ’yı yarattı. Arş-ı Âlâ, su üzerinde idi.3 Sonra, Arş içinde Kürsî’yi yarattı.
Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm Ebû Zerr-i Gıfârî’ye (ra) şöyle buyurmuştur:
“Yâ Ebâ Zer! Yedi kat gök ile yedi kat yerin Kürsî yanında büyüklükleri, ancak bir çölün ortasına atılmış bir kapı veya bir yüzük halkası gibidir. Arş-ı Âlâ’nın da Kürsî’ye göre büyüklüğü, o çölün o halkaya nazaran büyüklüğü derecesindedir.”4
Arş-ı Âlâ’nın su üzerinde bulunuşu ne demektir? Demek, gerek içmek, gerekse arınmak sûretiyle hayat damarlarımızın bu derece su ile bağlı bulunuşu boşuna değil. Su, içindeki rahmeti okuyup takdir edebilirsek, bizi Rahman ve Rahîm isimlerinin arşına ve Arş-ı Âlâ nezdindeki yüksek makama çıkarabilecek bir kudrete ve hasiyete sahip.
Arş-ı Âlâ, Üstad Saîd Nursî Hazretlerine göre, Zâhir, Bâtın, Evvel ve Âhir isimlerinin halita ve karışığıdır. Bâtın ismi îtibariyle bakıldığında Arş melekût, kâinât da mülk olur. Yani, Bâtın ismi varlıkların daha çok melekûtünü ve iç yüzünü kuşatmış olduğundan, kâinâtın ve olayların mukadderâtını elinde tutan Arş-ı A’lâ ekseriyetle Bâtın isminin tasarruf alanı hükmündedir. Bu isme göre kâinât mülktür, yani dış yüzeydir.5
Levh-i Mahfûz ise, Hafîz, Alîm, Kadîr, Mürîd, Mukaddir, Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın ve Allah’ın kendi ilminde var olan sâir isimlerinin emir ve talimatlarının kaleme alındığı, kâinâttaki her nesnenin mukadderâtının plânlanıp yazıldığı muazzam kürsüye ait büyük kader defteridir.
Kâinât ve zerrelerden kürelere kâinâtta var olan bütün varlıklarla ilgili emir ve hükümlerin, mukadderât ve plânların, proje ve tâlimatların yazıldığı, muhafaza edildiği ve zamanı gelince icrâya dökülmek üzere saklandığı alan Levh-i Mahfûz’dur. Cenâb-ı Hak buyurur ki: “Ölüleri diriltecek olan ve onların iyi ve kötü işleriyle arkalarında bıraktıkları eserleri zâyi etmeyip kaydeden Biz’iz! Biz her şeyi İmam-ı Mübîn’de (Levh-i Mahfûz’da) tek tek yazdık.”6
Kur’ân Levh-i Mahfuz’da yazılmış, korunmuş ve yeryüzüne Levh-i Mahfuz’dan indirilmiştir.7
Hz. Ebû Hüreyre (ra) anlatıyor: “Resulullah Aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
“Hz. Âdem ile Musa Aleyhimesselâm Rab’leri katında birbirlerine karşı delil getirerek mücâdele ettiler. Neticede Âdem, Mûsâ’yı delil ile susturdu.
“Hz. Musa, Hz. Âdem’e (as) dedi ki: ‘Ey Âdem! Sen bizim babamızsın! İşlediğin günahla insanları Cennetten çıkardın ve onları bedbahtlığa attın, mahrûmiyete ve zarara düşürdün!’
“Hz. Âdem de Hz. Musa’ya: ‘Sen, Allah’ın peygamberlik vermek sûretiyle seçtiği ve hususi kelâmına mazhar kıldığı Mûsâ’sın! Benim yaratılmamdan kaç yıl önce Allah’ın Tevrât’ı yazdığını buldun?” “Hazret-i Mûsâ (as): ‘Kırk yıl önce!’ dedi.
“Hazret-i Âdem (as) de: ‘Peki Tevrat’ın içinde, ‘Ve Âdem Rabb’ine âsî oldu da şaşıp kaldı!’ (Bu âyet Kur’ân’da da vardır: Tâhâ Sûresi: 121) âyetini buldun mu?’ diye sordu.
“Hazret-i Mûsâ (as): ‘Evet, buldum!’ dedi.
“Hazret-i Âdem (as): ‘Öyle ise, Allah’ın, işleyeceğimi beni yaratmasından kırk yıl önce üzerime yazmış olduğu bir işi işlememden dolayı beni azarlayıp, ayıplamaya mı kalkıyorsun?’ dedi.
“Resulullah (asm) devamla dedi ki:
“Hz. Âdem böylece Mûsâ’yı delil ile iknâ etti ve susturdu.”8 Bediüzzaman’ın da ifâde ettiği gibi, bizim duâmız ve yönelişimiz çerçevesinde Cenâb-ı Hak dilediği gibi bu yazıyı değiştirebilmekte, musîbeti def edebilmekte, bizim mutluluğumuz lehine çevirebilmektedir.9
Şu halde, hâfıza kuvvetimizin işâret ettiği Levh-i Mahfuz10, bütün varlıkların bütün hareketlerinin asıllarının ve hakîkatlerinin yer aldığı büyük kader defteri hükmündedir ki, kâinâtta akıp giden olayların hepsi bu hükümlerin ve yazıların uygulama alanına dökülüşü demektir.11 Üstad Bediüzzaman’ın diğer bir ifâdesiyle, âlemde her mevcut, Levh-i Mahfuz’da yazılmış yazının cisimleşmiş bir lâfız olarak görüntüsünden ibârettir.12
Dipnot:
1- Bedîüzzaman, Mesnevî-i Nuriye,Yeni Asya Neş. S. 99; 2- Kastalanî, Mevahibü’l-Ledünniye, C.1 S.7; 3- Hûd Sûresi: 7; 4- Tecrid-i Sarih Tercemesi, 9/7; 5- Mesnevî-i Nûriye, s. 91; 6- Yâsîn Sûresi: 12; 7- Bürûc Sûresi: 22; 8- Buhârî, Kader 11, Enbiya 31, Tefsir, Taha 1, 3, Tevhid 37; Müslim, Kader 13, (2652); Muvatta, Kader 1, (2, 898); Ebu Davud, Sünnet 17, (4701); Tirmizî, Kader 2, (2135); 9- Mesnevî-i Nûriye, s. 175; 10- Sözler, s. 149, 433; 11- Sözler, s. 505; Mektûbât, s. 40, 41; 12- Şuâlar, s. 150.
21.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
“Kuvvetli mü’min zayıf mü’minden daha hayırlıdır” |
|
Başlıktaki ifadenin Allah Resûlü’ne (asm) ait olduğunu biliyoruz.1 Bu hadis-i şerife göre mü’minlerin hepsi hayırlı, ama kuvvetlisi daha hayırlıdır. Hadis-i şerif açıkça bizi her şeyin iyisine olduğu gibi kuvvetli mü’min olmaya da teşvik etmektedir. O halde mü’min her bakımdan kuvvetli olacaktır. Kuvvetli olma yönlerinden biri de maddeten ve ilmen kuvvetli olmaktır.
Maddeten güçlü olacaktır mü’min. Bunun için metotlarına, şartlarına ve ölçülerine uygun şekilde çalışacak, çabalayacak, kalkınacak, bu sûretle ağırlığını ortaya koyacaktır.
Başka bir hadis-i şeriflerinde de Kâinatın Efendisi (asm) bizleri buna sevk ediyor. Âhirzamanda insanların paraya pula ihtiyaç duyacaklarına, onunla din ve dünyalarını ayakta tutabileceklerine2 dikkat çekiyor.
Zaman bu gündür. Onun için Bediüzzaman Hazretleri bu ve buna benzer emir ve tavsiyelere dayanarak bu zamanda i’lâ-yı Kelimetullahın bir büyük sebebinin, maddeten terakkî etmek olduğunu3 ifade etmektedir.
Maddeten ilerlemek, güçlenmek ilim ve teknolojik yönden de güçlü olmak demektir. Onun için alan el değil, veren el olma gayreti içinde olunacaktır.
Bunun temelinde ise ilim vardır. İlim o kadar önemlidir ki o olmadan maddeten de, mânen de kalkınmak mümkün değlidir.
Ahirzamanda da ilim ağırlığını hissettirecektir. Kur’ân-ı Kerim ahirzamanda insanlığın ilim ve fenlere ağırlık vereceğine, bütün kuvvetini ilimden alacağına, hüküm ve kuvvetin ilmin eline geçeceğine de işaret eder.4
Şu hadis-i şerif de bu nokta da oldukça anlamlıdır: “İlim öğrenin. Çünkü ilim düşmana karşı silâhtır. Allah ilimle bir kısım milletleri yükseltir, iyilikte önder ve komutan yapar. Onların izlerinden gidilir ve yaptıklarına uyulur.” 5
Hutbe-i Şâmiye’deki “Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek” 6 tesbitinin pratiğe yansıması Müslümanların ilme gereken ağırlığı vermeleri gerektiğini göstermiyor mu?
Öyleyse Müslüman ilimde de güçlü olmak zorundadır.
Dipnotlar:
1- Müslim, Kader: 34; İbni Mace, Mukaddime: 10; Zühd: 14., 2- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 28-29.
3- Feyzü’l-Kadir, 1:425., 4- Sözler, s. 239.
5- Camiü’l-Beyani’l-İlm ve Fazlihî, s. 66.
6- Hutbe-i Şamiye, s. 33.
21.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Merkezde bilek güreşi |
|
Devletin merkezinde yer alan kurum ve kuruluşlar arasında, adeta bir çeşit bilek güreşi yaşanıyor.
Siyaset, yargı, asker ve bürokrasi çevrelerden medyaya yansıyan farklı, hatta birbirine zıt mânâdaki ses ve görüntü, esasında yaşanmakta olan bu bilek güreşinin bir nevi ispatıdır.
Birbiriyle uyumlu ve âhenk içinde çalışması gereken bu kurumların birbiriyle çatışması, en azından çatışıyormuş gibi bir görüntü vermesi, Cumhurbaşkanlığı makamını da rahatsız etmiş olmalı ki, bu işe bir müdahalede bulunma ihtiyacı hissedildi.
Son dakika bilgilerine göre, Cumhurbaşkanı Gül, bugün için Çankaya Köşkü'nde yasama, yürütme ve yargı kurumunun temsilcilerini bir araya getirip onlarla bir görüşme yapacak.
Bugün öğle saatlerinde Köşk'te verilecek yemeğe Meclis Başkanı, Başbakan, Anayasa Mahkemesi Başkanı, Yargıtay Başkanı, Danıştay Başkanı ile Sayıştay Başkanının katılması bekleniyor.
Prosedüre uyar mı, uymaz mı bilemiyoruz; ancak, gönül ister ki bugün Çankaya'da oluşturulacak tablonun içine Genelkurmay Başkanı da dahil edilsin. Zira—emekli olsun, muvazzaf olsun—ordu mensubu birçok kişi son dönemin şok edici gelişmelerin içinde, hatta göbeğinde yer almış görünüyor. Dolayısıyla, sırf bunun için bile olsa, Koşk'teki zirve toplantısına ordu temsilcisinin de katılması gerekir diye düşünüyoruz.
Devletin kalbi sağlam çalışmalı. Var olan ve olması gereken kuvvetler ayrılığı, kuvvetler çatışmasına dönüşmemeli. Geçmişte bunun büyük zararları görüldü.
Kalpte meydana gelecek bir rahatsızlık, vücudun diğer bütün organlarını olumsuz yönde etkiler. Gizli kapaklı şekilde yürütülen işlerin, artık bir son bulması lâzım. Zira, rahatsızlığın asıl ve en büyük sebebi budur.
Kànun dışı ve gizlilik içinde iş yürütenlerin, ne kadar iyiniyetli olursa olsunlar, zaman içinde şahsî menfaatlere hizmet edeceğinden ve hatta tamamiyle meşrûiyet dışına çıkarak zulme bulaşacağından kimsenin en ufak bir şüphesi olmasın.
Hâsılı, devlet ve hükümet içinde sûistimâle açık vaziyette bütün gedikler kapatılmalı, buna mukabil açıklık ve şeffafiyete uygun yeni düzenlemeler yapmaya büyük gayret sarf edilmeli. Aksi halde, yapılacak her türlü iyileştirme ve geliştirme faaliyeti, lokal ve kısa ömürlü olmaktan öteye gidemez.
Tarihin yorumu 21 Ocak 1774
Sultan Birinci Abdülhamid
Sultan II. Abdülhamid'i bilmeyen, tanımayan hemen hiç yok gibi. Onun 33 yıl (1876–1909) padişahlık yaptığı, I. ve II. Meşrûtiyet hareketinin onun devr–i saltanatında vuku bulduğu, hafif istibtad siyaseti güttüğü, 31 Mart Vak'asından (Nisan 1909) sonra tahttan uzaklaştırılarak Selanik'e gönderildiği, 1912–18 yıllarında ise Beylerbeyi Sarayında mahpus edildiği, ona kimileri tarafından Ulu Hakan, kimileri tarafından da Kızıl Sultan denildiği gibi hususlar, hemen herkes tarafından az–çok biliniyor.
Ancak, aynı durumun Sultan Birinci Abdülhamid için de geçerli olduğunu söylemenin imkânı yok.
Hemen herkesin "II. Abdülhamid"den dolayı ayrıca bir tane de "I. Abdülhamid" olması gerektiğini akıl edebiliyor olmasına rağmen, 15 yıl padişahlık yapan Birinci Abdülhamid hakkında mâlumat sahibi olanlar yine de çok az... O halde, onu kısacık da olsa günümüz insanına tanıtmatmakta fayda var.
Mart 1725'te, yani Lâle Devrinin en şaaşalı günlerinde dünyaya gelen Sultan Birinci Abdülhamid, 1789'da, yani Büyük Fransız İhtilâlinden üç ay kadar evvel vefat etti.
Sultan III. Ahmed'in oğlu ve Sultan III. Mustafa'ın kardeşi olan I. Abdülhamid, Osmanlı–Rus savaşının mağlubiyetle neticelenmesi sebebiyle ve bilhassa Ruslar tarafından Özi Kalesindeki 25 bin Osmanlı askerinin şehit edildiği haberini alması üzerine, kederinden önce felç geçirdi; devleti bu haliyle de dört ay kadar idare ettikten sonra hayata gözlerini yumdu.
Gariptir ki, benzer bir âkıbet ondan önceki padişah, yani büyük biraderi Sultan III. Mustafa'nın da başına gelmişti. 1774'te yaklaşık yedi yıl süren Osmanlı–Rus savaşının mağlubiyetle neticelenmesi üzerine inme (felç) geçirdi ve ardından vefat etti.
İşte, III. Mustafa'nın vefat tarihi ile I. Abdülhamid'in tahta geliş tarihi tam da bugüne, yani 21 Ocak (1774) gününe tevâfuk ediyor.
Sultan I. Abdülhamid, tahta geçtikten sonra, devlet kurumlarının eskimiş ve yıpranmış olduğunu gördüğü için, birtakım tecdid, yani yenileme faaliyetlerine girişti. Yeniçeri Ocağını islaha çalıştı, nâhak yere alınan maaşları kesti, donanmaya yeni bir çehre kazandırdı, ayrıca Sür'at Topçuları Ocağını kurdu, Avrupa standartlarında bir askerî mühendislik okulunu açtı ve bu meyanda daha başka siyasî ve askerî bazı yenilikler yapmaya gayret etti.
Ne var ki, hedefine tam vâsıl olamadı. Meselâ, onun yenilik yanlısı politikaları yürüten Sadrazam Halil Hamit Paşa, menfaati bozulanlar tarafından öylesine bir şikayet yağmuruna tutuldu ki, onu fedâ etmeye ve hatta gözden çıkarmaya bile mecbur kaldı.
Sadrâzamını idam ile cezalandırması ise, onun gücünü daha zayıflattı ve yenilik faaliyetlerinin başarısız kalmasını netice verdi.
21.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Ergenekon her yerde |
|
Osmanlı Devletinin son dönemine hükmeden İttihad ve Terakki Partisi’nden bu yana geçen son yüzyıl içinde çok büyük olaylar yaşanarak geliniyor. Kendisine muhalif olanları fâili meçhul cinayetlerle ortadan kaldıran İttihad ve Terakki Partisi çok kötü bir gelenek başlattı. Osmanlı devletinin çökmesine sebebiyet veren bu partinin bozuk kısmı, Cumhuriyet tarihi boyunca çok kanlı olaylara ve ihtilâllere sebep oldu. 1960 ihtilâli, 1971 muhtırası, 1980 ihtilâli ve 28 Şubat post modern darbeleri de hep o geleneğin devamıdır. Demokrasiden hiç hazzetmeyen, temel hak ve hürriyetleri hiçe sayan, milleti güdülecek bir sürü gibi gören ve ülkenin gerçek sahipleri olarak kendilerini bilen bu zihniyet; güya devletin yüce menfaatleri için her türlü zulmü, zorbalığı ve kan dökmeyi mübah olarak görmektedir.
1970’li yıllarda adını kontrgerilla olarak duyduğumuz, NATO ile bağlantılı olarak bildiğimiz, İtalya’da Gladyo olarak tanımlanan, mafya teşkilâtlarıyla içli dışlı ve devletin her tarafına uzanan bu dehşetli zihniyet, 3 Kasım 1996 yılındaki Susurluk olayıyla kuyruğundan yakalandı, fakat bir şekilde elden kaçırıldı. 13 Haziran 2007 tarihinde Ümraniye’de bir gecekonduda ele geçirilen 27 adet el bombasıyla bu ejderha kuyruğundan tekrar yakalandı. Bir buçuk seneyi aşkın bir zamandan beri ortaya çıkan tablo, gerçekten dudak uçuklatan cinsten oldu. Hükümetler yıkıp, yerine yeni hükümetler kurduran bu ejderhanın yedi başlı bir canavardan farkı olmadığı görüldü. Ergenekon dâvâsı diye izler takip edildikçe, bu zihniyetin, devletin her tarafına ahtapot gibi yayıldığı müşahede ediliyor. Emekli generallerden muvazzaf subaylara, eski YÖK başkanından bazı profesörlere, siyasetçisinden bir kısım sivil toplum örgütlerine kadar içinde hepsi var. Gölbaşı ve Yenikent’te yapılan kazılarda ele geçirilen mühimmât, el bombaları, lâv silâhları, on binlerce mermi, fâili şimdiye kadar meçhul kalan on yedi bin beş yüz cinayet olayları, bizlere “Ne oluyoruz?” sorusunu sorduruyor. Ele geçme ihtimaliyle köprü altlarına, tarlalara, sağa sola atılan bomba ve silâhlar da işin cabası. Bakalım bu işin sonu nereye varacak?
İtalya hükümeti bu gayr-i meşrû derin yapılanmadan ancak altı yılda kurtulabildi. Temiz Eller Operasyonu başarıyla neticelendi. Faili meçhul cinayetlerin çoğu aydınlatıldı. Gladyonun beli kırıldı. Fakat, bu iş tamamen bitti mi? Sanmıyorum. Çünkü, insan unsurunun olduğu her yerde mutlaka böyle sorunlar olur. Şeytanın arkadaşları çoktur.
Asıl önemli olan ise, bir tarafından yakalanmış olan Ergenekon Terör Örgütü’yle ilgili operasyona, sonu nereye kadar dayanırsa dayansın devam edilmesi ve bir takım pazarlıklar veya korkutmalar sebebiyle vazgeçilmemesidir. Temennimiz ve duâmız budur. Zira, bu kadar fâili meçhul cinayetlerin kanı yerde kalmamalı ve bundan sonra olabileceklerin önü alınmalıdır. Hâkim ve savcılar, bu yürekliliği göstermelidir. Siyasî irâde de bu cesaretliliğin arkasında dik durmalıdır.
Bir başka husus ise, her topluluğun az veya çok çeşitli isimlerde mutlaka bir Ergenekon’u bulunmasıdır. Zekâvet-i betrâdan gelen şeytânî bir zekâ veya nefsânî duygular, o topluluğun ahengini, tesânüdünü, birlik ve beraberliğini tahrip eder. Görüntü ve niyet ne olursa olsun, sonuç o topluluğu birbirinden soğutuyor ve ayırıyorsa, orada bir Ergenekon var demektir. Siyasî partiler, dernekler ve sivil toplum örgütlerinde zamanla oluşan ayrışmalar, tesâdüfen ortaya çıkan olaylar değildir. Her olayın yazılmış bir senaryosu, plân, proje ve uygulaması vardır. Bediüzzaman Hazretleri meâlen “Birbirine benzeyen ağaçları ayırt eden meyveleridir” der. İtaat ve istirahati değil, ihtilâf ve zararı netice veren her hareket bir nev'î Ergenekon’dur. Onun için lâfa değil, neticeye bakarak değerlendirme yapılmalıdır.
21.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Suna DURMAZ |
Minber’in hazin dönüşü |
|
—Dünden Devam—
6 GÜN SAVAŞLARI NETİCESİNDE KUDÜS
İSRAİL'İN ELİNE GEÇİYOR
1952 yılında yapmış olduğu askerî darbeyle krallığa son verip Mısır’da idareyi ele geçiren Cemal Abdunnasır, Filistinle kalmayıp yayılmacı bir politika izleyeceği daha 1948’de belli olan İsrail’e karşı ülkesini askerî bakımdan kuvvetlendirmek istedi. Bunun için Rusya ile anlaşıp Çekoslovakya üzerinden Rus silâhları satın aldı. Nasır askerî ve ekonomik gelişme planları için gerekli olan finansı karşılayabilmek için çareler arıyordu. Önünde, açıldığı tarihten (1869) bu yana batılı şirketlerin tekelinde olan ve dünya ticaretinin yüzde 7’sinin üzerinden gerçekleştirildiği 190 km uzunluğundaki Süveyş Kanalını millileştirmekten başka çare yoktu. Nasır, bu kararını 26 Temmuz 1956 tarihinde açıkladığında yer yerinden oynadı!
Kanalı idare eden uluslar arası şirkette yüzde 44’lük gibi büyük bir hisseye sahip olan İngiltere, Fransa ve İsrail’i de yanına alarak Mısır’a saldırdı. İdeolojik ve askerî yönden Mısır’a destek veren Rusya’nın, Londra ve Paris’i bombalayabileceğini açıklaması üzerine olaya müdahale eden Amerika, İngiltere’ye baskı yaparak saldırının durdurulmasını sağladı. Amerika’nın böyle bir girişimde bulunmasının ardında, Araplar arasında gittikçe artan Rus sempatizanlığına daha baştan engel olma fikri yatmaktaydı kuşkusuz.
Arapların ‘Udvan es-Sülasi’ dedikleri ‘Üçlü Operasyon’dan en kârlı çıkan taraf İsrail olmuştu. Yapılan baskı sonucu, 29 Ekim 1956’da başlattığı ‘Kadeş Operasyonu’ ile işgal ettiği Sina’dan çıkmak zorunda kalan İsrail, BM'ye bağlı bir barış gücünün ‘Mavi Bereliler’ Sina’da konuşlanmasını sağlamıştı. Böylece, Mısır ile arasında bir güvenlik şeridi oluşturmuştu. 1967 tarihine gelindiğinde bölgede acısı yıllarca unutulmayacak olan olaylar zinciri başladı. Süveyş kanalını millileştirmesinin akabinde bir kahraman konumuna yükselen Nasır, milliyetçi Arap kitlelerinin kendisine verdiği manevî destekten de cesaret alarak BM barış gücünün Sina’dan çıkmasını istedi. 23 Mayıs 1967’de ise Tiran Boğazı'nı İsrail trafiğine kapattı. Boğazın kapatılması, İsrail’in Elat limanının ablukaya alınması, dolayısıyla petrol ithalatının durması anlamına geliyordu.
Olaya sessiz kalmayan İsrail, tarihi boyunca ele geçiremeyeceği bu fırsatı değerlendirir. 5 Haziran 1967 tarihinde ordularını harekete geçiren İsrail, Amerika’nın da kendisine vermiş olduğu askerî destekle altı gün içinde Mısır, Suriye ve Ürdün cephelerinde büyük başarılar elde eder. Arap savaş uçaklarının daha yerde iken imha edilmesi, Araplara binlerce kayıp verdirir. İsrail’in kaybı ise 300 asker ve 30 uçaktır.
‘Altı Gün savaşları’ diye anılacak olan bu savaşın neticesinde Golan Tepeleri, Gazze, Batı Şeria, Sina, daha da önemlisi Kudüs, İsrail’in eline geçer. (Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta Ortadoğu s. 193)
Arap birliklerine ikinci darbeyi vurduktan sonra Kudüs’e giren İsrail Kuvvetleri komutanları eşliğinde “Muhammed arkasında kızlar bıraktı. Hayber'in intikamını aldık” diye naralar atarak Mescid-i Aksa’nın duvarlarından biri olan Burak Duvarına (Medya onu Ağlama Duvarı olarak tanıtıyor maalesef) gelip ayin yaparlar. (Filistin et-Tarihu’l Musavvar s. 300)
Birleşmiş Milletlerin yapmış olduğu bütün çağrılara rağmen işgal ettiği topraklardan çıkmayan İsrail, 1948’de işgal etmiş olduğu Batı Kudüs ile yeni ele geçirmiş olduğu Doğu Kudüs’ü birleştirir. Akabinde ise Kudüs’ün İsrail Devleti’nin ebedî başşehri olduğunu ilân eder.
SİYONİSTLER, MESCİD-İ AKSA'YI YAKIYORLAR
İsrail’in, Kudüs’ü ele geçirip başşehir olarak ilân etmesine bütün dünyadaki Protestanlar çok sevinirler. Çünkü Kudüs İsa’nın yeryüzüne ikinci gelişinde ilân edeceği kraliyetin başşehri olacaktır. Kudüs elde edilmiş, şimdi ise sıra tapınağın tekrar inşa edilmesine gelmiştir. Ve bunun bir an önce gerçekleştirilmesi için İsrail’e yardım etmek lâzımdır. İsrail’e yardım Tanrı’ya yardımdır. İsrail’den el çekmek Tanrı’dan el çekmektir. (el-Bu’d ed-Dini fis-Siyaseti’l Amerikiyye sh: 79-80)
Church of God (Tanrının Kilisesi) adlı Protestan kilisesine bağlı olan Dennis Michael Rohan adlı Avusturyalı bir turist, tapınağın yapılma sürecini başlatmak için 21 Ağustos 1969’da Mescid-i Aksa’yı kundaklar. Çıkan yangında mescidin 1500 metrekarelik bir alanı, mihrap ve yazımıza konu olan meşhur minber yanar. Müslümanların ilk kıblesine girişilen hain saldırı bütün İslâm âleminde derin yankılar uyandırır. Mescid-i Aksa’nın yanması karşısında uyanan Müslümanlar, 25 Eylül 1969’da Fas’ın başşehri Rabat’da toplanırlar. Ve bu toplantının sonunda bugün 57 üyesi olan İslâm Konferansı Teşkilâtı doğar. Alınan kararlar arasında, Mescid-i Aksa’nın tamir edilmesi için vakit geçirmeden çalışmaya başlanılmasını öngören karar da vardır. 1987’de Taif’de toplanan İslâm Konferansı Teşkilâtı, Kudüs konusunda bir strateji ortaya koyar. Ve bu konuyla ilgili Fas kralı 2. Hasan’ın başkanlığında çalışacak olan bir heyet teşkil edilir.
MİNBER’İN HAZİN DÖNÜŞÜ
Mescid-i Aksa minberini yeniden yapma projesini Ürdün Krallığı üzerine alır ve bu iş için bir İslâm Sanatları Enstitüsü kurar. El Balqa Üniversitesine bağlanan Enstitü, Vakıflar Bakanlığı ile beraber projeyi hayata geçirmek için çalışmalara başlar. Minber İslâm âleminin ortak malı olduğu için, yapımında Türk ustaların da emeği geçsin istenir. Böyle mukaddes bir görevi reddetmeyen Hasan Ercan, Recep Elitok, Abdulvahit Ercan, Mustafa Baysal, M. Ali Uçar, İsmail Aydın, Gürkan Karapınar ve Mehmet Güleç'den oluşan Türk ustalar, Arap ve Endenozyalı ustalarla beraber çalışmaya koyulurlar. Minberin yapımında kullanılacak olan çok değerli 13 metreküp ceviz ağacı Bakanlar Kurulunun verdiği özel izin ile Türkiye’den Ürdün’e götürülür. 9 basamaklı ve çift kapılı olup yaklaşık 6 metre yüksekliğindeki minberin yapımı dört buçuk yıl sürer. (Yeni Asya / 2 Nisan 2004)
Yapımı biter bitmez nakil hazırlıklarına başlanır. Çok özel hazırlanmış altı kamyona parçalar hâlinde yüklenen minber sıkı güvenlik tedbirleri içinde Ürdün’den Kudüs’e getirilir. Terkip işlemleri tamamlanan minber, tam 38 yıl sonra yerini bulur. Cuma gününe rastlayan 2 Şubat 2007 tarihinde ise ilk hutbe okunur. Kudüs fethinin sembolü olan minber tekrar lâyık olduğu yere konulmaktan mutludur. Ancak bu mutluluk acıyla karışıktır. Çünkü İsrail kazmış olduğu tünellerle Mescid-i Aksa’nın altını oymuştur. Kudüs’te meydana gelebilecek olan orta dereceli bir deprem sonucunda Aksa’nın yıkılma tehlikesiyle başbaşa kalabileceği ortadadır. Şayet minberin kendisine sorulsaydı, kuşkusuz böyle bir ortamda ve küçük bir Müslüman topluluğunun omuzlarında değil; Selâhaddin’in şanlı fetih günündeki gibi coşkulu bir günde ve başı dimdik bir şekilde Aksa’ya konmak isterdi. Minber Müslümanların perişan hâlini biliyordu. Ancak ‘küllü atin karib-gelecek olan herşey yakındır’ düsturundan yola çıkarak çekilen acıların dinmesini ve Allah’ın Müslümanlara vaad ettiği zaferin yakın olmasını temenni ediyordu.
“Ey Mü'minler! Yoksa siz, sizden gelip geçenlerin başına gelenler, size de gelmeden Cennet’e gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki mü’minler: ‘Allah’ın yardımı ne zaman!’ dediler. Bilesiniz ki; Allah’ın yardımı yakındır” (Bakara Sûresi 214. Âyet).
Kaynaklar:
l Edward Peters, “The First Crusade” 2. Edition University of Pennsylvania Press Philadelphia 1998.
l Able Mühtedi ez-Zübde, “el-Kudsu Tarih ve Hadara” Darun’Ni’meti tit-Tıba’a Beyrut.
l Muciriddin el Hanbeli “el-Unsu’l Celil bit Tarih’l Kudsi ve’l Halil” Daru’l Ciil 1973 Amman.
l Şakir Mustafa, “Salaheddin el Faris el-Mucahid ve’l Melik ez –Zahid” Daru’l Kalem Dımışk/Daruş-Şamiyye Beyrut 1998.
l Dr. Suheyl Zukkar, “Hıttin Mesiretü et-Tahrir” Daru Hassen lit-Tıba’a Dımışk 1984.
l Barbara Tuchman - ‘ Bible and Sword’ Phoenix Press 2001 London.
l Roger Garaudy - ‘Siyonizm Dosyası’ Pınar Yayınları 2000.
l Benjamin Beit Hallami - ‘Orijinal Sins’ Olive Branch Press 1993.
l Paul Charles Merkley - ‘The Politics of Christian Zionism’ Frank Cass Publishers London 1998.
l Enis-Hilda Sayiğ - ‘Yevmiyat Herzl’ Merkez Ebhas Munazzamat et-Tahrir El Fılıstiniyye Beyrut 1968.
l Yusuf el-Hassen - ‘el-Bu’d ed-Dini fis-Siyaseti’l Amerikiyye’ Merkez ed-Darasati’l Vahdeti’l Arabiyye Beyrut 2000.
l Tarık es-Suveydan - ‘ Fılıstın et-Tarihu’l Musavvar’ 2004 Kuveyt.
l Ömer Turan ‘Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta Ortadoğu’ Yeni Şafak Gazetesi.
l Yeni Asya Gazetesi - Muhtelif nüshalar..
l M. Kemal Öke - ‘Filistin Sorunu’ Ufuk Kitapları 2002.
—Son—
21.01.2009
E-Posta:
[email protected]@hotmail.com
|
|
Cevher İLHAN |
“BOP’un eşbaşkanlığı” meselesi (1) |
|
İsrail’in 22 gün süren ve İsrail Başbakanı Olmert’in ifâdesiyle “pamuk ipliğiyle bağlı”, Dışişleri Bakanı Livni’nin “bir tek roket atılsa yeniden Filistinlilerin üstüne çökeriz” tehdidiyle her an yeni bahanelerle “ateşkes”in bozulabileceği son Gazze saldırısı, birçok gerçeği su yüzüne çıkardı.
Bunlardan biri de Başbakan’ın ifâdesiyle Türkiye’nin ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesinin eş başkanlığı görevi” oldu. Bilindiği gibi baştanberi “bir kısım yandaş medya” ve kimi kalemşörler at gözlüğüyle siyasî iktidara yalakalık ve yağcılık yayınlarını yaptılar; Erdoğan’ın “BOP’un eşbaşkanlığı” görevini almadığını, hatta böyle bir ifâdesi olmadığını iddia ettiler.
Oysa “AKP Gerçeği”ni bütün yönleriyle ortaya çıkaran internet sitelerinde, yerli ve yabancı medyadaki onlarca ikrara yüzlerce sayfa yorum yapıldı. Başbakan’ın bu hususta yurt içinde yaptığı açıklamalar, özellikle partisinin kongrelerinde ve grup toplantılarındaki konuşmaların büyük bir bölümü zaten AKP’nin sitesi olan “akp.org.tr”de yer aldı.
En küçük bir araştırmada Başbakan’ın kendi ağzından oldukça iddialı sesiyle, “Biz Büyük Ortadoğu Projesinin eşbaşkanlığı görevini aldık” cümlesiyle başlayan demeçler okunmakta, dinlenmekte. Fakat ne garip ki “politik tarafgirlik” bunu görmemekte, görmezden gelmekte, hatta inkâr etme garâbetine düşmekte…
“BU PROJENİN EŞBAŞKANLARI…”
Bu konudaki ilk açıklama, Erdoğan’ın 16 Şubat 2004’de Fatih Altaylı’nın “Teke Tek” programında, “Şu anda Amerika’nın da Büyük Ortadoğu Projesi var ya, Genişletilmiş Ortadoğu, yani bu proje içerisinde Diyarbakır bir merkez, bir yıldız olabilir. Bunu başarmamız lâzım” beyânıyla başladı. Erdoğan’ın bu ifâdeleri ertesi gün gazetelerde yer aldı.
Peşinden 28 Temmuz 2004 günü gittiği İran’da, basın mensuplarının sorularına, “Demokratik ortak olarak geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika projesi içinde, bu projenin eşbaşkanları arasındayım” diye konuştu. Bu sözleri, partinin internet sitesine de konuldu.
Erdoğan, 8 Haziran 2005’te ise bir soru üzerine basına, Geniş Büyük Ortadoğu Projesi’nde demokratik ortak olarak bir görev üstlendiğini ve bu görevle birlikte eş başkanlığın verildiğini hatırlattı. “Bizim sınırdaşımız, komşumuz olan örneğin bir Suriye, bir Ürdün, bir Lübnan, Kuzey Afrika ülkeleri, Fas, Tunus, bunlara yaptığımız ziyaretler, hepsi bunun birer adımıdır ve bu da devam edecek” dedi. Bu cevap da “akparti.org.tr”de çıktı. Keza 27 Temmuz 2006’da CNN Larry King Show’da, “Daha önce Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika girişimi içerisinde zaten yer almıştık. Burada eşbaşkanlık görevi üstlenmiştik” beyânı bunlardan biri. Erdoğan, “BOP’un eşbaşkanlığı”nı yerli ve yabancı medyanın yanı sıra yurtiçinde ve yurtdışında katıldığı çeşitli toplantılarda hem BOP’u medhetti hem de “BOP’un eşbaşkanlığı görevi”ni övünerek anlattı.
Çırağan Sarayında, 25 Haziran 2005’de “ABD-TESEV-Alman Marshall Fonu Toplantısı”nda, “Üstlendiğimiz misyon gereği” diye başladığı cümlesini “eşbaşkanı olduğumuz genişletilmiş Ortadoğu projesi için” diye devam ettirdi. Aynı gün Yeni Şafak gazetesinde İstanbul NATO Zirvesi öncesi, “Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin katılımı”ndan bahisle, “eşbaşkanlar olarak Türkiye, İtalya, Yemen üzerimize düşen görevleri yerine getirmeye çalışacağız” taahhüdünü dile getirdi.
28 Ocak 2005’te Davos’ta Klaus Schwab’la söyleşide,“Türkiye işlevini Büyük Ortadoğu Projesi içinde, bu bölgede etkin bir şekilde yerine getirecektir. Her görüşmede, attığımız her adımda bunun uygulamasını yapıyoruz” konuşması, “BOP’un eşbaşkanlığı” açık itiraflarındandı.
“BOP’DA ÖNEMLİ ROL OYNUYORUZ…”
Yine 7 Haziran 2005’te ABD yolculuğunda Zaman gazetesine verdiği röportajda, “Biliyorsunuz GOP, bir alt biriminin eşbaşkanlığını üstlendiğimiz bu proje. Olay sadece Ortadoğu’yu kapsamıyor… Bu konuda yapacağımız çalışmalara komşu ülkelerden başladık. Suriye, Lübnan, Fas, Tunus gibi ülkelere geziler düzenliyoruz. Yakında Cezayir’e gideceğiz, Ürdün’e gideceğiz” dedi.
Nitekim bir gün sonra ABD’de Wıllard Otelde düzenlediği basın toplantısında “’Sea Island’ sürecinde Türkiye, İtalya ve Yemen geniş büyük Ortadoğu projesi’nde bir görev üstlendik ve eşbaşkanlık bu üç ülkeye verildi” diye bildirdi. Peşinden 10 Haziran’da Amerikan Dış Politika Derneği (FPA) toplantısında, “Biz Türkiye olarak bildiğiniz gibi, Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika İnisiyatifi çalışmalarında rol aldık. Eşbaşkan olarak bu süreci işletmeye devam ediyoruz” diye konuştu.
Ardından da 12 Haziran’da ABD dönüşü Esenboğa havaalanında, “Biz Büyük Ortadoğu Projesi’ne bu seyahatte başlamadık. Biliyorsunuz adı değişti, ‘Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika İnisiyatifi’ olarak belirlendi. Bunun içerisinde Türkiye, İtalya ve Yemen, eşbaşkan olarak çalışmaya başladık” bilgisini verdi.
Üç gün sonra 15 Haziran’da Esenboğa’dan Lübnan’a hareketinden önce de “Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika İnisiyatifi çerçevesi içerisinde Türkiye eşbaşkanlık olarak paylaştığı bir görevi yürütecek” tekrarında bulundu.
7 Temmuz 2005’te ABD Dünya İş Konseyi (World Affaırs Councıl) toplantısında “Türkiye’nin ABD’yle yapabileceği çok şey var. Türkiye’nin Sea Island sürecinde, Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika İnisiyatifi’nde eşbaşkan olarak yer almış olması bundan kaynaklanmaktadır” izâhını yaptı.
Aynı yıl (13 Eylül 2005) yeniden gittiği ABD’de, Dış İlişkiler Konseyi (CFR) toplantısına katılan Başbakan Erdoğan, Türkiye’nin aldığı “BOP’un eşbaşkanlığı görevi”ni, “Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika girişimi içinde önemli bir rol oynuyoruz. Amerika’nın Ortadoğu’da oynayacağı önemli bir rol var, onun bir parçasıyız” açıklamasıyla sürdürdü…
21.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Bu kan yerde kalan değil! |
|
Menfaat üzerine dönen uluslar arası ilişkiler, çoğu zaman masumların kanlarına mâl oluyor. Türkiye’nin çelişkiler ülkesi olduğu ifade edilir, ama aynı şey dünya için de geçerli maalesef...
Kendisini ‘dünyanın jandarması’ ilân eden Amerika, sadece kendi menfaatini düşünüp, diğer ülkelerin ve insanların arzularını dikkate almayan bir politika uyguluyor. Böyle olunca da her yerde kan ve gözyaşı sel olup akıyor.
Dünya, ilk defa ‘en güçlü ülke’yle karşı karşıya değil. Geçmiş dönemlerde de ‘en güçlü ülke’ler oldu. Son örneği Osmanlı Devletiydi. Aradaki fark; birinin ‘adaletle’ hükmetmesi, diğerinin ise evvelâ ve sadece kendi menfaatini düşünmesi. Başka türlü Osmanlı örneğinde olduğu gibi 600 yıl dünyaya hükmetmek mümkün olabilir miydi? Zaten gerileme ve dağılma süreci de, başka pek çok sebeple birlikte ‘adalet’ten ayrılma sonrası gerçekleşmedi mi?
Dünyanın şahit olduğu en büyük çelişkilerden biri de güya dünya barışını temin için kurulan Birleşmiş Milletler ve benzeri organizasyonların bu amaca hizmet edememesidir. Bu hedef gerçekleştiriliyor olsaydı; Irak, Afganistan, Ruanda, Sudan ve benzeri ülkelerde bunca yıldır devam eden katliâmlar olur muydu? Hele hele, bütün insanlığın itirazına rağmen İsrail, Gazze’de bu insafsız katliâma cesaret edebilir miydi? Edemezdi, ama etti. Çünkü ‘dünyanın jandarması’ olan ABD, ‘haklı’dan yana değil, menfaatlerinden yana tavır takındı.
İsrail’in Gazze’de işlediği katliâma bir gram bile hakkı olmadığını gösteren o kadar misâl var ki, saymaya ve sıralamaya gerek yok. Son günlerde medyaya konu olan bir “Gazzeli doktor” haberi var ki, sadece bu haber bile İsrail’in insafsızlığını, azgınlığını ve kökten haksızlığını ortaya koymaya yeter. Hatırlanacağı üzere, aslen Gazzeli olan Dr. İzzettin Ebu Eyş, uzun süre İsrail hastahanelerinde görev yapmış ve İsrail’de tanınan meşhur bir doktor. İsrail’in Gazze’yi işgali esnasında Gazze’de bulunan Dr. Eyş, sık sık bir İsrail televizyon kanalına bağlanarak Gazze’den haber aktarıyormuş. Dr. Eyş’in bir özelliği de, Filistinli ve İsraillilerin beraberce barış içerisinde yaşayabileceğini savunmasıymış. Son ‘canlı yayın’dan bir iki dakika önce Dr. Eyş’in evi İsrail tanklarınca bombalanmış ve üç kızı gözünün önünde katledilmiş. ‘Canlı yayın’a bağlanınca da bu haberi aktarmış ve “Aman Allah’ım, aman Allah’ım! Kızlarım öldürüldü, kızlarımı öldürdüler. Şlomi, (tv kanalındaki spikerin ismi) bunlar ne yaptılar?” diye haykırmış. Bu ‘haber’ üzerine spiker de ‘isyan’ etmiş ve “Ben (daha) devam edemeyeceğim” diyerek kulaklığını çıkarıp başını masaya koymuş ve ağlamaya başlamış. (Radikal, 18 Ocak 2009)
Bu anlatılanlar Gazze’de yaşananların milyonda biri bile değil. Çok daha vahim cinayetler işlendi ve dünya ülkelerinin yöneticileri bu zulmü ‘en çok izlenen film’ anlayışıyla karşıladı. Aslında İsrail ‘savaş suçu’ işliyor ve bu suç sebebiyle mutlaka özel bir mahkemede yargılanmalıdır. İsrail’in ‘suç dosyası’nda şunlar var: Kullanılması yasak olan ‘fosfor bombası’ başta olmak üzere özel silâhlar kullanıyor. Hastahane, ambulans, kurtarma ekipleri, ibadethane, çoluk-çocuk herkesi bombalıyor. Bütün bunlar suç dosyasını kabartmış durumda.
Bugün için İsrail’in yargılanması mümkün değil gibi görünse de, bu imkânsızlık uzun süre devam edemez. Er ya da geç, İsrail de yaptığı bu zulmün hesabını ‘insanlığa’ vermek durumunda.
Gerçi insanlık nezdinde İsrail zaten mahkûm. Ama bu yetmez, uluslar arası mahkemeler nezdinde de mahkûm edilmeli. Bu mahkûmiyeti ‘dünyanın jandarması’ olan Amerika da engelleyemez.
Azerbaycanlı bir şairin dediği gibi, “Bu kan yerde kalan değil!”
21.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Gözler Obama’da |
|
ABD’nin yeni Başkanı Obama dün işbaşı yaptı. Selefi Bush’un her alanda bıraktığı enkaz, ABD gibi bir dünya gücü için normal şartlarda bile zaten çok zor olan bu görevi Obama için kelimenin tam anlamıyla “ateşten gömlek” nitelemesine mâsadak kılıyor.
Obama gerek ABD’nin kendi içinde, gerekse dünyada Bush politikalarının yol açtığı ve derinleştirdiği esaslı krizlerle boğuşmak zorunda.
İsrail’in üç hafta boyunca süren Gazze saldırıları, bunların en kronik ve sancılısı olan Filistin meselesini en âcil çözüm bekleyen sorun olarak yeni Başkanın gündemine taşıdı. Ve saldırı bir anlamda İsrail’in Obama’ya “hoşgeldin” mesajı oldu.
Saldırılar devam ederken Obama’nın tatiline devam etmesi ve sessizliğini koruması haklı olarak eleştirildi. Ama bilâhare bu suskunluğu “Şu anda Amerika’nın bir başkanı varken konuşmam doğru olmaz” diye gerekçelendirmeye çalıştı.
Asıl önemli gösterge ise, BM Güvenlik Konseyine sunulan ve İsrail’in saldırıları durdurmasını isteyen karara, geçmişteki benzerlerini defalarca veto eden ABD’nin, bu kez hem de Rice eliyle kabul oyu verme noktasına gelmesiydi.
Ne var ki, bunu haber alan Olmert, oylamadan sadece on dakika önce telefonla aradığı Bush’a, yapmakta olduğu bir konuşmayı dahi yarıda kestirerek ulaşmak ve “Dışişleri Bakanın Rice’a söyle, sakın evet oyu kullanmasın” talimatı vermesini sağlamak suretiyle engel oldu.
Ve ABD’nin oyu evet’ten çekimser’e dönüştü.
İsrail’le ilgili oylamalarda öteden beri veto şeklinde tezahür eden ABD tavrının çekimser’e dönmesi dahi başlı başına önemli bir gelişme.
Son anda sabote edilip engellenen kabul eğilimi ise çok daha olumlu ve ümit verici bir işaret.
Eğer o esnada başkanlık koltuğunda Bush yerine Obama oturuyor olsaydı tavrı ne olurdu, şu anda birşey söylemek tabiî ki mümkün değil.
Bu tavır, Obama’nın işbaşı yaptıktan sonra ortaya koyacağı politika ve icraatlarla belli olacak.
Umalım ki, bu politika ve icraatlar, yeni ABD Başkanına yönelik temkinli, ama genel anlamda olumlu beklentilere cevap verir nitelikte olsun.
Gerçek şu ki, ABD’nin dünyadaki imajını tahrip eden sebeplerin başında, öteden beri sergilediği “kayıtsız şartsız İsrail destekçiliği” geliyor.
Bush döneminde bu desteğin daha da katmerlenerek sürdürülmesine ilâveten, Irak ve Afganistan işgalleri de Amerika'yı “en çok nefret edilen ülkeler” listesinin en baş sırasına yerleştirdi.
Eğer Obama bu durumu değiştirmek ve ülkesini dünya ile barıştırmak istiyorsa, öncelikle İsrail’le ilişkilerini daha insanî ve mantıklı bir çizgiye çekmek zorunda. Yakın çalışma kadrosunda ağırlıklı yer tutan Yahudi kökenli isimler de ona bu noktada yardımcı olmak durumunda.
Netice olarak Obama’nın önündeki en zorlu ve çetin sınavlardan biri İsrail-Filistin meselesi.
Bunun dışında, Irak ve Afganistan işgallerinin olabildiğince sür’atli bir şekilde bitirilmesi şart.
Aynı şekilde, İran’la yaşanan krizin, bu sıkıntıyı da bölgeyi ateşe verme fırsatı olarak kullanmak için tetikte bekleyen İsrail’i dizginleyecek mantıklı politikalarla çözülmesi icab ediyor.
Bush’un “şer ekseni”nde saydığı, ama son dönemdeki tavrıyla aleyhindeki tertipleri kısmen bozmayı başaran Suriye için de aynı şey geçerli.
Kısaca, Obama döneminde ABD’nin artık savaş, işgal, fitne, fesat işlerini terk edip insanlığı rahat bırakması; Demokrat Parti'nin demokrasiyi, hak ve hürriyetleri öne çıkaran politikalarına uygun şekilde davranması; ve evvelce yapılan yanlışları düzeltip dünya ile barışmak için insanî ve vicdanî bir seferberlik başlatması gerekiyor.
Bu yaklaşım, dalgaları dünyayı ve ülkemizi etkilemeye devam eden finans krizini aşmak için de şart. Adaletsiz ve vahşi kapitalist sistemin yol açtığı tahribatın giderilmesi, ahlâkî değerlere bina edilecek yeni bir yaklaşımı gerekli kılıyor.
Umarız, Obama bu yönde hareket eder.
Aksi halde hem ABD, hem dünya kaybeder.
21.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|