Bugün Kahire’ye dair yazacak çok şey vardı. Ümmü’d-dünya (dünyanın anası) Kahire iken, Türkiye’ye yahut İstanbul’a belki de Ebu’d-dünya (dünyanın babası) diyen arkadaşlar Türkiye’ye doğru hareket etmek üzerelerdi. Neden Mısır’da olduğumu anlayamayan Türkiye hayranı Mısırlılar... Baktım, bir yanda Mısır’da hayat çabası içerisindeki bizler, öte yanda Türkiye’ ye eğitim için giden Mısırlılar…
Kahire dünyanın nasıl olur da annesi olurdu diye düşünürken, penceremin önünden son model Hummer marka jipine binen takım elbiseli bir adam geçti… Nasıl annesi olunur dünyanın diyordum, beyaz elbiseli bir mango satıcısı geçti, başının üzerinde taşıdığı hasır sepetiyle… Ümmü’d dünya nasıldı, diyordum, Pazar sabahı kilisenin çanları çaldı sabah ezanından hemen sonra… Sorularımın cevabını takım elbiseli işadamı, beyaz elbiseli bedevi mangocu, kilisenin çanları ve sabah ezanları vermişti. Hepsini birden bağrında sadece bir anne taşırdı: dünyanın annesi…
Kahire, bitmek bilmeyen bir heyecanın, keşmekeşin şehri. Her sokağı döndüğünüzde, yeni bir sırrın açığa kavuşacağı yahut yeni bir sırrı öğreneceğiniz bir şehir. İlk geldiğim zamanlarda “Acaba bugün ne göreceğim, ne öğreneceğim?” düşüncesiyle dışarı çıkardım ve her gün kameramı yanıma almam gerektiğini hatırlardım. Sokak aralarında, ana caddelerde, camilerin önünde, alışveriş merkezlerinin civarında, Nil’in kıyısında yürüdükçe, karşınıza hangi sürpriz görüntünün çıkacağını kestirmenin mümkün olmadığı, hem Mısır’ın, hem Afrika’nın başkenti Kahire’ydi çünkü burası.
“İstanbul ile Kahire’yi mukayese etmeye kalkarsanız, İstanbul’a çok büyük haksızlık etmiş olursunuz” demişti tanıştığım bir İngiliz bey. Ben yine de bu iki şehrin birbirine neden bu kadar çok benzediğini ve nasıl bu kadar farklı olabildiklerini anlayamıyorum. Aslında demek ki herkes bir şekilde bu iki şehri kıyaslıyor ki, haksızlık edilen İstanbul oluyor. Fakat bir yandan, Kahire’nin dar sokaklarındaki pencerelerden size bakan bir çift göz, Balat’ın pencerelerinden size bakan bir çift göze o denli benziyor ki… O olmadığına emin olmak için bir kere daha bakmak zorunda kalıyorsunuz… “K” harfini telâffuzdan çıkarıp, bakkala “ba’al” dedikleri zaman, o bakkaldan mis gibi taze bir somun ekmek alabileceğinizi düşünüyor, hızla gidiyorsunuz. Sanırım, İstanbul’a haksızlık etmemek gerektiğini, o bakkalda somun ekmek bulamadığınızda anlıyorsunuz en çok.
Eğer Kahire’yi Mısır’dan ayrı yorumlarsanız, karşınıza bambaşka bir dünya çıkar. Ben Kahire’yi Mısır’dan ayrı yorumlarsam, Kahire’de hiç duramam. Çünkü Kahire’de yaşamak için, soluk alacak bir yere ihtiyacı var insanın. Gün gelsin deniz görsün, gün gelsin çöl görsün. Ama nefes alsın. Kahire’yi özlesin yeter ki. Artık eskisi kadar özlemediğimi, belki de özleyemediğimi fark ediyorum, bu eskisi kadar çok üzmüyor beni. Sanırım, İstanbul’un dışına çıkmadan İstanbul’da nefes alabiliyor olmanın lüksü varken, Kahire’den ayrı kalmak eskisi kadar üzmüyor beni. Yine de veda zamanı yaklaşırken, insan derin düşüncelere dalıyor… Her veda az biraz zordur insana…
Allah’ın izniyle, şimdilik Mısır’dayım, veda etmiyorum temelli… Belki haftaya ve devam eden haftalarda başka ülkelerden yazıyor olacağım. Ümmü’d-dünyaya en kısa zamanda dönmek üzere….
10.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|