Bu bir hikâyedir. Hazan yağmuruna yakalanmışların hikâyesi… Bin bir umutlarla istikbâlin sıradağlarının eteklerinden zirvelere yürürken; şahikalardan, uçurum ve yârlardan kopma tehlikesiyle sahralara ve yaylalara ulaşabilmişlerin hikâyesi… Coğrafyanın hep zirveye yükseleceğini beklerken düzlükleri bitirmiş, iniş veya dönüş yoluna girenlerin hikâyesi… Kulaklarında bir yörük devesinin boynundan gelen çıngırak sesleri veya sürüyü kışlaya indiren çobanların hazin nağmeleri… Yükseliş baharında alıştığı at kişnemelerini ve anne-yavru kuzu seslerini tahassürle yâd edenlerin bu garip ve hazin hikâyesine, hüzün ülkesine göçmek üzere konanların hikâyesi de diyebilirsiniz. Celâlli dağların beyaz sarıklar sardığı, sarıklardan fışkıran saçların beyazlara büründüğü, benizlerin bahçelerdeki gazellerce sarardığı bu kutlu veya mahzun mevsimin insanına “çocuk” diye seslenenler ne hikmetli konuşmuşlar. Dünyanın sevincinden etrafında raksettiği “süt emen” çocukların safına yerleştirilmiş safiyetteki bu garip insanların hikâyesi, yalnızca onlarla sınırlı kalmıyor; beni de, seni de içine alıyor.
Reddetmek elde mi? Bedenden gözlerin feriyle birlikte dizlerin dermanı ayrılırken, kimden kime dertleneceksin ki… Sakın “Ah gençliğim!” diyerek hikmeti üzmeyin. Ne gençliğin tutabilir ellerinden, ne de delikanlığın hayâl ve umutları uçurabilir şu beyabanlardan. En güzeli, elbette teslim olmak… Çekirdekten neşv ü nemaya ve oradan goncaya çıkarana teslim olmak… Sonra, seni gül-ü sadberg gibi âşıklarına takdim edene… Şimdi ise… Gördüğün gibi büzülme zamanı… Başladığımız noktaya dönüyoruz. Veya tırmanışa geçtiğimiz sahile… Gözlerin iyi seçmese de ufuklara derin derin bakmakta fayda var. Belki de bu sahillerden bizi almak üzere, güneşin yürüdüğü istikamette karaltılar görürüz okyanuslarda…
Maziye dalan gözlerimiz ne çabuk geçti. Bizi yalnızca gençliğimiz uyutmamış. Hayallerimiz, tûl-i emellerimiz ve başımızdaki hay u huy rüzgârları… Fakat zamanımızın kış çiçekleri hem garip, yardımcısız ve mutsuz. Onlar hayatı kucaklarken Keloğlana özenmişlerdi. İplerini ormanın yüzlerce ağacına dolayarak yüklenmişlerdi baharlarında… Dünyalık… Mallar… Ve çocuklar… Onlar da hayal imiş. Hani neredeler… Var mı elinden tutan, yalnızlığını gidermek üzere yârenlik eden ve şu korkulu-sıkıntılı “dönüş” yolculuğunda yardımcı olan. Bir rüya imiş yaşadıkları. Bir varmış, bir yokmuş gibi… Masala dönüşen hikâyemizi bizden dinleyecek kaç sabır kahramanı gösterebilirsiniz ki…
Teslim olmak… Çekirdekten meyveye, budaktan gonca güle, yükselişten vuslat sahillerine, ebr-i Nisan’dan karakışa ve doğuştan batışa giden yolları takdir edene teslim olmak… Garipliğini “Ey bu yerlerin ve göklerin sahibi!…” diyerek bizzat O'na yönelerek, O'nun huzurunda ve O'nunla paylaşmak ne güzel… Bir sığınak gerek… Ortasında seccadesi… Rahlesi köşede ve sığınağın duvarına yerleştirilmiş kitapları…
Hikâyemizi yaşamayanlar bizi anlamıyorlar. Cemiyet hayatının dizaynında bu garipler hiç, ama hiç nazara alınmıyor. Doğrusu fıtrî bir hayat yok orta yerde. Kış çiçeğinin eline uzun “atlama” sırığını tutuşturuyorlar. Hazan yağmurundaki fersiz mahzunu “maraton koşusuna” istiyorlar. Ebedin çağrılarıyla geceleyip sabahlayanlarından “kahkaha tufanı” bekliyorlar. Beyaz yaşmağının rengini aşmış nuranî anneanneme “güzellik seti” pazarlarlayanların daldığı uyku gece uykularından gafletli olunca, kahramanlarımıza yeni sığınaklar lâzım.
Fakat nerede… Hayat burada işgale uğramış… Her yerde üç harflilerin dansı var gibi… Zıp zıp kahramanlarımızın etrafında hopluyorlar. Ortalarına sihirli kutucukların yerleştirildiği mekânlardaki garip kahramanlarımızın uğradığı mûsibet, savaş ve yağma sahnelerinden de beter.
Dönüş seferindeki yolcunun halini anlayanlara, bu cemiyette pek rastlanmıyor. Gençliğin heva ve hevesiyle kaybettiklerini “Şu son fasılda belki bulurum!” ümidiyle çabalayan ve çırpınan gariplerin hallerini bilecek haldaş yok mudur? Bu mekânlarda olmaz. Sefer sahibine yönelmiş yolcu yine kaybeder bu mekânlarda… Bu uzun seferin mutsuz yolcularının iskemlelerini sihirli kutucukların karşısına yerleştirenler, belki de yolculuğu unutmaya çalışıyorlar. Bahar ve yaz şarkılarıyla tesellî bulmaya çalışanların pencerelerinde güz rüzgârları, dallarından ayrılmış yapraklarla oynaşıyor. En iyisi “sihirli kutular!” Ne pencerelere baksınlar, ne de güzellik kremlerinin kapatamadığı kırışık yüzlere… Fakat hakikat değişmiyor. Ahireti tamamen dışlayarak “ehl-i dünya” olmuş toplumun aktörleri çok büyük bir yalanı oynuyorlar. Kahramanlarımızın da ellerinden, eteklerinden çekiştirerek, onları yalan, zulüm ve fısklarına iştirak ettirmeye çalışıyorlar.
Kahramanlarımız direniyor: Eyvah aldandık… Gençlikle daldığımız siyah gecelerden, ihtiyarlığın beyaz renkleri uyandırdı bizi… Yeniden, yeniden içmek istemiyoruz dehşetli gaflet şarabını… Lütfen yardım ediniz bize… İşte güneş indiğimiz dağları aşmak üzere… Belki de beni şu sahilden ebede götürecek yelkenli yola çıkmıştır. Sizin yalan, hile, riyâ, hırs ve hastalık dolu oyunlarınızı ne seyretmek, ne oynamak ve ne de düşünmek istemiyor… Sizden yalnızca mütevazi bir köşe… Belki de bir sığınak… Orta yerde seccadesi, yanında tesbihi ve ötede rahlesi… Beni sığınağımda kitaplarımla başbaşa bırakın… Ara sıra kulübenin pencerelerinden size el sallarım, duâ ederim… Duâya dönerek size yardım etmek istiyorum. Seferin sahibi isteklerimi geri çevirmeyeceğini söylüyor. O bizim gurbetimize teminat verirken, biz de sizin teminatınız olalım.
Fakat önce, her şeyden önce bir mekân… Sihirli aletlerle doldurulmamış, ucu düşmana bağlı tellerle donatılmamış ve habis ruhların işgaline uğramamış bir mekân… Kaybettiklerimi tekrar bulabileceğim, gözyaşlarıyla ıslanmış seccadelerin süslediği ve saçaklarında yakarışlarıma meleklerle güvercinlerin birlikte katılacağı bir mekân isitiyorum. Hem görüyorsunuz ki, uzun seferin belime yüklediği yüklerin ağırlığından dolaşamıyorum. Gözlerim ise aynalardan ve parlak resimlerden rahatsız oluyor. Tansiyonum bazen zirvelerde, bazen ufka yönelmiş, ufka kaçan güneşi takip ediyor. Şu sihirli kutularınız, o sihirlerle yatıp-kalkanların sohbetleri ve şamatalarınız nabzımızı da perişan ediyor. Hâzık tabipler de arzuladığım mekânı tavsiye ediyorlar… N´olur, yalvarıyoruz, arzuladığımız köşeleri bize çok görmeyin. Çocukluğumuzda size yaptığımızın onda birini, belki de yüzde birini bizden esirgemeyin!
30.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|